MİLAN KUNDERA: GÖZÜ YÜKSEKLERDE OLAN, GÖZÜNÜN KARARABİLECEĞİNİ HESABA KATMALIDIR

RUH VE BEDEN
16

Gözü ‘daha yükseklerde bir yerde’ olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır. Nedir göz kararması? Düşme korkusu mu? Peki ama gözetleme kulesinin sapasağlam trabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden? Yok, göz kararması düşme korkusundan farklı bir şey. Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız.

Havuzun çevresinde uygun adım yürüyen çıplak kadınlar, Tereza’nın da ölü olduğuna yürekten sevinen cenaze arabasındaki kadınlar -bunlar Tereza’ya korku veren ‘aşağıdakiler’di; kaçmıştı bunların yanından ama garip, gizemli bir biçimde onu gene yanlarına çağırıyorlardı. Onun göz kararması onlardı; ona yazgısından ve ruhundan vazgeçmesi için tatlı (neredeyse sevinç dolu) bir çağrıda bulunduklarını duyuyordu. Kendisini çağıran ruh yoksunlarının ağız birliği. Üstelik zayıf anlarında, bu çağrıya kulak verip annesinin yanına dönmeye hazırdı. Ruhunun tayfalarını bedeninin güvertesinden sürüp atmaya hazırdı; annesinin arkadaşlarının arasında bir yere inmeye, onlardan biri gaz çıkardığı zaman kahkahalarla gülmeye hazırdı; havuzun çevresinde onlarla birlikte çırılçıplak yürüyüp şarkı söylemeye hazırdı.

17

Doğru, Tereza evden ayrıldığı güne kadar sürdürmüştü annesiyle kavgasını, ama onu sevmekten hiçbir zaman vazgeçmediğini de unutmayalım. Annesi sevgi dolu bir sesle istese, onun için yapmayacağı şey yoktu. Kendinde evden ayrılma gücünü bulmasının tek nedeni o sesi hiç duymamış olmasıydı.

Tereza’nın annesi, saldırganlığının kızı üzerinde artık bir etkisi kalmadığını anlayınca huysuz mektuplar yazmaya başladı; kocasından, patronundan, sağlığından, çocuklardan yakınıyor, Tereza’dan başka kimsesinin kalmadığını söylüyordu. Tereza sonunda, aradan yirmi yıl geçtikten sonra, annesinin sevgisinin sesini duyduğunu sandı ve geri dönmek geldi içinden. Üstelik kendisini öylesine zayıf hissediyordu, Tomas’ın kaçamaklarından o kadar sersemlemişti ki, bu duygusu giderek güçlendi. Tomas’ın yaptıkları güçsüz kalmasına yolaçıyor, bu da o önüne geçilmez düşme arzusuna, göz kararmasına götürüyordu onu.

Bir gün annesi telefon etti, kanser olduğunu, birkaç aylık ömrü kaldığını söyledi. Bu haber Tereza’nın Tomas’ın kaçamakları karşısındaki umarsızlığını isyana dönüştürdü. Annesine ihanet ettiğini söyleyerek suçladı kendi kendini, hem de kendisini sevmeyen bir adam için… Annesinin ona eziyet etmek amacıyla yaptığı her şeyi unutmaya razıydı. Annesini anlayacak konumdaydı artık; aynı durumdaydılar; annesi üveybabasını tıpkı Tereza’nın Tomas’ı sevdiği gibi seviyordu, üveybabası da, tıpkı Tomas’ın kaçamaklarıyla kendi hayatını zehir ettiği gibi, sadakatsizlikleriyle annesine işkence çektiriyordu. Annesinin kötü olmasının nedeni onca acı çekmiş olmasıydı.

Tereza, Tomas’a annesinin hasta olduğunu, bir hafta izin alıp onu görmeye gideceğini söyledi. Sesi hınç doluydu.

Onu geriye, annesine çağıran gerçek nedenin göz kararması olduğunu sezen Tomas yolculuğa karşı çıktı. Kasabanın hastanesine telefon açtı. Kanser olayları tüm ülkede son derece titiz biçimde izlenip kayıtlara geçiriliyordu, onun için Tereza’nın annesinin bu illete yakalandığı yolunda bir şüphe bulunmadığını, hatta kadının bir yılı aşkın bir süredir doktora bile görünmediğini öğrenmesi zor olmadı.

Tereza, Tomas’ın sözünü dinledi ve annesini görmeye gitmedi. Bu karardan birkaç saat sonra sokakta düştü, dizini yaraladı. Yürürken topallamaya başladı, neredeyse her gün düşer oldu; yolundaki eşyalara çarpıyor, ya da en azından, elinden bir şeyler düşürüyordu.

Karşı konulmaz bir düşme arzusunun pençesindeydi. Sürekli bir göz kararması içinde yaşıyordu.

“Kaldırın beni,” demek ister durmadan düşen bir kişi. Tomas onu sabırla kaldırdı durdu.

MİLAN KUNDERA: “SEN NE YAPIYORSUN BURADA? AİT OLDUĞUN YERE DÖN!”

18

Derken aklına bir fikir geldi; Tomas’ın sadakatsizliklerindeki lanetlenme duygusundan kurtulmanın bir yolu bulunabilirdi belki; Tomas’ın tek yapması gereken onu da yanında götürmesiydi, sevgililerine giderken onu da yanına katmasıydı! Belki o zaman bedeni bütün ötekiler arasında ilk ve tek beden olurdu gene. Bedeni Tomas’ın düello tanığı, yardımcısı, ‘öteki ben’i olabilirdi.

“Onları senin için soyar, yıkar, sana getiririm…” diye fısıldıyordu birbirlerine sıkı sıkı sarılırlarken. İkisinin birbirlerine karışıp, birbirlerinde eriyip bir hünsa olınalarını özlüyordu. O zaman öteki kadınların bedenleri onların elinde oyuncak olacaktı.

19

Ah, onun çok kadınlı yaşamının ‘öteki ben’i olsa! Tomas anlamayı reddediyordu ama Tereza, bu fikri aklından bir türlü silip atamıyordu, bu yüzden Sabina’yla olan dostluğunu geliştirmeye çalıştı. Sabina’nın bir dizi fotoğrafını çekmeyi önermekle başladı işe.

Sabina, Tereza’yı atölyesine çağırdı; işte en sonunda o geniş oda ve tam ortasındaki görkemli eşya gözlerinin önündeydi; büyük, dört köşe, sahne benzeri yatak.

“Senin buraya daha önce gelmemiş olduğunu düşündükçe çok utanıyorum,” dedi Sabina ona duvara dayalı resimleri gösterirken. Hatta, inşa halindeki bir çelik fabrikasını gösteren eski tuvallerinden birini çekti çıkardı. Okuldayken yapmıştı bunu; bütün öğrencilerden en katı gerçekçiliğin istendiği dönemde… (Gerçekçi olmayan sanatın sosyalizmin köklerini kuruttuğu söyleniyordu.) O zamanın işi inada bindirme ruhu içinde, öğretmenlerinden de katı olmaya çalışmış ve fırça darbelerini gizleyerek, renkli fotoğrafı çok andıran bir üslupta çalışmıştı.

“Bu, üzerine kazayla kırmızı boya damlattığım bir resim. Önce müthiş keyfim kaçtı, ama sonradan hoşuma gitmeye başladı. Damlayan boya bir yarık gibi duruyordu; inşaat alanını eski püskü bir fon bezine dönüştürmüştü, üzerine inşaat alanı resmi yapılmış bir fon bezine. Yarıkla oynamaya, içini doldurmaya başladım, arkada gürünenin ne olabileceğini merak ediyordum. İşte ilk resim dizime böylece başladım. ‘Sahnenin Ardı’ dedim bu diziye. Tabii, bu dizideki resimleri kimseye gösteremiyordum. Akademi’den kovulurdum yoksa. Yüzeyde, hep en ince noktasına kadar resmedilmiş gerçekçi bir dünya vardı ama altta, fon bezinin oluşturduğu yarık tuvalin ardından farklı bir şey; gizemli ya da soyut bir şey pusuya yatmıştı.”

Bir an sustuktan sonra ekledi: “Yüzeyde, anlaşılabilir bir yalan; altında, aklın alamayacağı bir gerçek.”

Tereza, pek az profesörün öğrencisinin yüzünde görebileceği büyük bir dikkatle dinledi ve Sabina’nın yaptığı ya da yapmakta olduğu bütün resimlerin gerçekten de aynı düşünceyi konu edindiklerini, hepsinin de deyim yerindeyse üstüste bindirilmiş fotoğraf görüntüleri olduğunu kavramaya başladı. Bir manzara resminde resmin içinden parlayıp çıkan eski moda bir masa lambası. Elmalardan, cevizlerden ve küçük bir yılbaşı çamından oluşturulmuş bir natürmortta tuval bezini yırtarak aradan çıkan bir el.

Sabina’ya karşı büyük bir hayranlık dalgasıyla doldu içi, üstelik de Sabina ona arkadaşça davrandığı için korkudan, kuşkudan arınmış bir hayranlıktı bu, çarçabuk dostluğa dönüşüverdi.

Fotoğraf çekmeye geldiğini neredeyse unutuyordu. Sabina ona hatırlatmak zorunda kaldı. Tereza sonunda resimlerden gözünü ayırdı ayırmasına ama, gözü bir kere daha odanın ortasına kondurulmuş sahne gibi yatağa ilişti.

20

Yatağın başucunda küçük bir masa duruyordu, masanın üzerinde ise berberlerin üzerlerine peruka yerleştirdikleri çeşitten bir manken kafası. Sabina’nın perukalığında peruka değil bir melon şapka boy gösterirdi daha çok. “Büyükbabamın şapkasıydı,” dedi gülümseyerek.

Tereza’nın yalnızca beyazperdede gördüğü çeşitten siyah, sert, yuvarlak bir şapkaydı, Şarlo’nun giydiği çeşitten bir şapka. Sabina’nın gülümsemesine karşılık verdi, şapkayı kaldırdı eline aldı, bir süre inceledikten sonra: “Bununla fotoğrafını çekmemi ister misin?” dedi.

Sabina bu düşünce karşısında epeyce uzun bir süre güldü. Tereza melon şapkayı yerine bıraktı, makinesini aldı ve fotoğraf çekmeye başladı.

Bir saat kadar fotoğraf çektikten sonra, birden “Çıplak fotoğrafını çekmeme ne dersin?” dedi.

“Çıplak fotoğraf mı?” diye güldü Sabina.

“Evet,” dedi Tereza, önerisini daha da üstüne basa basa yineleyerek; “çıplak fotoğraf.”

“Bak, buna bir içki ister,” dedi Sabina ve bir şişe şarap açtı.

Tereza elinin ayağının kesildiğini hissetti; ansızın dili tutulmuştu. Bu arada Sabina elinde içkisi odada bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, harıl harıl küçük bir kentin valisi olan büyükbabasını anlatıyordu; Sabina onu hiç tanımamıştı; ondan geriye sadece bu melon şapkayla üzerine küçük kentin ileri gelenlerinin doluştuğu platformu gösteren bir fotoğraf kalmıştı; bunlardan biri büyükbabaydı; orada, o yüksekçe yerde ne işleri olduğu belli değildi; belki bir törende görevliydiler, bir zamanlar kendisi de resmi törenlerde melon şapka giymiş bir arkadaşlarına, başka bir ileri gelene dikilmiş bir anıtı açıyorlardı.

Sabina melon şapkayla büyükbabası hakkında konuştu, konuştu, konuştu; sonunda üçüncü bardağı da boşalttığında, “Hemen dönüyorum,” deyip banyoya sıvıştı.

Bornozuna sarınmış olarak çıktı banyodan. Tereza fotoğraf makinesini kaldırdı, gözüne dayadı. Sabina bir anda açtı bornozu.

Milan Kundera
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

MİLAN KUNDERA: UÇSUZ BUCAKSIZ BİR TOPLAMA KAMPINDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİ YAŞADIĞIMIZ DÜNYA

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz