Madem artık insanlık ortak zorluklar ve fırsatlardan nasibini alan tek bir medeniyetten ibaret, neden İngilizler, Amerikalılar, Ruslar ve pek çok başka zümre milliyetçiliğin kabuğuna çekilme eğilimi gösteriyor? Milliyetçiliğe sığınmak küresel dünyamızın eşi benzeri görülmemiş sorunlarına gerçekten çare olabilir mi, yoksa insanlığı ve tüm bir biyosferi felakete sürükleyecek bir çeşit gerçeklerle yüzleşmeme eğilimi mi?
Bu soruyu cevaplamadan önce yaygın bir hurafeyi çürütmek gerek. Genel algının aksine milliyetçilik ne insan ruhunun doğal ve ebedi bir parçasıdır ne de kaynağını insanların biyolojik özelliklerinden alır. İnsanların tüm yönleriyle toplumsal hayvanlar sayıldığı ve gruba sadakat anlayışının insan genlerine kazılı olduğu bir gerçek. Ancak Homo sapiens ve onun insangiller familyasına dahil ataları yüz binlerce yıl boyunca bir düzineyi aşmayan sayıda üyesi bulunan ve yakın ilişkilerin kurulduğu küçük topluluklar halinde yaşamış. İnsanlar kabile, piyade bölüğü ya da aile şirketi gibi yakın ilişkilerin kurulduğu ufak gruplara kolayca sadakat geliştirebilirken yedi kat yabancıların oluşturduğu milyonlara sadık kalmak insan doğasına o kadar da uygun değil. Bu tür kitlesel bağlılıklar yalnızca son birkaç bin yılda, evrimsel olarak bakıldığında daha dün sabah ortaya çıkmış gibidir ve bunu sağlamak toplumsal inşa açısından muazzam bir çaba gerektirir.
İnsanlar tek bir kabilenin altından kalkamayacağı zorluklarla karşı karşıya kaldıkları için milli müşterekler kurma zahmetine girmiştir. Mesela binlerce yıl önce Nil Nehri boyunca yaşayan eski kabileleri düşünelim. Yaşam kaynakları bu nehirmiş. Tarlalarını onunla suluyor, ürünlerini onun üzerinden taşıyorlarmış. Fakat Nil sağı solu belli olmayan bir müttefik. Az
yağmur yağarsa insanlar açlıktan kırılıyor, çok yağarsa nehir kıyılarını su basıyor ve köyler yerle bir oluyormuş. Her kabile nehrin ufak bir kısmına hâkim olduğu ve birkaç yüz işçiden fazlasını işe koşamadığı için kabilelerin hiçbiri bu sorunu kendi başına çözemiyormuş. Bu kudretli nehri dizginlemenin tek yolu koca koca barajlar inşa etmek ve yüzlerce kilometre kanal kazmak için ortak bir çaba göstermekmiş. Kabilelerin yavaşça bir araya gelerek baraj ve kanallar inşa edip nehrin akışını düzenleme, kıtlık yılları için tahıl ambarları inşa etme ve ülke geneline yayılan bir ulaşım ve iletişim ağı kurma gücüne sahip yekvücut bir millet meydana getirmelerinin sebeplerinden biri budur.
Bu tür avantajlara rağmen kabile ve klanları tek bir ülke haline getirmek ne geçmişte ne de günümüzde kolay değildir. Böyle bir milletle özdeşleşmenin zorluğunu idrak etmek için kendinize, “Bu insanları tanıyor muyum?” diye sormanız yeterlidir. İki kız kardeşimin ve on bir kuzenimin adlarını sayıp bütün gün onların karakterleri, tuhaflıkları ve birbirleriyle ilişkileri hakkında konuşabilirim. Benim gibi İsrail vatandaşı olan sekiz milyon insanın adınıysa söyleyemem. Bu insanların çoğuyla tanışmadığım gibi gelecekte de tanışacağımı hiç sanmam. Buna rağmen kendimi bu muamma yumağına ait hissedebilmem, avcı toplayıcı atalarımdan miras kalmadı, yakın geçmişin kerameti. Homo sapiens hakkında sadece anatomik ve evrimsel bilgiye sahip Marslı bir biyolog bu maymunların milyonlarca yabancıyla toplumsal bağlar kurmaya muktedir olduğunu asla tahmin edemezdi. Beni “İsrail” ve onun sekiz milyon vatandaşına sadakat duymaya ikna etmek için Siyonist akım ve İsrail devletinin devasa bir eğitim, propaganda ve bayrak sallama mekanizmasının yanında milli güvenlik, sağlıkve refah sistemi geliştirmesi gerekliydi.
Tolstoy: “Kötülüğü ve savaşı yok etmek için vatanseverliği yok etmek gerekiyor”
Milli bağların kötü olduğu anlamına gelmiyor bu. Kitlesel bağlılıklar olmadan devasa sistemler işleyemez ve insanların empati çemberini genişletmenin yararı su götürmez. Vatanseverliğin ılımlı biçimleri insanın en cömert buluşlarından biridir. Milletimizin eşsiz, bağlılığıma layık bir millet olduğuna ve bu milletin mensuplarına karşı belli yükümlülüklerim bulunduğuna inanmak başkalarını önemsemeye ve onlar için fedakârlıklar yapmaya yönlendirir beni. Milliyetçilik ortadan kalksa liberal bir cennet içinde yaşarız diye düşünmek tehlikeli bir hata. Kabile kargaşasının içine düşmemiz daha mümkün. İsveç, Almanya ve İsviçre gibi huzurlu, varlıklı ve liberal ülkelerin hepsi güçlü bir millet algısına sahip memleketler. Sağlam milli bağların eksik olduğu ülkeler arasında Afganistan, Somali, Kongo ve birtakım başarısızlığa uğramış devletleryer alıyor.
Sorun, ılımlı vatanseverlik şovence bir aşırı milliyetçiliğe dönüştüğünde başlıyor. Milletimin her millet gibi eşsiz olduğuna inanmak yerine, üstün olduğuna, sadece ve sadece kendi milletime sadakat beslediğim ve başka kimseye herhangi bir yükümlülüğümün bulunmadığı fikrine kapılmaya başlayabilirim. Şiddet içeren çatışmalar böyle bir zeminde yeşerir. Nesiller boyunca milliyetçiliğe yöneltilen en temel eleştiri, savaşlara sebebiyet verdiği yönündeydi. Ancak milliyetçilikle şiddet arasındaki ilişki, milliyetçi aşırılıkları dizginlemeye pek yaramadı zira her millet kendi askeri açılımını komşularının entrikalarından korunması gerektiğini iddia ederek gerekçe-lendiriyordu. Bir millet, vatandaşlarının çoğuna emsalsiz seviyede güvenlik ve refah sağladığı müddetçe halk da bedeli kanla ödemeye hazırdı. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında bu pazarlık hâlâ son derece cazip görünüyordu. Milliyetçilik eşi benzeri görülmemiş ölçekte korkunç çatışmalara yol açsa da çağdaş ulus-devletler sağlık, eğitim ve sosyal yardım alanlarında geniş çaplı sistemler de kuruyordu. Milli sağlık hizmetleri, Passchendaele ve Verdun muharebelerinde çekilen acılara değiyordu.
1945’te her şey değişti. Nükleer silahlar millet meselesini şirazeden çıkardı. Hiroşima’nın ardından insanlar, alışılageldik bir savaşa neden olur diye değil, nükleer savaşa yol açar diye korkmaya başladı milliyetçilikten. Kitlesel imha korkusu insanların zihnini açıverdi ve büyük ölçüde atom bombası yüzünden imkânsız bir şey gerçekleşti: Milliyetçilik cini kısmen de olsa çıktığı lambaya geri sokuldu. Nasıl ki eski çağlarda Nil Havzası’nda yaşayan köylülerin sadakatlerinin bir kısmını yerel klanlarından alıp daha büyük bir krallığa teslim etmesiyle tehlikeli nehir dizginlenebildi, nükleer çağda da çeşitli milletlerin üstünde küresel bir topluluk kuruldu, çünkü nükleer iblisi zaptetmek ancak böyle bir topluluğun harcıydı.
Lyndon B. Johnson’ın 1964 ABD başkanlık seçimi kampanyası dahilinde televizyon tarihinin en başarılı propagandalarından kabul edilen şu meşhur “Papatya” reklamı yayınlanıyordu. Reklamın başında küçük bir kız çocuğu bir papatyanın yapraklarını sayarak koparıyor ama kız on dediğinde devreye metalik bir erkek sesi giriyor ve füze fırlatılmasını hatırlatacak şekilde ondan geri saymaya başlıyor. Sıfıra gelindiğinde ekranı nükleer patlamanın yarattığı parlak ışık kaplıyor ve başkan adayı Johnson Amerikan halkına seslenerek şöyle diyor: “Önümüzde iki seçenek var. Ya Tanrı’nın tüm çocuklarının yaşayabileceği ya da karanlığa karışıp gidecek bir dünya yaratacağız. Ya birbirimizi seveceğiz ya da ölüp gideceğiz.”
“Savaşma seviş” sloganını 1969’ların sonunda ortaya çıkan karşıkültürle özdeşleştiririz ama aslında daha 1964’te Johnson gibi sabit fikirli siyasetçiler bile bu düsturu benimsemişti.
Bu nedenle Soğuk Savaş döneminde milliyetçilik daha küresel bir uluslararası siyasetin arka planında yer aldı ve Soğuk Savaş sona erdiğinde küreselleşme geleceğin kaçınılmaz akımı olarak görüldü. İnsanlığın milliyetçi siyaseti tamamen geride bırakması, bu yaklaşımın, olsa olsa birkaç geri kalmış ülkenin bilgi yoksunu ahalisine cazip gelebilecek, daha ilkel zamanların bir kalıntısı haline gelmesi bekleniyordu. Ancak son yıllarda yaşanan olaylar milliyetçiliğin sadece Rusya, Hindistan ve Çin’ de değil Avrupa ve ABD vatandaşları arasında bile gücünü yitirmediğini gösteriyor. Kapitalizmin gay-rişahsi etkileri tarafından yabancılaştırılmış ve milli sağlık, eğitim ve sosyal yardım sistemlerinin geleceğinden endişe eden dünyanın çeşitli yerlerindeki insanlar teselliyi ve hayatın anlamını milletin kollarında arıyor.
Ama Papatya reklamında Johnson’ın ortaya attığı soru, günümüzde 1964’tekinden çok daha geçerli. İnsanların bir arada yaşayabileceği bir dünya mı yoksa hep beraber karanlığa boğulacağımız bir dünya mı kuracağız? Donald Trump, Theresa May, Vladimir Putin, Narendra Modi ve kabineleri milli duygularımızı körükleyerek dünyayı kurtarabilir mi, yoksa yaşanan milliyetçilik akımı yüz yüze geldiğimiz çetin küresel sorunlardan kaçmanın biryolu mu?
Lev Tolstoy: “Vatanseverlik övüldükçe savaşlar olacaktır!..”
Nükleer zorluk
Önce insanlığın artık aşina olduğu can düşmanını, nükleer savaşı ele alalım. Papatya reklamı Küba füze krizinin iki yıl ardından, 1964’te yayımlandığında nükleer imha elle tutulur bir tehditti. Hem uzmanlar hem de sıradan insanlar insanlığın yıkımı engelleyecek dirayete sahip olmadığından endişe ediyor ve Soğuk Savaş’ın ortalığı ateşe vermesinin an meselesi olduğunu düşünüyorlardı. Sonuçta insanlık nükleer meselesinin altından başarıyla kalktı. Amerikalılar, Sovyetler, Avrupalılar ve Çinliler bin yıllık jeopolitik alışkanlıkları değiştirip Soğuk Savaş’ın fazla kan dökülmeden sona ermesini sağladı ve yeni uluslararası dünya düzeni beraberinde benzeri görülmemiş bir barış döneminin önünü açtı. Nükleer savaş bertaraf edilmekle kalmamış savaşın her türlüsü düşüşe geçmişti. 1945’ten bu yana açık saldırı sebebiyle yeniden çizilen sınır çizgisi hayret verici derecede azdır ve çoğu ülke savaşı standart bir siyasi araç niyetine kullanmaktan vazgeçmiştir. 2016’da Suriye, Ukrayna ve başka sorunlu bölgelerde süren savaşlara rağmen insan kaynaklı şiddetten ölenlerin sayısı obezite, trafik kazası ve intihar sebebiyle ölenlerden az.’ Dönemimizin en büyük siyasi ve ahlaki başarısı budur bile denilebilir.
Maalesef artık bu başarı kanıksadığımız ve dolayısıyla da hafife aldığımız bir şeye dönüştü. İnsanların ateşle oynamayı göze almasının nedeni kısmen bu. Rusya ve ABD şu sıralar yeni bir nükleer silahlanma yarışında, son dönemlerin zor edinilmiş kazançlarını ortadan kaldırıp bizi yine nükleer felaketin kıyısına getirecek yeni kıyamet makineleri geliştiriyorlar. Bu süre zarfında halk ya endişe etmeyi bırakıp bombaları sevmeye başladı (Dr. Strangelove filminde önerildiği gibi) ya da bombaların varlığını unuttu gitti.
Dolayısıyla büyük nükleer güçlerden tutun da Birleşik Krallık’taki Brexit tartışmalarına pek çok konu daha ziyade ekonomi ve göç ekseninde dönerken, Avrupa Birliği’nin küresel barışa hayati katkıları göz ardı edildi. Yüzyıllar süren korkunç katliamların ardından Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar ve Britanyalılar nihayet kıta sakinlerinin iyi geçinmesini sağlayacak bir mekanizma kurmuştu ki İngiltere halkı bu mucizevi tekerin çarkına çomak soktu.
Nükleer savaşı engelleyip küresel barışı muhafaza eden enternasyonalist rejimi oluşturmak fazlasıyla zordu. Bu rejimi dünyanın değişen koşullarına uydurmanın, örneğin ABD’ye daha az bel bağlayıp Çin ve Hindistan gibi Batılı olmayan güçlere daha büyük roller vermenin şart olduğu ortada. Ama bu rejimi toptan rafa kaldırıp milliyetçi iktidar politikalarına dönmek sorumsuzca kumar oynamaya tekabül eder. Evet, 19. yüzyıl ülkeleri insanlığın yarattığı medeniyeti yok etmeden milliyetçilik oyununu oynamayı başardı. Ama sözkonusu olan Hiroşima öncesi dönem. O zamandan bu yana nükleer silahlar olayın boyutunu değiştirdi ve savaşla siyasetin temel doğasını farklılaştırdı. İnsanlar uranyum ve plütonyum elementlerini nasıl güçlendireceklerini bildiği müddetçe hayatta kalmaları, herhangi bir milletin çıkar-larındansa nükleer savaşı engellemeye öncelik vermelerine bağlı. “Önce vatan!” diye haykıran ateşli milliyetçilerin kendilerine, sağlam bir uluslararası dayanışma olmadan ülkelerinin bir başına dünyayı hatta kendisini nükleer yıkımdan koruyup koruyamayacağını sorması gerek.
Ekolojik zorluk
İnsanlık önümüzdeki dönemlerde nükleer savaşın üstüne bir de 1964 yılının siyasi radarına pek takılmayan başkabir varoluşsal sorunla, ekolojik çöküşle yüz yüze gelecek. İnsanlar küresel biyosferin dengesini dört bir koldan bozuyor. Doğadan gittikçe daha fazla kaynak çıkartıp geriye yüklü miktarda atık ve zehirpompalayaraktoprağın, suyun ve atmosferin yapısını değiştiriyoruz.
Milyonlarca yılda şekillenmiş hassas ekolojik dengeyi ne denli farklı şekillerde bozduğumuzun ayırdında bile değiliz. Örneğin gübrelemede fosfor kullanımını düşünün. Fosfor ufak dozlarda bitkilerin yetiştirilmesi için elzem bir besin öğesidir. Ama fazla kullanıldığında zehirli hale gelir. Çağdaş sanayileşmiş tarım, tarlaların bolca fosforla suni gübrelenmesine dayanıyor ve tarlalardan boşalan aşırı fosfor yüklü atıklar nehirleri, gölleri ve okyanusları zehirleyip denizlerdeki yaşam üzerinde ciddi tahribata yol açıyor. Dolayısıyla Iowa’da mısır yetiştiren bir çiftçi istemeden de olsa Meksika Körfe-zi’ndeki balıkların ölümüne sebep verebiliyor.
Bu tür faaliyetler sonucunda habitatlar aşınıyor, hayvanların ve bitkilerin soyu tükeniyor ve Avustralya’daki Büyük Set Resifi ve Amazon yağmur ormanları gibi geniş kapsamlı ekolojik sistemler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Homo sapiens binlerce yıldır ekolojiyi hedef almış bir seri katil gibi davranıyor ama artık ekolojik anlamda kitlesel katliamlara yönelmeye başladı. Bu yoldan ilerlersek, sadece birçok yaşam türünün kökünü kazımakla kalmaz, medeniyetin temellerini de yıkarız.
Beklenen en korkutucu manzara da iklim değişikliği. İnsanlar yüzbin-lerce yıldır varlar ve bir sürü buz devri ve sıcak dönem atlattılar. Ancak tarım, şehirler ve karmaşık toplumların varlığı en fazla on bin yıl öncesine dayanıyor. Holosen olarak adlandırılan bu devirde Dünya’nın iklimi büyük ölçüde sabit seyrediyor. Holosen standartlarında en ufak bir sapma mevcut insan toplumlarını daha önce karşılaşmadıkları ölçüde muazzam zorluklara maruz bırakır. Milyarlarca kobayın açık uçlu bir deneye tabi tutulması gibi bir durum çıkar ortaya. İnsanların yarattığı medeniyetler eninde sonunda yeni koşullara ayak uyduracak olsa da bu uyum sürecinde kaç kişinin telefolacağı meçhul.
Bu dehşetverici deney harekete geçirildi bile. Gelecekte gerçekleşme ihtimali taşıyan nükleer savaşın aksine iklim değişikliği günümüzün gerçekliği. İnsan faaliyetlerinin, özellikle de karbondioksit gibi sera gazlarının salını-mının dünya iklimini korkutucu bir hızla değiştirdiği hususunda bilimsel bir fikir birliği var.7 Dönüşsüz bir felaketi tetikleyecek noktaya gelmeden atmosfere daha ne kadar karbondioksit salmayı sürdürebileceğimizi kimse bilmiyor. Fakat elimizdeki en geçerli bilimsel tahminlere göre, önümüzdeki yirmi yıl içinde sera gazı salınımını önemli ölçüde düşüremezsek ortalama küresel sıcaklık 2 “C’den8 fazla artarak çöllerin genişlemesine, buz tabakasının yok olmasına, okyanusların yükselmesine, kasırgave tayfun gibi şiddetli hava olaylarının daha sık yaşanmasına yol açacak. Bu değişimler sonucunda da tarımsal üretim baltalanacak, şehirleri sel basacak, dünyanın büyük bir kısmı yaşamaya elverişsiz hale gelecekve yüz milyonlarca göçmen barınacak yeni yerler aramaya koyulacak.
Dahası büyük bir hızla pek çok konuda taşma noktasına doğru ilerliyoruz. Bu aşamalardan sonra, sera gazı salınımında belirgin bir düşüş yaşansa da bu düşüş iklimsel eğilimi tersine çevirip tüm dünyayı vuracak bir faciayı engellemeye yetmeyecek. Örneğin küresel ısınma kutuplardaki buz örtüsünün erimesine neden oldukça, Dünya yüzeyinden atmosfer dışına daha az güneş ışığı yansıyacak. Bunun sonucunda gezegen daha fazla ısı emeceğinden sıcaklık daha fazla artacak ve buzullar daha hızlı eriyecek. Bu geribildirim döngüsü kritik eşiği aştıktan sonra karşı konulamaz bir ivme kazanacak ve insanlar kömür, akaryakıt ve gaz yakmayı bıraksa bile kutup bölgelerindeki tüm buzlar eriyecek. O yüzden önümüzdeki tehlikenin farkına varmak yeterli değil. Gerçekten bir şey yapmamız şart, hem de hemen.
Ne yazık ki 2018 itibarıyla sera gazı salınımının bırakın azaltılmasını küresel olarak artışını sürdürmesi sözkonusu. İnsanlığın fosil yakıt kullanma alışkanlığından kurtulmak için çok az vakti var. Hemen rehabilitasyon görmeye başlamalıyız. Seneye ya da önümüzdeki ay değil, şimdi. “Merhaba, ben Homo sapiens. Ben bir fosil yakıt bağımlısıyım.”
Milliyetçilik bu endişe verici tablonun neresine oturuyor? Ekolojik tehlikeye çözüm getirecek milliyetçi bir yaklaşım var mı? Ne kadar güçlü olursa olsun bir ülke tek başına küresel ısınmayı önleyebilir mi? Münferit ülkeler çevrenin yanı sıra ekonomiye de fayda sağlayabilecek bir dizi yeşil politikayı uygulamaya sokabilir elbette. Hükümetler karbon salınımını vergilendirebi-lir, benzin ve gaz fiyatına dışsallık maliyetini ekleyebilir, daha sağlam çevre yasalarını yürürlüğe sokabilir, çevreyi kirleten sanayiler yerine yenilenebilir enerjiye geçilmesini teşvik edebilir. Ayrıca bir tür ekolojik Manhattan Projesi misali, çığır açıcı doğa dostu teknolojilerin araştırılıp geliştirilmesi için daha çok fon sağlayabilirler. İçten yanmalı motor son yüz elli yılda pek çok gelişime çanak tuttu ama sarsılmaz bir fiziksel ve ekonomik ortamda yaşamayı sürdürmek istiyorsak kendisini emekliye ayırmalı ve yerine fosil yakıtla çalışmayan yeni teknolojiler koymalıyız.
Teknolojik atılımlar enerji dışında pek çok alanda da yardım sağlayabilir. Örneğin “temiz et” üretebilme ihtimalini düşünün. Günümüzde et endüstrisi duygu sahibi milyarlarca canlıya akıl almaz acılar çektirmenin yanında küresel ısınmanın asli nedenlerinden biridir; en büyük antibiyotik ve zehir tüketicilerinden; hava, toprak ve su kirliliğinin önde gelen mümessillerinden.
Makine Mühendisleri Kurumu’nun 2013 tarihli bir raporuna göre bir kilo sığır eti üretmek için 15 bin litre temiz su tüketmek gerekiyor. Bir kilo patates üretmek için gereken su miktarıysa 287 litre.”
Çevre üzerindeki baskı, Çin ve Brezilya gibi refah düzeyi artan ülkelerde daha fazla insanın patates yemeyi bırakıp düzenli olarak et tüketmeye başlamasıyla daha da artacak gibi görünüyor. Çinlileri ve Brezilyalıları biftek, ham-burgerve sosis yemektenvazgeçirmek zor olacaktır; Amerikalılarve Almanlar da cabası. Peki ya mühendisler hücrelerden et üretmenin bir yolunu bulursa? Hamburger mi istiyorsunuz? O zaman koca bir inek yetiştirip kesmekten ve bu hayvan leşini binlerce kilometre taşımaktansa hamburger yetiştirebilirsiniz.
Kulağa bilimkurgu gibi gelebilir ama dünyanın ilk temiz hamburgeri 2013 yılında üretilip yendi bile. Maliyeti 330 bin dolardı. Dört yıllık araştırma ve geliştirme sonucu bu miktarünite başına 11 dolara indirildi ve on yıl kadar sonra endüstriyel olarak üretilmiş temiz etin fiyatının hayvan keserek elde edilen etten daha ucuza geleceği tahmin ediliyor. Bu teknolojik gelişme milyarlarca hayvanı sefalet içinde geçen bir hayattan kurtarıp milyarlarca eksik besin alan insanı doyurmaya hizmet etmenin yanı sıra ekolojinin iflas etmesini engellemeye de katkı sağlayabilir.
Dolayısıyla iklim değişikliğini önlemek için hükümetlerin, şirketlerin ve bireylerin yapabileceği çok şey var. Ama etkili olabilmeleri için dünyanın her yerinde uygulanmaları gerek. Mesele iklim olduğunda ülkeler bağımsız değil. Kaderleri gezegenin diğer ucundaki insanların attığı adımların insafına kalıyor. Pasifik Okyanusu’nda bir ada ülkesi olan Kiribati Cumhuriyeti sera gazı salınımını sıfıra bile indirse, diğerülkeler aynı şeyiyapmadığı takdirde yine de sular altında kalır. Çad ülkedeki her çatıyı güneş panelleriyle donatsa, uzaklarda yaşayan yabancıların sorumsuz çevre politikaları yüzünden toprakları kurak çöllere dönecektir. Çin ve Japonya gibi güçlü ülkeler bile ekolojik anlamda bağımsız değil. Şangay’ı, Hong Kong’u ve Tokyo’yu yıkıcı seller ve tayfunlardan korumak için Çinlilerin ve Japonların, Rus ve ABD hükümetlerini “değişen bir şey yok” tavrından vazgeçirmeleri gerekir.
Milli soyutlanma iklim değişikliği bağlamında nükleer savaş bağlamından çok daha tehlikeli belki de. Kitlesel bir nükleer savaş tüm milletleri yok etme tehlikesi taşıdığından tüm milletler bu tehlikeyi önlemeyi eşit derecede önemser. Halbuki küresel ısınma muhtemelen değişik ülkelerde farklı etkiler gösterecek. Kimi ülkeler, öncelikle de Rusya, bu durumdan fayda bile sağlayabilir. Rusya’nın kıyı şeridinde nispeten daha az varlığı bulunuyor. Dolayısıyla Çin ve Kiribati’ye oranla suların yükselmesi konusunda daha az endişeleniyor. Ve yükselen sıcaklık Çad’ı çöle çevirecekken Sibirya’yı da dünyanın buğday ambarına dönüştürebilir. Üstelik kuzeydeki buzlar eridiğinde Rus hâkimiyetindeki Arktik rotalar küresel ticaretin anayolu haline gelebilir ve dünyanın kesişim noktası unvanı Singapur’dan Kamçatka’ya geçebilir.”
Aynı şekilde fosil yakıtlardan yenilebilir enerji kaynaklarına geçilmesi büyük ihtimalle kimi ülkelere diğerlerinden daha cazip gelecektir. Çin, Japonya ve Güney Kore yüklü miktarda petrol ve gaz ithalatına bağımlı. Bu yükten kurtulduk diye bayram edeceklerdir. Rusya, İran ve Suudi Arabistan ise petrol ve gaz ihracatına bağımlı. Petrol ve gaz birdenbire yerini güneş ve rüzgâr enerjisine bırakırsa bu ülkelerin ekonomileri çökecektir.
O nedenle Çin, Japonya ve Kiribati gibi ülkelerin küresel karbon salınımını bir an önce azaltmak konusunda çabalaması muhtemelken, Rusya ve İran gibi ülkeler o kadar hevesli olmayabilir. ABD gibi küresel ısınma sonucu kaybedecek çok şeyi olan ülkelerde bile tehlikeyi yeterince önemsemeyen dar görüşlü ve bencil milliyetçiler bulunabiliyor. Buna dair küçük ama aydınlatıcı bir örneği Ocak 2018’de, ABD yurtdışından gelen güneş panelleri ve güneş enerjisi teçhizatına yüzde 30 gümrük vergisi getirip, yenilenebilir enerjiye geçişi yavaşlatma pahasına, Amerikalı güneş enerjisi üreticilerini desteklemeye karar verdiğinde gördük.
Atom bombası kimsenin göz ardı edemeyeceği derecede bariz ve aniden olup bitebilecek bir tehdit. Oysa küresel ısınma daha örtük ve uzun vadeye yayılan bir musibet. Bu sebeple kısa zamanda uzun soluklu çevresel sorunlara yönelik sancılı fedakârlıklarda bulunmak gerektiğinde milliyetçiler, milletin acil ihtiyaçlarını ön plana alıp çevreyle sonra ilgileniriz ya da başkaları düşünsün diye kendilerini avutma eğilimi gösterebiliyor. Öte yandan sorunu topyekûn yadsımaları da mümkün. Küresel ısınmadan kuşku duymanın milliyetçi sağcılara özgü olması bir rastlantı değil. Sol tandanslı bir sosyalistin, “İklim değişikliği Çinlilerin uydurmasıdır,” diye tweet attığını pek göremezsiniz. Küresel ısınmaya milli bir cevap olmadığından, kimi milliyetçi siyasetçiler böyle bir sorun olmadığına inanmayı tercih ediyorlar.
Teknolojik zorluk
Aynı dinamikler milliyetçiliği 21. yüzyılın üçüncü varoluşsal tehdidine, teknolojik sıçramaya çare olmaktan da mahrum edebilir. Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi bilişim teknolojileriyle biyoteknoloji, dijital diktatörlüklerden küresel ölçekte işlevsizliğe bir dolu kıyamet senaryosunun kapısını aralıyor. Peki milliyetçiliğin bu müsibetlere bir cevabı var mı?
Milliyetçiliğin bir cevabı yok. Ulus-devlet iklim değişikliği gibi teknolojik sıçrama konusunda da tehdidi ele almak için yanlış bir çerçeve. Araştırma ve geliştirme tek bir ülkenin tekelinde olmadığından, ABD gibi bir süpergüç bile bu unsurlara kendi başına gem vuramaz. ABD hükümeti genetik mühendislik eseri insan embriyolarını yasakladığında bu yasak Çinli mühendisleri bağlamayacak. Ve ortaya çıkan gelişmeler Çin’e önemli ekonomik ya da askeri avantajlar bahşederse ABD de yasağı kaldırmaya meyledecek. Hele hele yabancı düşmanlığının kol gezdiği bu kurtlar sofrasında tek bir ülkenin yüksek risk-yüksek kazanç güdümlü bir teknolojik rotayı tercih etmesi, diğer ülkelerin de aynı yoldan ilerlemeye mecbur kalmasına sebep verir çünkü kimse geride kalmayı göze alamaz. Bu şekilde bir dibe vurma yarışını engellemek için insanlığın bir tür küresel kimliğe ve küresel sadakate ihtiyacı olacaktır.
Dahası nükleer savaş ve iklim değişikliği insanlığın ya lnızca fiziksel varlığını tehdit ediyorken, teknolojik sıçramalar insanlığın doğasını değiştirme potansiyeli taşıyor ve bu sebeple de insanların en temel etik ve dini inançlarıyla iç içe geçmiş durumda. Nükleer savaşın ve ekolojik çözülmenin engellenmesi gerektiğinde herkes mutabık ama biyomühendislik ve yapay zekânın insanları üst seviyelere taşımak ve yeni yaşam formları yaratmak için kullanımı konusunda oldukça farklı görüşler var. İnsanlıkdünya genelinde kabul gören etik esaslar tasarlayıp bunları yürürlüğe sokmayı başaramazsa, ortalık Dr. Frankenstein örnekleriyle dolup taşabilir.
Bu tür etik esaslar belirlemek sözkonusu olduğunda, milliyetçilik her şeyden önce hayal gücü kıtlığından mustarip. Milliyetçiler yüzlerce yıl süren bölgesel çatışmalar üzerinden düşünüyor ama aslında 21. yüzyılın teknoloji devrimlerini kozmik ölçekte değerlendirmek gerek. Doğal seçilimle evrimle-şen dört milyar yıllık organik yaşamın ardından bilim akıllı tasarımla şekillendirilmiş inorganik yaşam çağını açıyor.
Bu süreç içinde Homo sapiens’in kendisi muhtemelen yok olacak. Biz hâlâ insangiller familyasına dahiliz. Pek çok açıdan hâlâ Neandertaller ve şempanzelerle aynı bedensel özelliklere, fiziksel becerilere ve zihinsel yetilere sahibiz. Sadece ellerimiz, gözlerimiz ve beynimiz değil tutkumuz, sevgimiz, sinirimiz ve toplumsal bağlarımız da belirgin biçimde insangiller familyasına özgü. Biyoteknoloji ve yapay zekâ birlikteliği bir iki yüzyıl içinde ortaya insangillere özgü kalıpları tamamen kıran bedensel, fiziksel ve zihinsel nitelikler çıkarabilir. Hatta kimileri bilincin herhangi bir organik yapıdan ayrıştırılıp tüm biyolojik ve fiziksel kısıtlamalardan kurtulmuş vaziyette siber âlemde dolanabileceğine bile inanıyor. Öte yandan zekâyla bilincin birbirinden büsbütün ayrıldığına şahit olabiliriz ve yapay zekânın daha da gelişmesiyle dünyaya süper zeki ama tam anlamıyla bilinçten yoksun var-lıklar hükmedebilir.
İsrail, Rusya ya da Fransa milliyetçiliğinin bu konuda söyleyecek nesi olabilir? Yaşamın geleceğine ilişkin akıllı seçimler yapabilmek için milliyetçi bakış açısının ötesine geçip olaylara küresel ve hatta kozmik bir çerçeveden bakmalıyız.
Dünya uzaygemisi
Bu üç sorundan her biri; nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama insanların yarattığı medeniyetin geleceğini tehdit etmeye muktedir. Ama hepsi bir araya geldiğinde, özellikle de birbirlerini destekleyip şiddetlendireceklerinden, ortaya akla hayale sığmayan bir varoluşsal kriz tablosu çıkıyor.
Mesela ekolojik kriz bildiğimiz anlamda medeniyetin varlığını tehdit etse de yapay zekâ ve biyomühendisliğinin önünü kesmesi pek mümkün görünmüyor. Yükselen okyanus sularının, azalan gıda kaynaklarının ve kitlesel göçlerin dikkatimizi algoritma ve genlerden uzaklaştıracağını umuyorsanız tekrar düşünün. Ekolojik kriz şiddetlendikçe yüksek risk, yüksek kazanç getiren teknolojilerin gelişimi olsa olsa daha da artar.
Hatta iklim değişikliği pekâlâ dünya savaşlarının gördüğü işlevin aynısını görebilir. 1914 ila 1918 ve sonra tekrar 1939 ila 1945 yıllarında teknolojik gelişim hızı tavan yaptı çünkü topyekûn savaşa giren milletler tedbirli ve ekonomik davranmayı bırakıp her tür cesur ve akıl almaz projeye muazzam kaynaklar aktardı. Bu projelerin çoğu başarısız oldu ama kiminin sonucunda tanklar, radar sistemleri, zehirli gazlar, süpersonikjetler, kıtalararası füzeler ve nükleer bombalar ortaya çıktı. Aynı şekilde iklim felaketiyle karşı karşıya kalan milletler de umutlarını dehşet verici teknolojik risklere bağlamayı tercih edebilir. İnsanlığın yapay zekâ ve biyomühendislik konularında pek çok geçerli endişesi var ama insanlar kriz anlarında riskli eylemlerde bulunurlar. Zarara yol açacak teknolojiler hangi yasalarla kontrol edilmeli diye düşünüyorsanız, bir de iklim değişikliği küresel gıda sıkıntısına, dünyanın çeşitli yerlerindeki şehirlerin su altında kalmasına ve yüz milyonlarca insanın sınıraşırı göç etmesine sebep verdiğinde de bu yasalar geçerliliğini korur mu diye sorun kendinize.
Bunun akabinde teknolojik sıçramalar hem küresel gerilimi artırarak hem de nükleer güç dengesini bozarak kıyamet savaşları riskini yükseltebilir. Süpergüçler 1950’lerden bu yana birbiriyle çatışmaktan sakındı çünkü savaş çıkmasının iki tarafın birden imhasıyla sonuçlanacağını biliyorlardı. Ama yeni saldırı ve savunma silahları meydana çıkınca, teknolojik açıdan yükselişe geçen bir süpergüç kendisine bir zarar gelme riski olmadan düşmanlarını yok edebileceğine kanaat getirebilir. Buna karşılık düşüşe geçen güç, geleneksel nükleer silahlarım yakın zamanda kullanılmaz hale gelecek, en iyisi silahlar elden gitmeden bunları kullanayım, diye düşünebilir. Karakteristik olarak nükleer karşılaşmalar aşırı rasyonel bir satranç oyununu çağrıştırıyordu. Peki ya oyuncular siber saldırıyla rakibin taşlarını ele geçirebildiğinde, kimliği belirsiz üçüncü bir tarafkendini ele vermeden bir piyonu ileri sürebildiğinde ya da AlphaZero bildiğimiz satranç oyununu bırakıp nükleer satranç oynamaya başladığında ne olacak?
Farklı sorunlar birbirini kışkırtabildiği gibi bir sorunla yüzleşmek için gerekli iyi niyetli girişimler de başka bir cephedeki sorunlar tarafından baltalanabilir. Silahlı rekabete kilitlenmiş ülkelerin yapay zekânın geliştirilmesini sınırlandırmak konusunda uzlaşmaya varması pek mümkün değil ve rakiplerinin teknolojik başarılarını geride bırakmak isteyen ülkelerin iklim değişikliğini durduracak ortak bir plan üzerinde mutabakata varması oldukça zor. Dünya rakip milletlere bölünmüş kaldığı sürece bu üç sorunun hepsiyle aynı anda başa çıkmak çok güç olacaktır ve tek bir cephede başarısız olunması bile felaketle sonuçlanabilir.
Sonuç olarak, dünyada esen milliyetçilik rüzgârı tarihi 1939’a ya da 1914’e geri saramaz. Teknoloji hiçbir milletin tek başına çözemeyeceği çapta varo-luşsal tehditler yaratarak her şeyi değiştirdi. Ortak bir kimlik oluşturmak için en iyi katalizör ortak düşmandır ve artık insanlığın en az üç ortak düşmanı var: nükleer savaş, iklim değişikliği ve teknolojik sıçrama. İnsanlar bu ortak tehditlere karşın kendi vatanlarına bağlılıklarını her şeyin üstünde tutmayı tercih ederse, doğacak sonuçlar 1914 ve 1939′ dakinden çok ama çok daha vahim olabilir.
Avrupa Birliği Anayasası çok daha iyi bir rota çizerek şöyle diyor: “Avrupa insanları kendi milli kimlikleri ve tarihlerinden gurur duymaklabirlikte eski ayrılıkları aşıp çok daha sağlam bağlarla birleşerek ortak bir yol çizmekte kararlıdır.” Bu tüm milli kimliklerin ortadan kaldırılması ve insanlığın tek ton gri bir balçığa dönüştürülmesi anlamına gelmiyor. Tüm vatansever ifadeleri men etme anlamına da gelmiyor. Aksine Avrupa Birliği kıtayı koruyan askeri ve ekonomik bir kabuk oluşturarak Flandra, Lombardiya, Katalonya ve İskoçya gibi yerlerde yerel vatanseverlik duygularının gelişmesine katkı sağladı denilebilir. Alman istilasından korkmanıza gerek yoksa ve küresel ısınma ve küresel şirketlere karşı arkanızda ortak bir Avrupa cephesi varsa, bağımsız bir İskoçya ya da Katalonya kurma fikri çok daha cazip gelebilir.
Dolayısıyla Avrupalı milliyetçilerin rahatı yerinde. Tüm bu millete dönme laflarına rağmen pek az Avrupalı milleti için ölmeyi veya öldürmeyi gerçekten göze alır. William Wallace ve Robert Bruce dönemlerinde Londra’nın pençesinden kurtulmak istendiğinde bunu gerçekleştirebilmek için bir ordu toplamak gerekiyordu. Oysa 2014 İskoç referandumunda tek bir kişi bile ölmedi ve bir dahaki sefere sandıktan bağımsızlık çıkarsa, Bannockburn Muharebesi’nin yeniden yaşanması gibi bir ihtimal görünmüyor. Katalan-ların İspanya’dan ayrılma girişimleri epey şiddete yol açsa da 1939’da ya da 1714’te Barselona’da yaşanan vahşetle kıyaslanamaz.
Dünyanın geri kalanı da Avrupa örneğini feyzalabilir belki. İnsanın kendi vatanının eşsizliğini yüceltebileceği ve vatanına karşı sorumluluklarının altını çizen türde bir vatanseverlik, birleşmiş bir dünyada dahi mümkün. Fakat hayatta kalmak ve gelişmek istiyorsak, bu tür sadakatleri küresel bir topluluğa karşı büyük sorumluluklarımızla bağdaştırmak dışında pek bir seçeneğimiz yok. Bir insan aynı anda ailesine, komşusuna, işine ve vatanına sadık olabilir ve olmalıdır; neden bu listeye insanlık ve Dünya gezegeni de eklenmesin ki? Birden fazla şeye sadık olduğunuzda kimi zaman çelişkiler yaşanmasının kaçınılmaz olduğu doğrudur. Ama kim demiş hayat basit bir şeydir diye? Başa çıkacağız işte.
Önceki yüzyıllarda millet kimliklerinin oluşturulma sebebi insanların yerel kabileleri aşan ve ancak ülke çapında işbirliği yaparak halledebilecekleri sorunlarla karşılaşmış olmalarıydı. 21. yüzyılda milletler de eski kabilelerin durumunda; çağın getirdiği en mühim zorlukları çekip çevirmeye uygun bir yapı değil artık. Milli kurumlar bir dizi küresel açmazı ele almaya muktedir olmadığından, yeni bir küresel kimliğe ihtiyacımız var. Artık küresel bir ekolojimiz, küresel bir ekonomimiz ve küresel bir bilimimiz var ama hâlâ safi milliyetçi siyasete takılıp kalmış vaziyetteyiz. Bu uyumsuz eşleşme siyasi sistemin temel sorunlarımıza etkin bir şekilde karşılık vermesini engelliyor. Etkin bir siyaset için ya ekolojiyi, ekonomiyi ve bilimsel ilerlemeyi küresellikten çıkaracağız ya da siyaseti küreselleştireceğiz. Ekolojiyle bilimi küresel olmaktan çıkarmak imkânsız, ekonomiyi küresellikten çıkarmanın astarı yüzünden pahalı olacağından tek gerçek çözüm siyaseti küreselleştir-mek. “Küresel hükümet” kurmayı kastetmiyorum; şaibeli ve gerçekdışı bir fikir bu. Siyaseti küreselleştirmek, daha ziyade ülkelerin ve hatta şehirlerin siyasi dinamiklerinde küresel sorunlara ve çıkarlara daha büyük önem vermek anlamına geliyor. Milliyetçi yaklaşımların bu alanda sağlayacağı bir fayda yok gibi görünüyor. O halde dünyayı birleştirmeye yardımcı olması için insanlığın evrensel dini geleneklerinden medet umabilir miyiz acaba? Yüzlerce yıl önce Hıristiyanlık ve İslam gibi dinler zaten yerel değil küresel ölçekte algılanıyordu ve oldum olası şu veya bu milletin siyasi mücadelesinden ziyade yaşama dair büyük meseleleri ele alma derdindeydiler. Peki ama geleneksel dinler hâlâ geçerli mi? Dünyayı şekillendirme güçlerini muhafaza ediyorlar mı, yoksa bunlar çağdaş devletlerin, ekonomilerin ve teknolojilerin muazzam güçleri tarafından oraya buraya serpiştirilmiş geçmişten kalma etkisiz şeyler mi?
Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders