MİLAN KUNDERA: İÇİNDE YAŞADIĞI YERİ TERK ETMEK İSTEYEN KİŞİ MUTSUZ KİŞİDİR

AĞIRLIK VE HAFİFLİK

Tereza’nın çektiği acıları dindirmek için onunla evlendi, (kızın uzun zamandır uğramadığı kira odasından vazgeçebilirlerdi artık) ve ona bir köpek yavrusu armağan etti.

Tomas’ın bir meslektaşının Sen Bernhard cinsi köpeği vardı, onun yavrusuydu bu. Babası bir komşunun Alman çoban köpeğiydi. Küçük enikleri kimse istememiş, Tomas’ın arkadaşı da henüz yavruları öldürmeye kıyamamıştı.

Tomas enikleri gözden geçirirken, seçeceği eniğin dışındakilerin ister istemez ölüme yollanacağını biliyordu. Kendini, ölüme mahkum dört tutuklunun önünde durmuş, elinde sadece bir tanesini kurtarma yetkisi olan bir devlet başkanı gibi hissediyordu. Sonunda seçimini yaptı: Gövdesi Alman çoban köpeğini andıran, kafası tıpkı Sen Bernhard anneninki gibi olan bir dişi. Köpeği aldı eve, Tereza’ya getirdi. Kız köpeği yerden alıp göğsüne bastırdı. Enik hemen bluzuna işedi.

Sonra köpeğe bir isim aradılar. Tomas ismin, köpeğin Tereza’nın köpeği olduğunu açıkça anlatacak bir isim olmasını istiyordu; derken, kızın Prag’a ilk çıkıp gelişinde koltuğunun altına sıkıştırdığı kitap geldi aklına. Eniğe Tolstoy ismini vermeyi önerdi.

“Tolstoy olmaz,” dedi Tereza. “Bu bir kız. Anna Karenin’e ne dersin?”

“Anna Karenin olmaz,” dedi Tomas. “Bu kadar komik bir surat dünya yüzünde hiçbir kadında yoktur. Daha çok Karenin’i andırıyor. Evet, Anna’nın kocası. Onu hep böyle gözümün önüne getirmişimdir.”

“Peki ama onu Karenin diye çağırmak cinselliğini etkilemez mi?”

“Sürekli olarak erkek ismiyle çağrılan bir dişi köpeğin sevici eğilimler geliştirmesi son derece de mümkün,” dedi Tomas.

Gariptir, Tomas’ın dedikleri gerçekleşti. Dişi köpekler genellikle sahibelerinden çok sahiplerine sevgi gösterirler ama, Karenin bu kuralın dışına çıkarak Tereza’ya aşık olmaya karar verdi. Tomas bunun için gönül borcu duyuyordu köpeğe. Eniğin başını okşayıp, “Aferin Karenin. Ben de seni bunun için istemiştim. Onunla yalnız başa çıkamadığıma göre, bana sen yardım etmelisin,” derdi ara sıra.

Oysa Karenin’in yardımıyla da olsa Tereza’yı mutlu edemedi Tomas. Bu başarısızlığını yıllar sonra, ülkesinin Rus tankları tarafından işgal edilmesinin aşağı yukarı onuncu gününde fark etti. 1968 yılının Ağustos ayıydı ve Tomas İsviçre’deki bir hastaneden her gün telefonlar alıyordu. Oranın yöneticisi, Tomas’la uluslararası bir konferansta tanışıp dostluk kuran bir hekim, Tomas için kaygılanıyor ve ona ısrarla bir iş önerisinde bulunuyordu.

MİLAN KUNDERA: BİR KADINLA SEVİŞMEK VE BİR KADINLA UYUMAK İKİ AYRI TUTKUDUR

Tomas İsviçre’deki doktorun önerisini hiç düşünmeden geri çevirdiyse, bunu Tereza için yapmıştı. Onun gitmek istemeyeceğini sanıyordu. İşgalin ilk haftası süresince neredeyse mutluluğu andıran bir kendinden geçme içindeydi Tereza. Elinde fotoğraf makinesiyle sokak sokak dolaştıktan sonra, makinedeki filmleri yabancı gazetecilere veriyor, gazeteciler bu filmler için birbirlerine giriyorlardı. Bir keresinde çok fazla ileri gidip de, tabancasını bir grup insana çevirmiş bir Rus subayının fotoğrafını yakından çekince tutuklandı ve geceyi Rus karargahında geçirdi: Orada kurşuna dizmekle gözünü korkuttular ama, salıverildiği an elinde makinesi gene sokaklardaydı.

İşte bunun için, işgalin onuncu gününde Tereza, “İsviçre’ye gitmek istemeyişinin nedeni nedir?” diye sorunca şaşırdı Tomas.

“Neden isteyeyim ki?”

“Burada hayatını karartabilirler senin.”

“Herkesin hayatını karartabilirler,” diye karşılık verdi Tomas şöyle bir elini sallayarak. “Peki, sen? Sen yurt dışında yaşayabilir misin?”

“Neden olmasın?”

“Sokaklara çıkıp bu ülke için canını ortaya koydun. Çıkıp gitmekten sözederken nasıl böyle kayıtsız konuşabiliyorsun?”

“Artık Dubçek geri geldiğine göre, işler değişti,” dedi Tereza.

Doğruydu: Genel heyecan dalgası ilk bir haftayı geçmedi. Milletvekilleri Rus ordusu tarafından birer suçlu gibi alınıp götürüldüler. Nerede olduklarını kimse bilmiyordu, yaşamlarından kaygı duyuluyordu. Ruslara duyulan nefret halkı alkol gibi sarhoş etmişti. Sarhoş yaşanan bir nefret karnavalıydı. Çek kentleri, alaylı laflar, dörtlükler, şiirler ve herkesin cahiller sirki diye suratlarına güldüğü Brejnev’le askerlerinin karikatürleriyle dolu, elle boyanmış afişlerle donatılmıştı. Ama hiçbir karnaval sonsuza dek sürüp gitmez. Bu arada, Ruslar, Çek milletvekillerini Moskova’da bir uzlaşma anlaşması imzalamaya zorlamışlardı. Dubçek yanında milletvekilleriyle Prag’a döndüğünde radyodan bir konuşma yaptı. Altı gün süren alıkonulmadan sonra öylesine perişan olmuştu ki, zorlukla konuşabiliyordu; kekeledi, sık sık soluğu tıkanmış gibi oldu; iki cümle arasında uzun süre duralıyor, bu duralamalar neredeyse otuz saniyeyi buluyordu.

Uzlaşma ülkeyi olabileceklerin en kötüsünden korudu: Zamanında herkesi dehşete düşürmüş olan ölüm cezalarından ve kitleler halinde Sibirya’ya sürülmekten… Ama bir şey gün gibi ortadaydı: Ülke zorbaya boyun eğmek zorunda kalacaktı; ilelebet kekeleyecek, dili dolaşacak, Dubçek gibi soluğu tıkanacaktı. Karnaval bitmişti. Gündelik, alelade ıstırap başlamıştı.

Tereza bütün bunları anlatmıştı Tomas’a, Tomas da biliyordu söylediklerinin doğru olduğunu. Ama bütün bunların altında daha başka, daha derin bir gerçeğin, Tereza’nın Prag’dan ayrılmak isteyişinin asıl nedeninin gizli olduğunu da biliyordu; Tereza hiç bu kadar mutlu olmamıştı bundan önce.

Prag sokaklarında gezerek Rus askerlerinin fotoğraflarını çektiği, tehlikeyle yüzyüze olduğu günler yaşamının en mutlu günleriydi. Televizyon dizileri gibi uzayıp giden rüyalarının kesintiye uğradığı, birkaç mutlu gece geçirdiği sayılı günlerdi bunlar. Ruslar tanklarında dengeyi getirmişlerdi ona, ve artık karnaval bittiği için geceleri korkuyla bekliyor, onlardan kaçmak, kurtulmak istiyordu. Bazı koşullarda kendini güçlü ve doyumlu hissedebileceğini biliyordu artık. Dünyaya açılmak ve bu koşulları başka yerlerde aramak istiyordu.

“Sabina’nın da İsviçre’ye sığınmış olması rahatsız etmiyor mu seni?” diye sordu Tomas.

“Cenevre, Zürih değil ki,” dedi Tereza. “Orada Prag’da olduğundan çok daha az sorun yaratacak.”

İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir. İşte bunun için, Tomas bir suçlu cezasını nasıl kabul ederse öyle kabul etti Tereza’nın arzusunu ve günün birinde o, Tereza ve Karenin kendilerini İsviçre’nin en büyük kentinde buldular.

Tomas oturdukları boş apartman dairesine bir yatak satın aldı (başta mobilya alacak paraları yoktu henüz) ve yeni bir yaşama başlayan kırkında bir adamın gözüdönmüşlüğüyle işine sarıldı.

Birçok kereler Cenevre’ye telefon etti. Bir rastlantı sonucu Sabina, Rus işgalinden bir hafta sonra orada bir sergi açmıştı ve minik ülkesine karşı oluşan sevgi dalgası içinde, Cenevre’nin sanatçılara kol kanat geren takımı bütün resimlerini satın almışlardı.

“Ruslar sağolsun, artık zengin bir kadınım,” demişti telefonda gülerek. Tomas’ı gelip yeni atölyesini görmeye çağırmış ve Prag’daki, bildiği atölyesinden pek de farklı olmadığı konusunda güvence vermişti.

Gidip onu görmekten çok hoşnut kalacaktı Tomas, ama Tereza’ya yokluğunu haklı gösterecek bir özür bulmaktan acizdi. Bu yüzden Sabina, Zürih’e geldi. Bir otelde kaldı. Tomas işten sonra görmeye gitti onu. Önce aşağıdan, danışmadan telefonla aradı, sonra yukarı çıktı. Sabina kapıyı açtığında, Tomas onu üzerinde bir don ve sutyenden başka bir şey olmaksızın, o güzel, uzun bacakları üzerinde durur buldu karşısında. Bir de siyah melon şapka. Hiç sesini çıkarmadan, kıpırdamadan, olduğu yerde durmuş Tomas’a bakıyordu. Tomas da aynı biçimde davrandı. Ansızın bu sahnenin kendisine ne kadar dokunduğunu anladı. Melon şapkayı Sabina’nın başından çekti aldı ve yatağın kenarındaki komodinin üzerine koydu. Sonra tek bir söz bile etmeden seviştiler.

Oturduğu apartman dairesine gitmek üzere (eve bu arada masa, iskemleler, kanepe ve halı gelmişti) otelden çıkarken; büyük bir mutlulukla, evini sırtında taşıyan bir sümüklüböcek gibi yaşama biçimini de yanında taşıyıp getirdiğini geçirdi aklından. Tereza ile Sabina, yaşamının iki kutbuydu; ayrı ve uyuşmaz, ama eşit derecede çekici.

Ama Tomas’ın yaşamını her zamanki gibi sürdürmeye yarayacak sistemi bedeninin bir parçası gibi yanında taşıması gerçeği Tereza’nın rüya görmeye devam ettiği anlamına geliyordu.

Zürih’e geleli daha altı ya da yedi ay olmuştu ki Tomas eve geç geidiği bir gece masanın üzerinde onun Prag’a döndüğünü bildiren bir mektup buldu. Zürih’ten yurt dışında yaşayacak gücü bulamadığı için ayrılıyordu. Tomas’ın moralini düzeltmenin kendisine düştüğünü biliyordu ama, işe neresinden başlamalı onu bilmiyordu. Yurt dışına gitmekle değişeceğini sanma aptallığını göstermişti. İşgal sırasında görüp geçirdiklerinden sonra güzel kız olmayı bir yana bırakıp, büyüyeceğini, olgunlaşıp güçleneceğini sanmıştı ama, kendisini çok fazla büyütmüştü kendi gözünde. Tomas’a yük, ayak bağı oluyordu, artık olmayacaktı. Çok geç olmadan gerekİi sonuçlara varmıştı. Bir de Karenin’i yanında götürdüğü için özür diliyordu.

Tomas uyku hapı aldı ama, sabaha kadar gözünü kırpmadı. Allahtan cumartesiydi de evde kalabildi o gün. Yüz ellinci kere gözden geçirdi durumu; ülkesiyle dışarısını ayıran sınırlar çoktandır açık değildi. Yetkililer Tereza’nın ülke dışına çıkmasına kesinlikİe izin vermezlerdi. Tereza’nın çıktığı yolun dönüşü yoktu.

Elinden hiçbir şey gelmeyeceğini anladığında bir balyoz inmişti sanki kafasına, ama bu durum bir yandan da, garip biçimde huzur vericiydi. Hiç kimse onu bir karar almaya zorlamıyordu. Avlunun karşı tarafındaki evlerin duvarlarına dalıp giderek Tereza’yla yaşasam mı, yaşamasam mı diye kara kara düşünme gereği duymuyordu. Tereza kararı kendisi vermişti.

Öğle yemeğini bir lokantada yedi. Altüst olmuştu ama yemeğini yerken, başlangıçta duyduğu sıkıntı hafifleyip gücünü kaybetti, çok geçmeden geriye bir tek melankoli kaldı. Tereza’yla birlikte geçirdikleri yıllara dönüp baktığında ilişkilerinin varabileceği en iyi sonucun bu olduğunu hissediyordu. Bu hikayeyi birisi uydurmuş olsa, böyle bitirirdi mutlaka.

Tereza günün birinde, çağrılmadan çıkagelmişti. Sonra gene bir gün aynı biçimde çıkıp gitmişti. Ağır bir bavulla gelmişti. Ağır bir bavulla gitmişti.

Hesabı ödeyip lokantadan çıktı, sokak sokak yürümeye başladı, içindeki melankoli gitgide güzelleşiyordu. Yaşamının yedi yılını Tereza’yla geçirmişti ve şimdi geriye baktığında o yılların yaşandıkları zamankinden çok daha güzel olduğunu görüyordu.

Tereza’ya olan aşkı güzeldi ama yorucuydu da; sürekli olarak ondan bir şeyleri saklamak, hileye başvurmak, örtbas etmek, ona rol yapmak, gereğinde cezalandırmak, gereğinde yatıştırmak, kendi duyguları hakkında hesap vermek, kıskançlığı, çektiği acılar ve rüyaları karşısında savunmaya geçmek, kendini suçlu hissetmek, mazeretler bulup özürler dilemek zorunda kalmıştı. Artık yorucu olan ne varsa kaybolup gitmiş, sadece güzellik kalmıştı geriye.

Cumartesi geldiğinde ilk olarak Zürih’te şöyle rahat rahat bir gezintiye çıktı, özgürlüğünün başdöndürücü havasını içine çekti. Her köşebaşında yeni serüvenler gizliydi. Gelecek yeniden bir bilinmezlikti. Bekarlık yaşamına, bir zamanlar kendi yazgısı olduğuna inandığı, olduğu gibi olmasına imkan tanıyan tek yaşama geri dönüyordu.

Yedi yıl Tereza’nın kölesi olarak yaşamıştı, attığı tek bir adım bile onun gözünden kaçmadan. Bileklerine demir gülleler bağlasa bu kadar olurdu ancak. Birdenbire çok daha hafifledi adımları. Ayakları yerden kesildi, yükseldi. Parmenides’in büyülü alanına girmişti; varolmanın o güzelim hafifliğini tadıyordu.

(Cenevre’deki Sabina’ya telefon etmek mi geldi içinden? Zürih’te geçirdiği birkaç ay içinde tanıştığı kadınlardan birini aramak mı? Hayır, hem de hiç. Belki de bu kadınlardan herhangi birinin Tereza’nın anısını dayanılmaz ölçüde iç kanırtıcı kılacağını sezmişti.)

 

Bu garip melankolik büyülenme hali pazar akşamına kadar sürdü: Tereza zorla giriyordu düşüncelerinin arasına: Tomas onu orada oturmuş veda mektubunu yazarken gözünün önüne getiriyordu; ellerinin titrediğini hissediyordu; bir eliyle o ağır bavuluna yapıştığını, ötekiyle de Karenin’in tasmasından çektiğini apaçık görüyordu; anahtarını Prag’daki dairelerinin kilidinde döndürdüğünü, kapıyı açarken bir soluk gibi yüzünü yalayan mutlak terk edilmişliğin acısını çektiğini görebiliyordu.

Melankoli dolu bu iki güzel gün boyunca, merhamet duygusu (duygu telepatisi denen o bela) tatildeydi. Bir haftalık çetin çalışmadan sonra pazartesi vardiyası için güç toplamak isteyen bir madencinin deliksiz pazar uykusuna yatmıştı.

Baktığı hastaların yerine karşısında Tereza’yı görüyordu Tomas. Kendi kendine, onu düşünme! diye hatırlatmaya çalışıyordu. Onu düşünme! Onu düşünme! Merhamet, sevecenlik, o ortak yaşanan duygu hasta etti beni, diyordu kendi kendine. Gittiği iyi oldu, onu hiç görmeyeceğim bir daha, oysa ki kurtulmam gereken Tereza değil -o hastalık, Tereza bana aşılayana kadar bağışık olduğunu sandığım sevecenlik.

Cumartesi ve pazar günleri, varolmanın tatlı hafifliğinin geleceğin derinliklerinden yükselip yanına vardığı duygusu içindeydi. Pazartesi, benzerini bundan önce hiç tanımadığı bir ağırlıkla çarpıldı. Rus tanklarının tonlarca çeliği bunun yanında hiç kalırdı. Çünkü sevecenlikten daha ağır bir şey yoktur dünyada. Kişinin kendi acısı bile, başkasıyla, başkası için hissettiği, imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır çekmez.

Sevecenliğe boyun eğmemek konusunda uyardı durdu kendi kendini, sevecenlik ise başı önüne eğik ve görünürde suçlu bir vicdanla dinledi onu. Haddini bilmezlik ettiğini biliyordu sevecenlik, ama sessiz sedasız kararlılığını sürdürdü ve Tereza’nın gidişinin beşinci gününde Tomas çalıştığı hastanenin yöneticisine (Rus işgalinin ertesinde onu her gün Prag’dan arayan adam) bir an önce geri dönmesi gerektiğini bildirdi. Utanıyordu. Davranışının adama sorumsuzca, bağışlanmaz geleceğini biliyordu. Ona derdini dökmeyi, Tereza hikayesini anlatmayı, Tereza’nın yazıp masanın üzerine bıraktığı mektuptan sözetmeyi istiyordu. Ama sonunda hiçbirini yapmadı. İsviçreli doktorun bakış açısından Tereza’nın yaptığı ancak histerik ve tutarsız bir davranış olarak görülebilirdi. Tomas da hiç kimsenin Tereza hakkında kötü düşünmesine fırsat vermek istemiyordu.

Doğruyu söylemek gerekirse hastanenin yöneticisi alınmıştı.

Tomas omuzlarını silkti ve “Es muss sein. Es muss sein ” dedi.

Bir anıştırmaydı bu. Beethoven’in son dörtlüsünün son muvmanı aşağıdaki iki motif üzerine kuruludur:

Olmalı mı? Olmalı! Olmalı!

Sözcüklerin anlamını iyice açmak için, Beethoven bu muvmanı, genel olarak ‘zor karar’ diye çevrilen ‘Der schwer gefasste Entschluss’ sözcük dizisiyle başlatır.

Beethoven’e yapılan bu anıştırma gerçekte Tomas’ın Tereza’ya doğru attığı ilk adımdı, çünkü ona Beethoven’in kuartetleriyle sonatlarının plaklarını aldıran Tereza’ydı.

Beethoven anıştırması Tomas’ın düşündüğünden de iyi oturmuştu yerine, çünkü İsviçreli doktor büyük bir müzik aşığıydı. Dingin bir gülümsemeyle, Beethoven’deki motifin ezgisini mırıldanarak sordu: “Muss es sein?”

“Ja, es muss sein!” dedi Tomas bir kere daha.

Milan Kundera
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

MİLAN KUNDERA: HEPİMİZ YAŞAMIMIZIN EN BÜYÜK AŞKININ AĞIRLIKSIZ BİR ŞEY OLABİLECEĞİ REDDEDERİZ

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz