Göç: Kimi kültürler diğerlerinden daha mı iyi? – Yuval Noah Harari

268

Türkiye’nin sınırı geçmek isteyen Suriyeli mültecilere izin vermek gibi ahlaki bir zorunluluğu olabilir. Fakat bu mülteciler daha sonra İsveç’e geçmeye çalışırsa İsveç bunu kabul etmeye mecbur değil. İş ve refah arayan göçmenlere gelince, alınıp alınmamak ya da hangi koşullarda alınacakları tamamen ev sahibi ülkenin bileceği bir şey.
Göçmenlik karşıtları her insan topluluğunun en temel haklarından biri­nin kendini her tür (ister ordu ister göç yoluyla) işgalden korumak olduğunu vurguluyor. İsveçliler varsıl bir liberal demokrasi kurabilmek için çok çalı­şıp türlü fedakârlıklarda bulundular ve Suriyeliler aynısını başaramadıysa bunun suçlusu İsveçliler değil.

Küreselleşme gezegenimizdeki kültürel farkları büyük ölçüde azaltmış olsa da yabancılarla karşılaşmayı ve onların değişik huylarından rahatsızlık duy­mayı da o ölçüde kolaylaştırdı. Anglosakson İngiltere’yle Hindistan’ın Pala İmparatorluğu arasındaki fark, çağdaş Birleşik Krallık’la çağdaş Hindistan arasındaki farktan fersah fersah fazlaydı ancak Kral Büyük Alfred dönemin­de Londra’dan Delhi’ye direk uçuş sağlayan bir British Airways yoktu.

İş, güvenlik ve daha iyi bir gelecek arayışıyla gittikçe daha çok insan git­tikçe daha çok sınırı geçmeye başlayınca, yabancılarla karşı karşıya kalma, asimile etme ve dışlama gibi gereklilikler daha katı dönemlerde şekillenmiş siyasi sistemler ve ortak kimliklerde gerginliğe yol açtı. Bu sorun en keskin şekilde Avrupa’da cereyan ediyor. Avrupa Birliği Fransız, Alman, İspanyol ve Yunanlar arasındaki kültürel farkların ötesine geçme umuduyla kurulmuştu. Aynı birlik Avrupalılarla Afrika ve Ortadoğu’dan gelen göçmenler arasında­ki farklılıkları barındıramadığı için dağılabilir. İşin ilginç tarafı, bu kadar göçmeni Avrupa’ya çeken de bizzat Avrupa’nın zengin bir çokkültürlü sistem yaratmadaki başarısıydı. Suriyelilerin Suudi Arabistan, İran, Rusya ya da Ja­ponya yerine Almanya’ya göç etmeyi tercih etme nedeni Almanya’nın diğer olası istikametlerden daha yakın ya da daha zengin olması değil göçmenleri karşılama ve içine alma konularında daha iyi bir sicile sahip olmasıdır.

Yükselen mülteci ve göçmen dalgası Avrupalılar arasında farklı tepkilere yol açıp Avrupa’nın kimliği ve geleceği hakkında tatsız tartışmaları tetikli-yor. Bazı Avrupalılar Avrupa’nın kapılarını sıkıca kapamasını talep ediyor: Bu insanlar Avrupa’nın çokkültürlü ve toleranslı ideallerine ihanet mi edi­yorlar yoksa sadece bir felaketi önlemek adına akıllıca önlemler mi almaya çalışıyorlar? Bazıları da kapıların daha da açılmasını savunuyor: Bu insanlar Avrupa’nın temel değerlerine sadıklar mı yoksa Avrupa’nın sırtına gerçekleş­mesi imkânsız beklentiler yükledikleri için suçlular mı? Göçle ilgili bu tar­tışma genellikle kimsenin birbirini dinlemediği bir ağız dalaşına dönüşüyor. Konuya açıklık getirmek için göç meselesini üç temel durum ya da koşul doğ­rultusunda ele almak fayda sağlayabilir:

ı. Koşul: Ev sahibi ülke göçmenleri kabul eder.

  1. Koşul: Karşılığında göçmenler geldikleri ülkenin en azından temel normlarını ve değerlerini kabul etmek durumundadırlar; bu du­rum kendi geleneksel norm ve değerlerinden bazılarını bırakmala­rını gerektirse de.
  2. Koşul: Göçmenler yeterli ölçüde asimile olurlarsa zaman içinde geldikleri ülkenin eşit ve asli üyeleri sayılırlar. “Onlar” sıfatından kurtulup “biz” haline gelirler.

Bu koşullar, her bir koşulun ne ifade ettiğine dair üç ayrı tartışma doğuru­yor. Dördüncü bir tartışma da bu koşulların sağlanması hakkında. İnsanlar göç hakkında tartışırken bu dört ayrı tartışma birbirine girdiği için kimse ne üzerine tartışıldığını anlayamıyor. O yüzden her birini tek tek ele almak en doğrusu.

ı. Tartışma: Göç meselesinin ilk maddesi sadece ev sahibi ülkenin göçmen­leri kabul ettiğini ifade ediyor. Peki bu bir görev gibi mi, yoksa lütuf gibi mi anlaşılacak? Ev sahibi ülke gelen herkese kapılarını açmak zorunda mı, yoksa istediğini seçme veya göç alımını toptan durdurma hakkı var mı? Göç taraftarları, ülkelerinin ahlaken sadece mültecilerin değil yoksulluk çeken ülkelerden iş ve daha iyi bir gelecek arayışıyla gelenlerin de kabul edilme­siyle yükümlü olduğunu düşünüyor gibi. Bilhassa böyle küresel bir dünyada tüm insanların tüm diğer insanlara karşı ahlaki yükümlülükleri vardır ve bu yükümlüklerden kaçanlar bencil hatta ırkçıdır.

Ayrıca çoğu göçmenlik taraftarı göçü tamamen engellemenin imkânsız olduğunu ve ne kadar duvar ve çit çekersek çekelim çaresiz insanların içeri sızmanın bir yolunu bulacağını vurguluyor. Bu yüzden insan ticareti, ya­sadışı işçiler ve resmi belgesi bulunmayan çocuklardan oluşan büyük bir yeraltı dünyası yaratmaktansa göçü yasallaştırmak ve konuyla resmen ilgi­lenmek daha iyi.

Göç karşıtları buna cevap olarak yeterli güç kullanırsanız göçü tamamen engelleyebileceğinizi ve belki vahşi infazlardan kaçan mülteci durumları dışında kimseye kapınızı açmak zorunda olmadığınızı söyleyerek karşılık veriyor. Türkiye’nin sınırı geçmek isteyen Suriyeli mültecilere izin vermek gibi ahlaki bir zorunluluğu olabilir. Fakat bu mülteciler daha sonra İsveç’e geçmeye çalışırsa İsveç bunu kabul etmeye mecbur değil. İş ve refah arayan göçmenlere gelince, alınıp alınmamak ya da hangi koşullarda alınacakları tamamen ev sahibi ülkenin bileceği bir şey.

Göçmenlik karşıtları her insan topluluğunun en temel haklarından biri­nin kendini her tür (ister ordu ister göç yoluyla) işgalden korumak olduğunu vurguluyor. İsveçliler varsıl bir liberal demokrasi kurabilmek için çok çalı­şıp türlü fedakârlıklarda bulundular ve Suriyeliler aynısını başaramadıysa bunun suçlusu İsveçliler değil. İsveçli seçmenler herhangi bir sebeple daha fazla Suriyeli göçmen istemezse, göçmenleri geri çevirme hakları var. Ve bazı göçmenleri kabul ederlerse, bunu zorunluluktan değil lütfettikleri için yaptıkları kesinlikle bilinmeli. Yani İsveç’e girmesine izin verilen göçmen­ler, kendi memleketlerindeymiş gibi bir dizi taleple geleceklerine, sağlanan imkânlara son derece minnettar olmalılar.

Dahası göçmenlik karşıtları, bir ülke istediği göçmenlik politikasını uy­gulayabilir ve isterse sadece sicil ya da mesleki becerileri değil din gibi konu­ları da inceleme altına alabilir diyorlar. İsrail gibi bir ülke sadece Yahudileri kabul ederse, Polonya gibi bir ülke Ortadoğu’dan gelenleri sadece Hıristiyan olmak şartıyla alırsa, bu nahoş bir durum olur ama tercih gayet tabii İsrailli ve Polonyalı seçmenlere kalmış.

İşleri karıştıran şu ki, çoğu durumda insanlar ne yardan geçmek isti­yor ne serden. Birçok ülke yabancıların enerji, beceri ve ucuz işgücünden faydalanmak için yasadışı göçe göz yumuyor ve hatta geçici süreli yabancı işçi alımına gidiyor. Ancak aynı ülkeler sonrasında göçmen istemediklerini söyleyip bu insanlara yasal bir statü tanımayı reddediyorlar. Uzun vadede bu yaklaşım Katar ve pek çok diğer Körfez ülkesinde olduğu gibi üst sınıfla­rın güçsüz yabancıları istismar ettiği hiyerarşik bir toplum yapısına sebep olabilir.

Bu tartışma karara bağlanmadıkça, bunu takip eden tüm soruları cevap­lamak son derece güç. Göç taraftarları insanların istekleri doğrultusunda başka bir ülkeye göç etme hakkı ve ev sahibi ülkenin bu insanları kabul etme yükümlülüğü taşıdığını düşündüğünden, göç hakkı ihlal edilince ve ülkeler kabul yükümlülüklerini yerine getirmekten geri durunca manevi öfke nö­betlerine girerek tepki veriyorlar. Bu tür bir bakış açısını göç karşıtlarının aklı almıyor. Onlara göre göçmenlik bir ayrıcalık, kabul de lütuf. Başkaları­nın ülkelerine girmesine izin vermiyorlar diye insanları ırkçılık ya da faşist­likle suçlamak da neyin nesi?

Göçmenlerin girişine izin vermek bir görev değil de bir lütuf olsa bile göç­menler yerleştikten sonra ev sahibi ülke zaman içinde bu insanlara ve onla­rın çocuklarına karşı bir sürü yükümlülük altına giriyor elbette. O yüzden günümüzde ABD’de görülen Yahudi karşıtlığı, “Büyük büyükanneni 1910’da bu ülkeye alarak lütufta bulunduğumuz için şimdi sana istediğimiz gibi dav­ranırız,” diyerek gerekçelendirilemez.

  1. Tartışma: Göç meselesinin ikinci maddesi, kabul edilen göçmenlerin ye­rel kültüre asimile olma zorunluluğu bulunduğunu öne sürüyor. Peki bu asimilasyonun sınırı ne olacak? Göçmenler ataerkil bir toplumdan liberal bir topluma gittiklerinde feminist olmak zorundalar mı? Son derece dindar bir toplumdan geldikleri halde laik bir dünya görüşü edinmeleri mi gereki­yor? Geleneksel kıyafetlerini ve yemekle ilgili tabularını değiştirmeleri mi lazım? Göçmenlik karşıtları çıtayı yüksek tutarken göç taraftarları çok daha aşağılara çekiyor.

Göçmen alımını savunanlar, Avrupa’nın zaten inanılmaz çeşitlilikte bir yer olduğunu ve yerel halkın da çeşitli fikir, alışkanlık ve değer barındırdı­ğını öne sürüyor. Avrupa’yı canlı ve güçlü kılan şey bu. Göçmenler neden az sayıda Avrupalının gerçekten itimat ettiği hayali bir Avrupalı kimliği­ne bağlı kalmaya zorlansın? Çoğu İngiliz vatandaşı kiliseye bile gitmezken İngiltere’ye göç eden Müslümanları Hıristiyanlığı benimsemeye mi zorla­yacağız? Pencap’tan gelen göçmenler baharatlı soslarını bırakıp kızarmış patates ve balıkla Yorkshire pudingi yemeye mi başlasın? Avrupa’nın bir­takım temel değerleri varsa, bunlar hoşgörü ve özgürlüğe dayalı liberal de­ğerlerdir. Bu doğrultuda, Avrupalıların göçmenlere de hoşgörü göstermesi ve başkalarının özgürlüklerine ve haklarına zarar vermemek suretiyle bu insanlara geleneklerini sürdürme özgürlüğü tanıması icap eder.

Göçmen alımına karşı gelenler hoşgörü ve özgürlüğün Avrupa’nın en önemli değerleri olduğunda hemfikir ve çoğu göçmen grubunu, bilhassa da Müslüman ülkelerden gelenleri hoşgörüsüzlükle, kadın, eşcinsel ve Yahu­di düşmanlığıyla suçluyorlar. Avrupa tam da hoşgörüye değer verdiği için bu kadar hoşgörüsüz insanı kabul edemez. Hoşgörülü bir toplum küçük bir hoşgörüsüz azınlıkla başa çıkabilir ama bu tür uç görüşlülerin sayısı belli bir eşiği aşarsa tüm toplum yapısı değişir. Avrupa çok fazla Ortadoğulu göç­men alırsa, sonunda Ortadoğu’dan farkı kalmaz.

Diğer göçmen karşıtları daha da ileri gidiyor. Milli bir topluluğu oluş­turan şeyin birbirine hoşgörüyle yaklaşan insanlardan çok daha öte bir şey olduğunu öne sürüyorlar. Dolayısıyla göçmenlerin Avrupa’nın hoşgörü esas­larına uyması yetmez. İngiliz, Alman ya da İsveç kültürünün kendine has farklı öğelerine de uyum sağlamaları gerek. Yerel kültür bu insanları içine alarak zaten büyük bir risk ve masraf altına giriyor. Bir de kendini ateşe at­masına lüzum yok. Bütünlüklü bir asimilasyon talep etmek, nihayetinde tam bir eşitlik sunan kültürün hakkı. Göçmenlerin İngiliz, Alman ve İsveç kül­türlerinin birtakım cinslikleriyle sorunuvarsa başka yere gitsinler.

Bu tartışmanın iki kilit meselesi, göçmenlerin hoşgörüsüzlüğü ve Avru­pa kimliği hakkında ortak kanılar bulunmaması. Göçmenler gerçekten de onulmaz bir hoşgörüsüzlük içindeyse, şimdi göçmen alımını savunan pek çok liberal Avrupalı er ya da geç fikrini değiştirip göçmenlere kıyasıya karşı çıkabilir. Ama çoğu göçmen liberalse ve din, cinsiyet ve siyaset konularında açık görüşlü bir tavır sergilerse göçmen alımına karşı en geçerli savlardan bazıları sarsılmış olur.

Böyle bir durumda bile Avrupa milletlerinin kendilerine has kimlikleri­ne ilişkin sorunun ucu açık kalıyor. Hoşgörü evrensel bir değer. Fransa’ya gelen tüm göçmenlerin kabul etmesi gereken Fransa’ya özgü normlar ve de­ğerler, Danimarka’ya gelen göçmenlerin kucaklaması gereken Danimarka’ya özgü normlar ve değerler var mı? Avrupalılar bu sorunun cevabı konusunda amansız bir ayrılığa düştükleri müddetçe net bir göçmen politikası gelişti­rilmesi zor. Fakat Avrupalılar kim olduklarına karar verirlerse, 500 milyon Avrupalının bir milyon göçmeni sindirmesi de kovması da işten bile değil.

  1. Tartışma: Göç meselesinin üçüncü maddesi, göçmenler gerçekten de asi-mile olmak için canı gönülden çaba sarfeder ve özellikle de hoşgörü ilkesini benimserlerse göç ettikleri ülkenin görevi onlara birinci sınıfvatandaş mua­melesi yapmaktırdiyor. Peki göçmenlerin toplumun gerçekbir parçası haline gelmesi için ne kadar süre geçmesi gerek? Cezayir’den gelen ilk nesil göçmen­ler aradan yirmi yıl geçmesine rağmen tamamen Fransız muamelesi görmü­yorsa duruma içerlemeliler mi? Peki ya dedeleri, nineleri 1970’lerde Fransa’ya gelmiş üçüncü nesil göçmenler?

Göçmenlik taraftarları hızlı bir kabul sürecinden yana tavır sergilerken göçmenlik karşıtları daha uzun bir geçiş sürecinden yana. Göç taraftarlarına göre üçüncü nesil göçmenler eşit vatandaş kabul edilip bu doğrultuda mua­mele görmüyorsa, ev sahibi ülke görevini yerine getirmiyor demektir ve bu durum gerginliğe, düşmanlığa hatta şiddete yol açtığında bunun tek suçlusu o ülkenin ayrımcı tavrıdır. Göç karşıtlarına göre böyle abartılı beklentiler so­runun büyük bir kısmını oluşturuyor. Göçmenler sabırlı olmalı. Dedeleriniz buraya sadece kırk yıl önce geldi ve hâlâ yerli halk muamelesi görmüyorsu­nuz diye sokaklara dökülüyorsanız sınavı geçemediniz demektir.

Bu tartışmanın kökeninde yatan sorun kişisel zaman ölçeğiyle kolektif zaman ölçeği arasındaki fark. İnsan toplulukları açısından bakınca kırk yıl kısa bir zaman. Otuz kırk yıl içinde toplumun yabancı grupları bütünüyle özümsemesini beklemek güç. Roma İmparatorluğu, halifelikler, Çin impara­torlukları ve ABD gibi daha önce yabancıları bünyesine almış medeniyetle­rin böyle bir dönüşümü tamamlaması otuz kırk yıl değil yüzyıllar sürmüş.

Fakat kişisel açıdan bakınca kırk yıl sittinsene gibi gelebilir. Dedesi, ni­nesi Fransa’ya göçtükten yirmi yıl sonra doğmuş bir genç için Cezayir’den Marsilya’ya yolculuk çok eski bir hikâyedir. Kendisi de tüm arkadaşları gibi Fransa’da doğmuştur, Arapça değil Fransızca konuşuyordur ve Cezayir’e adımını bile atmamıştır. Ev diye bildiği tek yer Fransa’dır. Şimdi nasıl oluyor da burası senin evin değil diyor, hiç yaşamamış olduğu bir yere “geri dönme­si” gerektiğini söylüyorlar?

Avustralya’dan getirilmiş bir okaliptüs tohumunun Fransa’da ekilmesine benziyor durum. Ekolojik açıdan okaliptüs ağaçları işgalcidir ve botanikçile­rin bu ağaçları Avrupa’nın yerel ağacı sınıfına sokabilmesi için birkaç nesil yetişmesi gerekir. Ama ağaç kendini Fransız sayar. Fransız suyuyla sulan­mazsa ölür. Sökmeye çalışırsanız tıpkı yerel meşe ve çamlar gibi onun da Fransa toprağına kök saldığını görürsünüz.

  1. Tartışma: Göç meselesinin doğru tanımı hakkındaki tüm bu anlaşmaz­lıkların üzerine esas soru, bu mekanizmanın işleyip işlemediği. İki taraf da yükümlülüklerini yerine getiriyor mu?

Göçmenlerin kabul edilmesini istemeyen taraf, göçmenlerin ikinci ko­şulu yerine getirmediğini iddia ediyor. Asimile olmak için gerçekten çaba göstermiyorlar ve çoğu hoşgörüsüz ve ayrımcı dünya görüşlerini koruyor. Dolayısıyla geldikleri ülkenin üçüncü koşulu sağlamak (göçmenlere birinci sınıf vatandaş muamelesi yapmak) gibi bir zorunluluğu yok ve birinci koşulu (göçmenleri kabul etmeyi) yeni baştan değerlendirmek için geçerli sebepleri var. Belli bir kültürden gelen insanlar göç koşullarını yerine getirmeye gö­nülsüz davranmayı mütemadiyen sürdürüyorsa, neden bu gruba dahil daha çok insan kabul edilip daha büyük sorunlara yol açılsın?

Göçmenleri destekleyen taraf bu argümana, esasen ülkelerin üzerine dü­şeni yapmadığını söyleyerek cevap veriyor. Göçmenlerin büyük bir çoğun­luğu asimile olmaya ellerinden geldiğince gayret etse de ev sahibi topluluk bunu zorlaştırıyor ve daha da fenası, başarıyla asimile olmuş göçmenlerin ikinci ve üçüncü nesilleri bile hâlâ ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor. Tabii her iki tarafın da üzerine düşeni yapmayıp kısır döngü içinde birbirle­rinin kuşkularını ve kinlerini kamçılaması da mümkün.

Sözkonusu üç koşulun neye tekabül ettiği açıklığa kavuşturulmadan bu üçüncü tartışma karara bağlanamaz. Özümseme yükümlülük mü lütuf mu, göçmenlerin ne ölçüde asimile olması gerekir ve göçmenlerin geldiği ülke ne kadar sürede kendilerine eşit birer vatandaş gibi davranmalıdır bilmeden ta­rafların yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini tartamayız. Başka bir sorun da hesap sormakla ilgili. Göç meselesini değerlendirirken her iki taraf da uyumluluktan ziyade ihlallere ağırlık veriyor. Yasalara saygılı bir milyon göçmenin yüz kadarı terörist gruplara katılıp geldiği ülkeye saldırdığında, göçmenlerin anlaşmanın gereklerini yerine getirdiğini mi yoksa ihlal etti­ğini mi varsaymalı? Üçüncü nesil bir göçmen binlerce kez rahatça dolaştığı sokakta kırk yılın başı ırkçının teki tarafından sözlü saldırıya uğradığında, yerel halk göçmenleri benimsiyor mu reddediyor mu sayılmalı?

Ancak tüm bu tartışmaların altında kültürden ne anladığımıza dair çok daha temel bir soru yatıyor. Göçmen meselesini tüm kültürlerin özünde eşit olduğu varsayımıyla mı ele alıyoruz? Yoksa kimi kültürlerin diğerlerin­den daha üstün olduğunu mu düşünüyoruz? Bir milyon Suriyeli mülteciyi alıp almamayı tartışırken, Almanların kendi kültürlerinin Suriyelilerin kültüründen daha iyi olduğunu düşünmeleri herhangi bir şekilde gerekçelendirilebilir mi?

Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz