MİLAN KUNDERA: YABANCI BİR ÜLKEDE OLMAK, YERDEN YÜKSEK BİR TELİN ÜZERİNDE YÜRÜMEKTİ

Güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.

RUH VE BEDEN

Ezilmiş, utanç içindeki ulusuna seslenmek üzere ezik, zavallı bir adam olarak dönmüştü. O kadar utanç içindeydi ki, konuşamıyordu bile. Tereza cümlelerinin arasındaki o uzun sessizlikleri hiçbir zaman unutamayacaktı. O kadar mı yorgundu? Hasta mıydı? Onu ilaçla mı uyuşturmuşlardı? Yoksa sadece umarsızlıktan mıydı? Dubçek’ten geriye hiçbir şey kalmasa bile, en azından o korkunç, uzun sessizlikler, soluksuz kalır gibi olduğu, kulaklarını radyoya yapıştırmış tüm bir ulusun önünde boğulurcasına soluk almaya çalıştığı anlar, hiç değilse o sessizlik anları kalacaktı. Bu sessizlik anları ülkelerinin başına gelen felaketi tümüyle içeriyordu.

İşgalin yedinci günüydü. Konuşmayı gözaçıp kapayıncaya kadar bir direniş organına dönüşen gazetelerden birinin yazı işleri bürosunda dinlemişti Tereza. Oradaki herkes o an nefret etmişti Dubçek’ten; uzlaştığı için suçlamışlardı onu; onun ezilmişliğiyle ezilmişlerdi; güçsüzlüğünden gocunmuşlardı.

Zürih’te o günleri düşünürken, adamcağıza tepki duymuyordu artık. ‘Güçsüz’ sözü nicedir bir yargı gibi gelmiyordu kulağa. Dubçek gibi atletik bir bedeni de olsa, kendisinden üstün bir güçle karşılaşan her kişi güçsüzdür. O zaman dayanılmaz ve tiksinç gelen o güçsüzlük, Tereza’yla Tomas’ı ülkeden çıkıp gitmeye zorlayan o güçsüzlük, işte o güçsüzlük ansızın çekici geldi Tereza’ya. Yerinin güçsüzlerin yanı, güçsüzlerin ülkesi olduğunu, ve onlara güçsüz oldukları için, cümlelerin ortasında solukları tıkandığı için bağlılık göstermesi gerektiğini anladı.

Tıpkı göz kararması gibi, onların güçsüzlükleri de onu kendine çekiyordu. Çekiyordu çünkü kendisini de güçsüz hissediyordu. Gene kıskançlık duymaya, gene elleri titremeye başladı. Tomas bunları fark ettiğinde, her zaman yaptığını yaptı: Tereza’nın ellerini ellerine aldı ve sıkı sıkı tutarak yatıştırmaya çalıştı onu. Ellerini hırsla Tomas’ın ellerinden çekti Tereza.

“Ne oldu, ne var?” diye sordu erkek.

“Hiç.”

“Ne yapayım istiyorsun senin için?”

“Yaşlanmanı istiyorum. On yıl daha yaşlı olmanı. Yirmi yıl daha!”

Demek istediği şuydu: Güçsüz olmanı istiyorum. Benim kadar güçsüz.

26

Karenin, İsviçre’ye taşınmaktan pek hoşnut değildi. Karenin değişiklikten nefret ederdi. Köpek zamanı, düz çizgi üzerinde gösterebilecek bir şey değildir; bir olaydan ötekine ilerleyip durmaz. Bir saatin, gece gündüz aynı yolu izleyerek, kadranın çevresinde dönüp duran akreple yelkovanı gibi -bunlar da başlarını alıp deli gibi koşmaya hiç istekli değildirler- bir çember çizer. Prag’dayken, Tomas’la Tereza yeni bir iskemle satın aldıklarında ya da bir saksının yerini değiştirdiklerinde,

Karenin hoşnutsuzlukla seyrederdi olup bitenleri. Onun zaman duyusunu zedelerdi bu olay. Tomas’la Tereza’nın kadranın üzerindeki sayıların yerini değiştirerek saatin akrebiyle yelkovanını şaşırtmaya çalışmaları gibi bir şeydi bu.

Buna karşın, Karenin, Zürih’teki apartman dairesine eski düzenini, eski alışkanlıklarını kısa sürede yerleştirmeyi becerdi. Prag’da olduğu gibi, yataklarının üzerine sıçrayarak onları yeni güne karşılıyor, Tereza’ya sabah alışverişinde arkadaşlık ediyor, bunun dışındaki öteki gezintilerin hiçbirinden geri kalmamayı da başarıyordu.

Yaşamlarının zaman göstergesiydi Karenin. Umarsız anlarında, Tereza kendi kendine sırf onun yüzünden dayanmak zorunda olduğunu, onun kendinden hatta belki Dubçek’ten, terk ettikleri yurtlarından bile güçsüz olduğunu hatırlatıyordu.

Bir gün, alışverişten eve döndüklerinde telefon çalıyordu. Tereza ahizeyi kaldırdı, “Kimsiniz?” diye sordu.

Telefondaki Almanca konuşan bir kadın sesiydi, Tomas’ı arıyordu. Ses aceleciydi ve Tereza bu seste hafif bir alaycılık sezdi. Tomas’ın evde olmadığını ve ne zaman geleceğini bilmediğini söylediğinde, telefonun öbür ucundaki kadın gülmeye başladı ve allahaısmarladık demeden kapattı.

Tereza bu olayın özel bir anlam taşımadığının farkındaydı. Hastanedeki hemşirelerden biri, bir hasta, bir sekreter, herkes olabilirdi arayan. Ama gene de keyfi kaçmıştı, dikkatini hiçbir şeye veremiyordu. O zaman evdeyken sahip olduğu gücün son kırıntısını da kaybettiğini anladı; şu son derece önemsiz olayı bile göğüslemekten tümüyle yoksundu.

Yabancı bir ülkede olmak, altında insanın ailesinin, arkadaşlarının, meslektaşlarının yaşadığı, söyleyeceklerini orada çocukluğundan beri konuştuğu bir dilde kolayca söyleyebileceği ülkenin sağladığı ağ olmaksızın, yerden çok yüksekte bir telin üzerinde yürümek demekti. Prag’dayken Tomas’a sadece duygusal yönden bağımlıydı; buradaysa her konuda… Tomas onu terkederse hali nice olurdu? Bütün yaşamı boyunca onu kaybetmek korkusuyla mı yaşamak zorunda kalacaktı?

Kendi kendine şunları söyledi: Tanışmaları zaten baştan bir yanlışlığa dayalıydı. Koltuğunun altındaki Anna Karenin sahte kimlikten başka bir şey değildi; Tomas’a kendisi hakkında yanlış bir fikir vermişti. Aşklarına rağmen, birbirlerinin yaşamını cehenneme çevirmişlerdi. Birbirlerini sevmeler”i, suçun onlarda, davranışlarında ya da duygularında tutarsızlığa düşmelerinde olmadığının kanıtıydı sadece; o güçlüydü, kendisi güçsüz. Bir cümlenin ortasında otuz saniye susan Dubçek gibiydi Tereza; kekeleyen, soluğu tıkanan, konuşmayan yurdu gibiydi.

Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.

Ve kendi kendine bütün bunları söyledikten sonra, yüzünü Karenin’in tüylü başına gömdü: “Kusura bakma, Karenin. Anlaşılan bir taşınma daha bekliyor seni,” dedi.

27

Tren kompartımanının bir köşesine büzülmüş, ezik, başının üzerinde ağır bavulu, Karenin’i bacaklarına bastırmış otururken, aklına annesiyle yaşadığı sıralarda çalıştığı otelin lokantasındaki aşçı geliyordu durmadan. Aşçı kıçına vurmak için eline geçen hiçbir fırsatı kaçırmaz, herkesin önünde ona ne zaman pes edip de kendisiyle yatağa gireceğini sormaktan bıkıp yorulmazdı. Aklına gelen kişinin o aşçı olması garipti. Her zaman, nefret ettiği her şeyin en belli başlı örneği olmuştu. Şimdiyse Tereza’nın düşünebildiği tek şey, onun karşısına geçip, “Benimle yatmak istediğini söylerdin hep. Evet, karşındayım işte,” demekti.

Kendisini Tomas’a dönmekten alıkoyacak bir şey yapmayı özlüyordu. Yaşamının geride kalan yedi yılını acımasızca yıkmayı, yoketmeyi özlüyordu. Bu göz kararmasıydı. Esriten, önüne geçilmez bir düşme arzusu.

Göz kararmasına güçsüzlerin esrimesi de diyebiliriz. Güçsüzlüğünün farkına varan bir kişinin güçsüzlüğüne karşı çıkmak yerine ona boyun eğmeye karar vermesi… Güçsüzlükten sarhoştur, daha güçsüzleşmek ister, kentin en büyük meydanında herkesin gözü önünde yere yuvarlanmak, daha da alçalmak, aşağının aşağısı olmak ister.

Kendi kendini Prag dışına yerleşmeye, fotoğrafçılık mesleğini bırakmaya kandırmaya çalıştı. Bir zamanlar Tomas’ın sesine kapılıp terk ettiği küçük kasabaya geri dönecekti.

Ama Prag’a vardığında, çeşitli ufak tefek sorunları çözümlemek için zaman gerektiğini gördü ve yolculuğunu ertelemeye başladı.

Döndüğünün beşinci günü, Tomas ansızın çıkıp geldi. Karenin öyle bir sevinçle üstüne sıçrayıp, sevgi gösterileri yapmaya başladı ki, Tereza ile Tomas’ın birbirlerine herhangi bir sevgi gösterisinde bulunmaları için bir süre beklemeleri gerekti.

Karla kaplı bir ovada durmuş soğuktan titriyorlardı sanki, öyle geldi ikisine de.

Sonra, bundan önce hiç öpüşmemiş iki sevgili gibi ikisi de aynı anda hareket ettiler.

“Her şey yolunda gitti mi?” diye sordu Tomas.

“Evet,” diye cevapladı Tereza.

“Dergiye gittin mi?”

“Telefonla aradım.”

“Ne oldu peki?”

“Daha bir şey yok. Bugüne kadar bekledim.”

“Neyi?”

Karşılık vermedi Tereza. Onu beklediğini söyleyemezdi Tomas’a.

28

Şimdi bildiğimiz bir noktaya geri dönüyoruz. Tomas son derece mutsuzdu, ve karnı ağrıyordu. Gece çok geç saatlere kadar uyuyamadı.

Hemen ardından Tereza uyandı. (Rus uçakları Prag üzerinde dört dönüyorlardı, onların gürültülerinden uyumak imkansızdı.) İlk düşüncesi Tomas’ın kendisi için geri döndüğü oldu; Tereza için yazgısını değiştirmişti. Tereza’dan sorumlu olan Tomas değildi artık; şimdi Tereza, Tomas’tan sorumluydu.

Bu sorumluluğun, toparlayabileceği güçten çok daha fazlasını gerektirir gibi olduğunu hissetti Tereza.

Ama sonra birden dün Tomas kapıda göründüğünde, kilise çanlarının saat altıyı çaldığını hatırladı. İlk karşılaştıkları gün, Tereza’nın vardiyası saat altıda bitmişti. Tomas’ın orada sarı renkli park sırasında oturuşu geldi gözlerinin önüne, çan kulesinin saat altıyı çaldığını duydu.

Hayır, boş inan değil; Tereza’yı içine düştüğü sıkıntıdan çekip çıkaran ve yeniden yaşama gücü aşılayan güzellik duygusuydu. Küçük rastlantı kuşları bir kere daha konmuştu omuzlarına. Gözlerinde yaşlar vardı; Tomas’ın yanıbaşında soluk alıp verdiğini duymak onu anlatılamayacak kadar mutlu etti.

Milan Kundera
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz