Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? – Michael Foley

Saçmalığın Mutluluğu

20. yüzyılın huzur kaçırıcı birçok keşfinden biri, yaşamın özünde saçma oluşuydu. Fikri ilk ortaya atan Kafka’ydı. Kafka’nın arayış öykülerinde kahraman sürekli hüsrana uğrar; Şato’ya veya Baro’ya bir türlü giremez ama aynı ölçüde arayıştan da vazgeçemez. Bir başka deyişle anlam arayışında anlam asla bulunamayacaktır ama buna rağmen arayışa devam edilmelidir.

Kafka edebiyatta bu temayı işlemeye devam ederken fizikçiler, gariplerin garibi atom altı seviyede gözlemlenmediği sürece hiçbir şeyin var olmadığı sonucuna varıyorlardı. Yani gerçekliğin doğasına yönelik arayış, gerçekte gerçeklik olmadığını ortaya çıkarıyordu. Belirsizlik ilkesinin kâşifi Werner Heisenberg çaresizlik içinde doğanın kendisinin saçma olduğunu ilan edecekti.

Felsefedeyse Camus insan yaşamını, ebediyete kadar bir kayayı tepe yukarı itmeye mahkûm Sisifos’un kaderiyle kıyasladı. Saçma bir kaderdi bu ama Camus, Sisifos’un mutlu olabileceğinde ısrar ediyordu.

Derken Beckett arayış efsanesine yeni bir ekleme yaptı. Godot’yu Beklerken’in serseri ikilisi, anlam arayışına çıkamayacak denli tembel ve meraktan uzak modern insanlardı. Arayışa çıkmak yerine oturup anlamın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Durmaksızın Godot’nun yakında gelmek zorunda olduğunu tekrarlıyor ama asla gelmeyeceğini içten içe biliyorlardı. Beckett’e göre bu saçmalık feci gülünçtü.

İğneleyici gülüşse tek mümkün yanıt gibi görünüyor. Kesinliğe, belirliliğe, sadeliğe ve masumiyete dönüş yok; tek yol ileri, kafa karışıklığına, belirsizliğe ve bilmeye gidiyor. Hayretle ağzı açık kalmak, inanamamanın acı dolu uluyuşuna dönüşüyor. Yeni görkem saçmalık artık.

İyi haberse diğer kaynaklar gittikçe azalırken saçmalığın katlanarak çoğalıp dünyayı sarması. Artık Godot’yu beklerken zaman geçirmenin çok daha fazla tuhaf yolu var. Mesela otopark görevlisi Bob Prior arayışı, evindeki tüm boş vaktini karton ve Rice Krispies paketlerinden Uzay Yolu sahneleri ve karakterlerini yapmaya ayırarak onurlandırıyor. Maketleri küçümseyen Elvis-taklitçisi James Cawley ise on yılını ve 150.000 dolarını garajında Atılgan uzay gemisinin kaptan köprüsünün bire bir kopyasını yapmaya harcadı.

Hareket ve gösteri meraklısı sporcu tipler içinse, dünya rekorlarını ve sıralamalarını tutan, yarışmalara nezaret eden, “Yutmaya karşı dürtüler” sonucunda “Roma Olayı” yaşayan yarışmacıları diskalifiye eden kendi resmi organı IFOCE’ye (Uluslararası Yemek Yeme Federasyonu) şimdiden sahip yeni spor dalı Rekabetçi Yeme var. Brezilya’nın futboldaki egemenliği misali, Rekabetçi Yeme sporunda egemenlik Japonya’nın elinde ve bugünkü dünya şampiyonu, 12 dakikada 53¾ sosisli sandviç (ve 15 dakikada 8,1 kilogram sığır beyni) yiyebilmiş Takeru “Tsunami” Kobayashi. Diğer üst seviye gastro-atletler arasındaysa 10 dakikada 168 istiridyeyi lüpleten Carl “Deli Bacak” Conti, 900’er gramlık 4 mayonez kavanozunu 8 dakikada silip süpüren Oleg Zhornitsky ve 110’ar gramlık 7 adet tereyağı kalıbını 5 dakikada yutan Don Lerman bulunuyor. Sonuncusunu sadece düşünmek bile normal insanda Roma Olayı hissi uyandırıyor. Ama Rekabetçi Yeme sporunun bile paradoksu var: En üst seviye yiyicilerin hepsi zayıf tipler. Kobayashi sadece 59,5 kilo geliyor.

Çağdaş sanat da sanatçı ruhlulara sürüsüne bereket saçma seçenek sunuyor. Kamu fonlu büyük kurumlar bir sanatçıya kız arkadaşının kullanılmış âdet bezlerini sergilemesi, bir diğerine belli bir sanat galerisinde otuz saniyede bir yarışacak koşucular tutması, bir üçüncüsüneyse bir stüdyo duvarından aşağı, kıçındaki titanyum buz kıracağı haricinde çırılçıplak sarkması için para ödüyor. Londra’daki sanat galerisi Tate Britain vergi ödeyenlere ait 30.000 sterlini, esasen pirinç, yumurta, âdet bezi ve çöp torbaları gibi malzemelerin faturasından ibaret “Faturasına Kadar Monokrom (Beyaz)” adlı tabloya yatırdı. Hoş, çöp torbaları sanatçının malzemeleri olabilir; ilgili sanatçının gizemli eserlerinden bir diğeri, muhtemelen otoportresi, havayla doldurulmuş bir siyah çöp torbasıydı.

Siyasi düşünenlereyse, “Beni küçümsediler”, “Kararsızsın diyorlar; bilemiyorum”, “Aynı kartlarla oynayanların sayısı arttıkça eliniz güçlenir” ve “İnsanların balıklarla bir arada, barış içinde yaşayabileceklerini biliyorum” türü cümleler kurarak Batı dünyasının lideri olma yolu açık.

Şimdi kim böyle şeylerin mümkün olduğu bir asırda yaşamaktan zevk almaz yani? Amma budala bu insanlar!

Ama iş dünyası saçmalığa izin vermeyecek ölçüde gerçekçidir herhalde, değil mi? Alakası yok! Birçok büyük şirket, kendisini “yaratıcı düşünmede dünyanın en önde gelen otoritesi” ilan etmiş ve “şimdi övünmek istemiyorum ama” deyip ardından son geliştirdiği sistemin “Platon, Sokrates ve Aristoteles’ten sonra, 2.400 yıldan beri geliştirilmiş ilk yeni düşünce sistemi olduğunu” öne süren bir yönetim gurusuna dehşetli paralar ödediler. “Altı Şapkalı Düşünme Tekniği” adıyla bilinen bu sistem yöneticilerin bir proje önerirken kırmızı, projenin avantajlarını sıralarken sarı, dezavantajları için siyah vesaire şeklinde giden şapkalar giymelerini gerektiriyor. Yalnız renkli şapkalara parayı bayılanlar şapkaların yanında Sokrates’ten sonra gelmiş geçmiş en büyük düşünürün “Aynı çukuru bir başka yerde daha derin kazarak açamazsınız”, “Sorun varsa çözüm ararsınız” ve “Her ikisi de uçsa bile kuş, uçaktan farklıdır” türü yumurtalarını da satın alıyorlar.

Bu bilgelikten esin bulan girişimci para kazanmanın tonla saçma yolunu keşfedebilir. Mesela toprak, evet bildiğimiz toprak satabilir: ABD’de yaşayan İrlandalı göçmen Alan Jenkins 5,5 kiloluk plastik torbalarda Resmi İrlanda Toprağı satarak mülti-milyoner olmuştur. Jenkins, her dirayetli işadamı gibi, toplu alımlarda önemli indirimler yapmaktadır. Mesela Galway doğumlu bir Manhattan avukatına 100.000 dolar gibi makul bir fiyata, gömülmesine yetecek miktarda toprak sağlarken gene bir başka İrlandalı göçmene (Cork’tan) gene 148.000 dolar gibi uygun bir fiyat karşılığında ABD’deki yeni evinin temelini güvenle atmasına yetecek tonlarca İrlanda toprağı satmıştır. Anlaşılan 21. yüzyıl göçmenliğe yeni bir boyut katıyor: Yerleşip ailenizi çağırdıktan sonra bir de vatan toprağı getirtiyorsunuz. Jenkins’in yeni rakibiyse Kudüs’teki Guela Konseyi’nin başkanı Haham Velvel Brevda’nın resmi damgalı onayını taşıyan İsrail toprağını ABD’ye ithal eden Steven Friedman. Mekke’den İslami toprak getirme fırsatı ortada tabii. Yalnız gerçek engin görüşlü kimse küresel fırsatları görecek ve her yerden her yere toprak yollayacak Uluslararası Kutsal Topraklar şirketini kuracaktır.

Aklı başında bilim dünyası da gerçekçi iş dünyası kadar saçmalığa dalmış durumda: Gerçekliğin doğasını arayış, saçmalığın daha derinliğine götürüyor. Artık hangisi, mikro mu yoksa makro mu, atom fiziği mi yoksa uzay fiziği mi daha saçma, kimse bilmiyor.

Eskiden atom, elektronların çevrelediği bir çekirdekten ibaretti ve sadece elektron tuhaftı. Elektron, cinsiyetinden emin olamayan çağdaş çift-cinsiyetliler misali bir an parçacıkken bir sonrakinde, kimin baktığına göre, dalga olabiliyordu. Ve tıpkı modern şöhretler gibi, kimse bakmıyorken yoktu. Can sıkıcı bir durumdu ama en azından çekirdek, bir kasaba hekimi misali gayet yavan ve güvenilirdi. Derken bu güya sağlam çekirdeğin içinin tuhaf parçacık kaynadığı ortaya çıktı. Çekirdek adeta bir parçacıklar âlemiydi. Hayır, parçacıkların hepsi aynı şeydi aslında; kuarktı bunlar. Yani iki temel parçacık vardı: elektron ve kuark. Fakat öyle de değildi: Elektronun daha ağır iki türü, muon ve tau ve ayrıca altı kuark tipi, yukarı ve aşağı, tılsım ve garip, üst ve alt (kimi yerde gerçek ve güzellik diye bilinir) vardı. Hatta bir de skuark denen süper-kuarklar mevcuttu.

Ve güya her şeyin temeli olan atomlarsa anlaşılan evrenin sadece yaklaşık yüzde 4’ünü oluşturuyordu. Kalan yüzde 96 kayıptı ama muhtemelen bu kayıp kısmın yüzde 25’i karanlık madde, yüzde 75’iyse karanlık enerjiydi. Bilimciler kederle yeterli kütleçekim gücünün bulunmadığını açıkladılar. Karanlık madde kesinlikle gülünecek şey değildi.

Son sığınak boşluk bile artık bâkir değil. Görünüşe göre boşluk boş, durağanlıksa durgun değil. Gök kubbede madde biteviye anti maddeye ve tekrar maddeye dönüp duruyor. Bizzat madde bile iflah olmaz ölçüde istikrarsız ve hareketli; sürekli kendi zıddına dönüşmeye uğraşıyor, dönüşüyor, sonra onda da tatmin bulmuyor.

Tuhaf mikroysa, dünyadaki bir kuantum olayının uzak bir galakside anında değişikliğe yol açabileceği anlamına gelen kuantum dolaşıklığı adlı tuhaf olay yüzünden tuhaf makroyla en tuhafından karışıyor.

Galaksiler dolaşıklığa pek hevesli görünmüyorlar gerçi. Anlaşıldığı kadarıyla yıldızlar bizden gittikçe daha hızla kaçıyorlar. Eh, insanlarla ilk temaslarından sonra kim ayıplayabilir yıldızları? İnsanlık tarihinin en gösterişli ve saçma seferinden, Ay’a ayak basıştan bahsediyorum. Kafka’yla Beckett birlikte oturup çalışsalar böylesi görkemli bir fabl çıkaramazlardı. Ay’a ayak basış, çağımızın kilit özelliklerinden çoğunu, imajın içeriğin (Ay’a iniş, fotoğraflardan başka hiçbir fayda sağlamadı ama fotoğraflar Ay taşlarından daha değerliydi), farklılıkların mutlak değerlerin (ABD’nin gerçek amacı Ay’a SSCB’den önce ayak basmaktı) ve araçların amacın (İnsan Ay’a, Ay’a gidilebileceğini göstermek için gitmiştir) önüne geçişini başlatan olaydır.

Ay’a ayak basış aynı zamanda ilk küresel medya olayı ve modern teknolojinin küresel bağlamda ilk ilahlaştırılmasıydı. Olayı 600 milyon insan televizyonlarının başında, teknolojinin kırılganlığından ya da çökmeye ne denli yaklaştığından habersiz izledi. Ay modülü iniş alanını ıskalamış ve bugünün cep telefonundan daha az güce sahip seyir bilgisayarı baskı altında çifte fıtık çıkarıp o güne dek kimsenin görmediği “1202” adlı hata mesajını vermişti. Yakıt ibresi sıfıra vurmuşken Ay yüzeyine çakılacağınızı ve çözüm diye önünüze “1202”nin sunulduğunu bir hayal edin. Felsefe eğilimliler böyle bir mesajı Tanrı’nın dehşet bir espri anlayışı bulunduğuna kesin kanıt görürlerdi. Ama astronotların ne o türde eğilimleri ne de böyle düşüncelere ayıracak zamanları vardı. Neil Armstrong kontrolü ele almak ve kayalık araziyi yakıt tükenirken aşmak zorunda kaldı ve kalan on saniyelik yakıtla inebileceği düzlükte bir alan bulmayı başardı.

600 milyon kişi izledi ve bekledi. Bekledi… Neil araziyi mi inceliyordu? Donanımları mı kontrol ediyordu yoksa ilk sözlerine karar vermeye mi çalışıyordu? Evren karşısındaki önemsizliği yüzünden dehşete mi kapılmıştı? Hiçbiri söz konusu değildi: Neil bulaşık yıkıyor, etrafı toparlıyordu. Düzenli adamdı; uçuştan önceki hafta sonunu evde bulaşık makinesini söküp takarak geçirmişti.

Sonunda Neil ve ardından merdivenlerde izleyenlere sonsuz uzunlukta gelen bir süreliğine duraksayan Buzz Aldrin belirdiler. Buzz evrensel dehşet ve hayrete karşı arkadaşından daha mı duyarlıydı acaba? Hayır, sadece işemek için duraklamıştı astronot. Yaptığı, yüzme havuzuna işemek türünden öfkeli bir başkaldırı sayılabilirdi çünkü plana göre Ay’a ilk ayak basacak kişi kendisiydi ve ikinciliğe atılmasına içerlemişti. Ay’a ayak bastığı zaman Neil’in fotoğrafını çekmesi buyrulduğunda, “çok meşgulüm” bahanesiyle reddetmesi bu yüzdendi. Neil Armstrong’u Ay’da gösteren tek fotoğraf, arkadaşının başlık camında yansımasını gösteren, kendi çektiği fotoğraftır. Bu olay, farklılıkların gücü ve olumsuzluk önyargısının bir başka örneğidir. Astronot arkadaşlarından birisinin söylediği gibi, Buzz ikinciliğini takdir etmek yerine birinci olamayışına içerlemişti. Oysa eşsiz bir ayrıcalığa erişmişti: Ay üzerinde öfkelenen ilk ve muhtemelen tek insandı (daha da iyisi, Sessizlik Denizi’ne kakasını yaptı).

Buzz’ın dert edecek şeyi çoktu. Bunlardan biri NASA’nın verdiği rahatsız donlardı. Dünya’ya, Ay’da ölümle yüz yüze gelip geri dönükten sonra karısına ilk söylediği şuydu: “Joan, sabaha paçalı donlarımdan getirsene bana.” Ve astronotlar NASA’nın üç günlük bilgi alma çalışması yüzünden, Buzz’ın esas olay olacağını öngördüğü medya fırtınasını kaçırdılar.

Medyada yaşanan coşkunun tarihte eşi benzeri görülmemişti. Terence Mangan adlı bir vaiz Ay üzerine inşa edilecek kilisenin ayrıntılı mimari planlarını yayınlarken Hilton Oteller zinciri, Ay’da bir yeraltı oteli düşündüklerini açıkladı (fikir, Ay’ın kısa süre içinde en gözde balayı mekânına dönüşeceği görüşünden doğmuştu). Nepal halkı göçen ruhların dinlenme mekânının ihlal edilişine köpürürken İranlı Öykücüler Birliği öykü anlatmanın bir daha eskisi gibi olamayacağına inandıklarını belirtti.

Apollo fotoğrafları dünyanın önemsizliğini ilk defa ortaya çıkardı: Gezegenimiz sonsuz karanlığın içinde minnacık bir bilyeden ibaretti. Armstrong sadece başparmağını kaldırarak dünyayı tutulma altına alabileceğini görmüştü. “Kendinizi koskocaman mı hissettiniz?” diye soranlara, “Hayır” dedi, “ufacık hissettim.”

Armstrong Ay yolculuğundan sonra normal yaşantısını sürdürürken Buzz Aldrin alkolizm ve depresyonun pençesine düştü.

Depresyon sıklıkla, açgözlü, dikkat çekme meraklısı ve çabuk içerleyen, her daim daha fazlasını hak ettiğine inanan, her daim daha iyisini kaçırma olasılığına kafayı takan, tanınmamaktan yakınan ve her daim tatminsiz modern kişiliğin kaderidir. Doyum talep etmeyen ama Tanrıların başına verdiği her derdi avantaja çevirmeyi ve her eylemi kendi ödülü kılmayı bilen Sisifos’un klasik cesaret ve tevazuunu bir daha bulmak gerekir.

Sisifos dur durak bilmeden bir kayayı tepe yukarı itmenin saçmalığı ve önemsizliğinden mutludur. Elbette arada homurdanır. Kaya daha pürüzsüz, tepe daha az dik olabilirdi diye söylenir. Ama öte yandan hem kaya hem tepenin çok daha belalı olabileceğini bilir. Ayrıca daha şükredilecek çok şey vardır. Verilen cezasında belli bir yolu izleme hükmü yoktur ve cezanın ebediliğiyle eşleşecek ölçüde sonsuz yol mevcuttur. Kusursuz yolun arayışına girdiğinde bile, içten içe o yolu bulmamayı dilemektedir. Ayrıca kayanın neredeyse kendini yuvarlayacağı yana doğru hareketler de yasaklanmamıştır. Üstelik iyice gına geldiğinde tökezlemiş veya eli kaymış gibi yapıp kayayı gerisingeri yuvarlanmaya da bırakabilir. Ki o zaman gökler kararacak ve ilahi hoşnutsuzlukla gürleyecek, Sisifos’sa omuz silkip boş avuçlarını gösterecektir.

Sisifos sıklıkla takılı kalmış gibi yapar ve itmeye uğraşırmışçasına sırtını kayaya dayar. Oysa gerçekte kaya ve insan birbirlerine destek vermektedir. Bu anlarda düşlere dalar; genelde karısını hatırlar ve hafifçe sertleşir. Ayrıca sıklıkla kayaya aniden saldırır, çılgınca haykırarak tek itişte kayayı tepeye dek sürükler. Tanrılar bu tür küstahlıklardan nefret ederler. Ama ne gelir ellerinden? Ve tabii doruktaki rahatlama anı, hep beklenen ve vaat edildiği kadar vecde getirici değilse bile gene de tadı çıkarılacak an vardır. Peki, kaya gibi alelacele aşağı yuvarlanmasına gerek var mıdır? Hiç de bile: kışkırtıcı bir aldırışsızlık içinde, her seferinde farklı zikzak yollar izleyerek iner aşağı. Tanrılar da ne beyhude bir gazapla bakarlar ama! Güya tekdüze bu ceza aslında Sisifos’un sonsuz çeşitlemesidir.

Ayrıca tüm çeşitlemelerini yasaklasalar bile elinde hâlâ kayayla, gittikçe derinleşen ilişkisi kalacaktır. Elleri her girintisini-çıkıntısını tanıdıkça kaya daha uyumlu, daha anlayışlı, daha işbirliğine yatkın gelmeye başlar. Hem böylesine zayıf insan elinin böylesi müthiş bir pürüzlülüğü yumuşatabileceği kimin aklına gelirdi? Tabii kayanın inatla kıpırdamadığı, Sisifos’un küfrü bastığı hatta kayayı tekmelediği kötü zamanlar da yaşanır. Ama diğer zamanlarda kaya neşeli hatta hoppadır; kolayca ve Sisifos’u kızdırmaya çalışırmış gibi muzipçe yuvarlanır. Bu anlarda Sisifos’un dokunuşu sıcak, hafif bir okşayıştır.

Tanrılar tüm bunları hoşnutsuzlukları gittikçe artarak izlerler. Çakallıksa, kurnazlıksa, eh, tabii Tanrılarda da vardır. Günün birinde, “Ey, Sisifos” derler, “dâhiyane çeşitlilikteki emeğini her gün artan hayranlıkla izliyoruz. Ağır yükünü hafifletmeye karar verdik. İşte sana daha iyi bir kaya.” Şaşıran Sisfos aşağı bakınca çok daha ufak, çok daha pürüzsüz ve yuvarlak bir kaya görür; kıvrımlarının eline oturuşunu, tepe yukarı kolayca gidişini hisseder. Konuşamaz. Tanrılar kötücül güvenleriyle bekler, ardından büyük keyifle, “Ebedi ağır işçiliğin seni özgür kılacağını mı sandın yoksa?” derler. “Hiç kimse kaçamaz seçim ıstırabından.” Sisifos hâlâ yanıt vermemektedir. Kayası artık daha ağır gelmektedir; yamru yumruluğu, kusurluluğu ve cüssesi iyice artmıştır. Derken birdenbire insanoğlunun ihtişamı –inat, zıtlaşma– Sisifos’un ruhunu sirkenin yakıcılığı ve öfkeyle dolduruverir. Karşı çıkabilir Sisifos. Reddedebilir sunulanı. Hayır çekebilir. Ya da daha iyisi, tüm kibri ve tevazuuyla, tüm isyanı ve kabullenişiyle, tüm saçmalığı ve mutluluğuyla kayasına sevecen bir şaplak atarak, “Benim kayam bu!” diyebilir.

Michael Foley
Saçmalıklar Çağı
Çeviri: Algan Sezgintüredi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz