Akıllı telefonlarımız aracılığıyla sürekli Facebook hesaplarımızı kontrol ettiğimizden arkadaşlıklarımıza tam olarak odaklanamıyor heyecan verici her şeyin başka yerlerde olup bittiğini düşünüyoruz. Modern insanlık bitmek tükenmek bilmeyen bir “Fırsat Kaçırma Korkusu” tarafından esir alınmış durumda. Hiç olmadığı kadar çok seçeneğimiz olmasına rağmen, tercihlerimize odaklanma yeteneğimizi kaybetmiş hâldeyiz.
Korkunun Kokusunu Alıyorum
Doktorlar, mühendisler ve müşteriler zihinsel hastalıkları tedavi etmeye ve WEIRD toplumlarda hayatlarını keyifle sürdürmeye odaklandıkları sürece, normaltı zihinsel durumları ve WEIRD zihinsel yapıyı araştırmak yüksek ihtimalle ihtiyaçlarımızı karşılayacaktır. Normatif psikoloji sık sık normalden uzaklaşan her farklılığa kötü muamelesi yapmakla suçlansa da geçtiğimiz yüzyılda sayısız insana yardım etmiş, milyonların yaşamını ve ruh sağlığını kurtarmıştır.
Ancak üçüncü binyılın başında bambaşka bir mücadeleyle karşı karşıyayız. Liberal hümanizm tekno-hümanizme doğru adım adım ilerlerken tıp, hastaları iyileştirmenin yanı sıra sağlıklı olanların “sürümünü yükseltmeye” odaklanıyor. Doktorlar, mühendisler ve müşteriler sadece zihinsel sorunlarının düzeltilmesini değil, zihinlerinin sürümlerinin yükseltilmesini de talep ediyor. Yeni bilinç seviyeleri üretebilecek teknik becerileri kazanmaya başlıyoruz ancak elimizde bu olası yeni alanların haritaları henüz mevcut değil. Yalnızca WEIRD insanların normatif ve normaltı zihinsel spektrumlarına aşina olduğumuz için hangi istikamette ilerlediğimizin farkında bile değiliz.
Pek şaşırtıcı olmamakla birlikte pozitif psikoloji bu sayede psikoloji disiplininin en popüler alt dalı hâline geldi. 1990’larda Martin Seligman, Ed Dinner ve Mihaly Csikszentmihalyi gibi alanın öncü uzmanları, psikolojinin zihinsel hastalıkların yanı sıra zihnimizin güçlü yanlarını da araştırması gerektiğini öne sürdü. Nasıl olur da hasta bir zihnin akıllara durgunluk verecek kadar detaylı bir haritasına sahipken, verimli bir zihnin bilimsel bir haritasına sahip değildik? Geçtiğimiz yirmi yıl içinde, psikoloji norm-üstü zihinsel durumların araştırmalarında aşama kaydetmiş olmasına rağmen, 2016 itibarıyla bilim normüstü alanın büyük kısmını keşfetmiş değil.
Bu şartlar altında, elimizde bir yol haritası bile yokken, mevcut zihinsel yetilerimizin sürümlerini günümüz ekonomik ve siyasi sisteminin ihtiyaçları doğrultusunda yükseltmeye odaklanıp diğer yetilerimizi geri plana atabilir hatta sürümlerini düşürebiliriz. Bunlar da hiç duyulmamış şeyler değiller elbette; binlerce yıldır sistem zihinlerimizi ihtiyaçlarına göre şekillendiriyor ve yeniden düzenliyor. Aslında küçük toplulukların üyeleri olarak evrimleşmiş Sapiens’in zihinsel yetileri, devasa bir makinenin dişlileri gibi yaşamaya uygun gelişmemişti. Ne var ki şehirlerin, krallıkların ve imparatorlukların doğuşuyla sistem büyük çapta işbirliği için gereken yeterlilikleri beslerken, öteki beceri ve yetilerin önemini kaybetmesine izin verdi.
Örneğin arkaik insanlar koku alma duyusunu yüksek ihtimalle son derece iyi kullanabiliyordu. Avcı-toplayıcılar çok uzaktan farklı hayvan türlerinin, insanların hatta çeşitli duyguların kokusunu alabiliyordu. Korkunun kokusu cesaretinkinden farklıdır örneğin. Bir insanın korku hissettiğinde salgıladığı kimyasallarla cesaretle aslan kesildiğinde salgıladığı hormonlar birbirinden tamamen farklıdır. Komşu gruba savaş açmak üzerine tartışan arkaik bir toplulukta hakim düşüncenin kokusunu almanız mümkündür.
Küçük bir nüfusla muhatap olurken işe yarayan burnumuz, Sapiens daha büyük gruplarla yaşamaya başlayınca önemini kaybetti, örneğin ABD’nin Çin’e duyduğu korkuyu koklayamazsınız; insanların koku duyuları böyle böyle etkinliğini yitirdi. On binlerce yıldır kokuya odaklanan beyin bölgeleri, yerini okuma, matematik ya da soyut düşünme gibi görevlere devretti. Sistem, sorunların üstesinden gelmek için nöronlarımıza komşularımızı koklamasını değil onları diferansiyel denklemler olarak ele almamızı önermektedir.
Önce duyularımız, akabinde duyularımızı dinleyebilme yeteneğimiz aynı süreçten geçti. Geçmişte avcılar dikkat kesilir ve gözlerini dört açarlardı. Ormanda mantar aramak için dolanırken rüzgarı dikkatle içlerine çeker, yerdeki izleri takip ederlerdi. Mantar bulduklarında pür dikkat kesilir, tadındaki her ince detayın farkına varmaya çalışarak yenilebilir türleri zehirli olanlardan ayırmaya çalışırlardı. Bugünün varlıklı toplumlarının bu kadar yüksek bir farkındalığa ihtiyaçları yok. Süpermarketlere giderek hepsi yetkililer tarafından kontrol edilmiş binlerce farklı yiyecek arasından dilediğimizi satın alabiliyoruz. Televizyon karşısında midemize indirdiğimiz İtalyan pizzasının ya da noodle’ın tadına pek de dikkat etmiyoruz (gıda üreticileri bu kayıtsızlığı kırabilme ihtimalinin peşinde koşarak sürekli yeni tatlar yaratmaya çalışıyor).
Gelişmiş ulaşım sistemleri sayesinde şehrin öbür ucunda yaşayan arkadaşımızla görüşebiliyoruz. Akıllı telefonlarımız aracılığıyla sürekli Facebook hesaplarımızı kontrol ettiğimizden arkadaşlıklarımıza tam olarak odaklanamıyor heyecan verici her şeyin başka yerlerde olup bittiğini düşünüyoruz. Modern insanlık bitmek tükenmek bilmeyen bir “Fırsat Kaçırma Korkusu” (FOMO, “Fearing to Miss Out”) tarafından esir alınmış durumda. Hiç olmadığı kadar çok seçeneğimiz olmasına rağmen, tercihlerimize odaklanma yeteneğimizi kaybetmiş hâldeyiz.
Korku ve odaklanma dışında zaman içinde rüya görme yeteneğimizi de yitirmeye başladık. Çoğu kültür insanların rüyalarında gördüklerinin ve yapabildiklerinin, en az uyanıkken yaşadıkları kadar önemli olduğuna inanır İnsanlar yeniden rüya görebilmek, rüyalarını hatırlamak ve hatta rüyalar âleminde davranışlarını kontrol edebilmek için “lucid dreaming” teknikleri üzerine çalışıyorlar. Kontrol edilebilir rüyalar anlamına gelen “lucid dreaming” aktivitesinde ustalaşmış kişiler, rüyalar âleminde kendi iradeleriyle hareket edebileceklerini, hatta varoluşun daha üst düzlemlerine seyahat edebildiklerini ya da başka dünyalardan ziyaretçilerle buluşabileceklerini iddia ederler Buna karşın modern dünya rüyaları en iyi ihtimalle bilinçaltından gelen mesajlar olarak bir kenara atarken, genellikle rüyalara zihinsel çöp muamelesi yapar. Sonuç olarak rüyalar hayatımızda çok daha mütevazı bir rol oynar Çok az insan rüya görme yeteneklerini geliştirip çoğu insan rüya görmez ya da rüyalarını hatırlamaz.
Koku alma, odaklanma ya da rüya görme yetilerimizin azalması hayatlarımızı daha renksiz ve sıkıcı hâle getirmiş olabilir mi? Belki de. Ancak öyle olsa bile, ekonomik ve siyasi sistemin çıkarları bu bedeli ödemeye değerdi. Patronunuz çiçek koklamanız ya da perileri düşlemenizdense elektronik postalarınızı kontrol etmenizi bekler. İnsan zihninin gelecekte yükseltileceği sürümler de benzer sebeplerle siyasi ihtiyaçları ve piyasanın dengelerini yansıtacaktır.
ABD ordusunun “dikkat odaklayıcı miğferleri” insanların belli görevlere odaklanmasına yardım etme ve karar verme süreçlerini hızlandırma amacı güdüyor Bu amaç doğrultusunda empati yapma, şüphe ve ikilemleri hoş görme yetileri zayıflayabilir. Hümanist psikologlar stres altındaki insanların genellikle hızlı çözümler istediklerinin, kendilerini dinleyen, korku ve endişelerini anlayan insanlara ihtiyaç duyduklarının altını çiziyor. İşyerinizde yeni patronunuzun fikirlerinizi dikkate almadığını ve her şeyin kendi bildiği gibi yapılmasını istediğini ve bu yüzden sorunlar yaşadığınızı varsayalım. Kötü bir günden sonra telefona sarılıp arkadaşınızı ararsınız. Size ayıracak pek vakti ve hâli olmayan arkadaşınız sohbeti kısa keserek sorununuza çözüm üretmeye çalışacaktır: “Tamam. Anlıyorum, önünde iki seçenek var. Ya istifa et ya da kal ve patronun ne diyorsa onu yap. Ben senin yerinde olsam istifa ederdim.” Söylediklerinin hiçbir anlamı, hiçbir kıymeti yoktur. Gerçekten iyi bir arkadaş çözüm bulmak için aceleci davranmaz, size sabır gösterir. Sorunlarınızı dinler, çelişkili duygularınızı ve içinizi kemiren sıkıntılarınızı dökmeniz için size zaman ve alan tanır.
Dikkat odaklayıcı miğfer sabırsız bir arkadaş gibi çalışıyor. Tabii ki zaman zaman, örneğin bir savaş alanında, hızlı ve net kararlar vermek gerekebilir ama hayat daha karmaşıktır. Bu tip aygıtları git gide daha fazla alanda kullanmaya başlarsak karmaşayı, ikilemleri ve şüpheleri ortadan kaldırabilecek sabrımızı yavaş yavaş yitirebiliriz; tıpkı koku alma, rüya görme ve dikkat verme yetilerimizi kaybettiğimiz gibi. Sistem bizi şüphelerimizden çok kararlarımızla ödüllendirdiği için buna yönlendirebilir. Ancak keskin kararlar ve hızlı çözümlerle dolu bir hayat, karmaşa ve şüphelerle süren bir günden çok daha tekdüze ve sığ geçebilir.
Zihinlerimizi tasarlama fikriyle zihinsel spektrum hakkındaki cahilliğimizi birleştirip yanına bir de hükümetlerin, orduların ve şirketlerin çıkarlarını ekleyince, belanın tarifini elde edebilirsiniz. Beden ve zihinlerimizin sürümlerini yükseltmek uğruna zihnimizin tüm işletim sistemini bozabiliriz. Hatta tekno-hümanizm en sonunda insanların sürümlerini düşürebilir. Sistem, süper-insan meziyetlerine sahip olmalarından korktuğu için değil, sistemin ayağına dolanarak onu yavaşlatacak rahatsız edici insan özelliklerinden kurtulması için sürümleri düşmüş insanları tercih edebilir. Her çiftçinin de bildiği gibi sürüde sorun çıkaran genelde en akıllı keçidir, bu nedenledir ki Tarım Devrimi de hayvanların zihinsel yetilerinin düşük olduğuna inanılmasını bu kadar önemser. Tekno-hümanistler tarafından hayal edilen ikinci bilişsel devrim bize aynısını yaparak, hiç görülmemiş bir hızda veri aktarıp işleyebilen, rüya ve şüpheden yoksun, dikkatini toplayamayan insan dişlileri üretebilir. Milyonlarca yıldır gelişmiş şempanzelerdik. Gelecekteyse haddinden büyük, battal boy karıncalara dönüşebiliriz.
Pamuk İpliğine Bağlı Evren
Tekno-hümanizmi bekleyen uğursuz bir bela daha var. Hümanizmin her mezhebi gibi tekno-hümanizm de insan iradesini kutsar ve iradeyi tüm evrenin bağlı olduğu bir pamuk ipliği olarak görür. Tekno-hümanizm hangi zihinsel yetileri geliştireceğimize ve zihnimizin nasıl şekilleneceğine tutkularımızın yön vereceği beklentisini taşır. Peki ya teknolojik gelişmeler tutkularımızı da yeniden yaratmayı ve şekillendirmeyi mümkün kılarsa?
Hümanizm özgün iradeye ulaşmanın zorluklarından bahsedip durur. Kendimizi dinlemeye çalıştığımızda, birbiriyle çatışan seslerin kakafonisi altında ezildiğimizi hissederiz, öyle ki zaman zaman kendi özgün sesimizi duymak bile istemeyiz; ya o ses istenmeyen sırlar, huzursuz talepleri ortaya dökerse diye düşünürüz. Pek çok insan kendisini derinlemesine irdelememek için ciddi bir çaba harcar. Hızla yükselen başarılı bir avukat, bir ara verip çocuk sahibi olmasını söyleyen iç sesini dizginler. Mutsuz bir evliliğe hapsolmuş bir kadın, evliliğin verdiği güvenlik hissini kaybetmekten korkar. Suçluluk duygusuyla tutuşan bir asker, kabuslarında gaddarlıklarının gölgesi tarafından kovalanır. Kendi cinselliğine güvenmeyen genç bir adam “ne sen sor ne ben söyleyeyim” kuralıyla hayatına devam eder. Bu durumların hiçbirini derinlemesine değerlendirmeyen hümanizm herkese aynı kalıptan çıkmış belli başlı çözümler sunar. Hümanizm biraz cesaret etmemizi, bizi korkutsa da içimizdeki sesi dinlememizi, kendimize özgü sesimizi bulmamızı öğütler ve bu sürecin tüm zorluklarına katlanarak talimatlarını dinlememizi söyler.
Teknolojik gelişmenin izleği tamamen farklıdır içimizdeki sesi dinlemek değil, kontrol etmek ister. Tüm bu sesleri yaratan biyokimyasal sistemi anladığımız anda butonlar ve şalterlerle oynayabilip sesi biraz açıp isteyince kısabilir, hayatı çok daha rahat ve kolay hâle getirebiliriz. Dikkati dağılan avukata bir konsantrasyon hapı, suçluluk hisseden askere ve mutsuz eşe birer antidepresan verebiliriz ki bu müdahaleler daha başlangıç.
Hümanistler bu yaklaşım karşısında sıklıkla dehşete düşse de peşin hükümlü olmamalıyız. Kendimizi dinlememizi öğütleyen hümanist tavsiye pek çok insanın hayatını karartırken, doğru kimyasalın doğru dozda kullanımı milyonlarca insanın ruh hâlini ve ilişkilerini düzeltmiş durumda. Bazı insanların kendini dinleyebilmesi, ancak içinde bağrışıp duran sesleri susturmasıyla mümkün olabilir. Modern psikiyatriye göre pek çok “iç ses” ve “özgün arzu” nörolojik hastalıklar ve biyokimyasal dengesizliklerin bir yan ürünü olmaktan ibarettir. Klinik depresyondan mustarip insanlar, biyokimyasal bir bozukluk yüzünden her şeyi karanlık camlar ardında gördükleri için umut vaat eden kariyerlerden ya da sağlıklı ilişkilerden vazgeçiyorlar Bu yıkıcı sesleri dinlemektense susturmak daha hayırlı olabilir. Sally Adee iç seslerini susturmak için dikkat odaklayıcı başlığı kafasına taktığında usta bir nişancı olmakla kalmamış, kendisini çok daha iyi hissetmeye başlamıştı.
Bu durumu çok farklı şekillerde yorumlayabiliriz. Ancak tarihsel bir dönüm noktasına yaklaştığımıza şüphe yok. En önemli hümanist emir olan “kendini dinle” artık tartışmaya kapalı değil. İçimizdeki sesleri kısıp açmayı öğrendikçe, özgünlüğe olan inancımızı da kaybediyoruz çünkü artık kumandanın kimin elinde olduğunu kestirmek çok daha zor. Kafanızdaki rahatsız edici sesleri susturmak, özgün benliğinize ulaşmanızı sağlayacaksa iyi bir fikir olabilir. Peki ortada özgün bir benlik yoksa, hangi sesleri susturup hangisini açacağınıza nasıl karar vereceksiniz?
Tartışmayı bir adım ileri taşıyalım ve birkaç on yıl içinde biliminsanlarının içimizdeki sesleri kolaylıkla kontrol edebileceğini varsayalım, öznemiz tutucu, koyu Hıristiyan, Mormon bir aileye mensup genç bir eşcinsel erkek olsun. Genç adam yıllarca kapalı kapılar ardında yaşadıktan sonra tutkularından kurtulma operasyonuna yetecek parayı biriktirin Cebinde 100 bin doları, heteroseksüel Joseph Smith olarak kapıdan çıkmaya kararlı vaziyette bir kliniğin yolunu tutar. Kliniğin kapısında doktora söyleyeceklerini içinden tekrar eder: “Doktor, al sana 100 bin dolar. Lütfen beni düzelt ki artık erkeklere ilgi duymayayım.” Kliniğin kapısını çalar ve kapıyı bildiğiniz George Clooney açan Genç adam zorlukla mırıldanıp “Doktor, işte 100 bin dolan Lütfen beni düzelt de bir daha asla heteroseksüel olmak istemeyeyim.”
Genç adamın özgün benliği yıllarca maruz kaldığı dini beyin yıkamayı alt edebildi mi? Yoksa bir anlığına şeytana uyup kendine ihanet mi etti? Hepsi bir yana, yoksa peşine düşülebilecek ya da ihanet edilebilecek özgün bir benlik yok mu? İnsanlar iradelerini yeniden yaratmayı ve şekillendirmeyi başardıkları anda, iradeyi anlamın ve otoritenin kaynağı olarak görmeyi bırakacağız. İrademiz ne söylerse söylesin, bizim her zaman söyleyecek başka şeylerimiz de olacak.
Hümanizme göre dünyaya bir anlam kazandırabilecek tek şey insani arzulardır Peki arzularımız arasında seçim yapma şansına sahip olduğumuzda bu tercihlerimizin temelinde ne yatacak? Romeo ve Juliet’in açılış sahnesinde Romeo’nun kime âşık olacağına karar verdiğini düşünün ve bu karardan sonra Romeo’nun her an fikrini değiştirebileceğini, farklı bir karar verebileceğini varsayın. Nasıl bir oyun olurdu bu? Teknolojik gelişmenin bize sunmaya çalıştığı senaryo bu. Arzularımız bizi tedirgin ettiğinde, teknoloji imdadımıza yetişeceğini söylüyor. Teknoloji, ucunda evrenin bağlı olduğu pamuk ipliği gevşemeye başladığında, bizi yeni bir yere bağlayabileceğini iddia ediyor Peki tam olarak nereye? Kainatta herhangi bir yere bağlanma şansım varsa, o yeri neden ve nasıl seçmeliyim?
Hümanist dramalar insanlar huzursuz edici isteklerde bulunduğunda ortaya çıkar örneğin Montague ailesinden Romeo’nun gönlü Capulet’lerden Juliet’e kayınca her şey herkes için huzursuz bir hâl alır çünkü bu iki aile ezeli düşmanlardır. Bu dramanın teknolojik çözümü huzursuz edici istekleri bir daha hiç hissetmememizden geçmektedir. Romeo’yla Juliet zehri içeceklerine iki hap alsalar ya da dikkat odaklayıcı bir başlık taksalar ve böylelikle talihsiz aşklarını başka insanlara yöneltseler, kim bilir ne çok acının ve kederin önüne geçilebilirdi.
Tekno-hümanizm bu noktada çözümsüz bir ikileme düşüyor. İnsan iradesini evrendeki en önemli konuma koyarak, insanlığı irademizi kontrol edecek ve yeniden şekillendirecek teknolojiler geliştirmeye yönlendiriyor. Sonuçta dünyadaki en önemli şeyin kontrolünü ele almak oldukça cezbedici, değil mi? Ne var ki böylesi bir kontrolü elde ettiğimizde tekno-hümanizm onunla ne yapacağını bilemeyecek ve bu da kutsal insan tarafından yaratılmış ürünlerden biri olacak. İnsan iradesi ve deneyiminin en yüce anlam ve otorite kaynağı olduğuna inandığımız sürece, bu tür teknolojilerle asla baş edemeyeceğiz.
Sonunda daha cüretkar bir tekno-din hümanizmin bağını kökten koparmaya kalkışacak. Bu yeni tekno-din, hiçbir insanın istekleri ya da deneyimleri etrafında dönmeyen bir dünya öngörüyor. Anlamın ve otoritenin kaynağı olarak konumlanan isteklerin ve deneyimlerin yerini ne alabilir? Tarihin bekleme odasında 2016 itibarıyla bu pozisyonu hedefleyerek mülakatı bekleyen tek bir aday var. Bu aday bilginin ta kendisi. Yükselen en ilginç din, ne tanrılara ne de insana hürmet ediyor sadece veriye tapıyor: Dataizm dini.
Yuval Noah Harari
Homo Deus/ Yarının Kısa Bir Tarihi
Türkçesi: Poyzan Nur Taneli