RUH VE BEDEN
11
Tereza’ya evini yuvasını bırakıp yazgısını değiştirme cesaretini sağlayan, erkeğin son anda eline sıkıştırdığı karttan çok bütün o rastlantıların (kitap, Beethoven, altı sayısı, parktaki sarı sıra) çağrısıydı. Belki aşkını harekete geçiren ve Tereza’ya ömrünün sonuna kadar tükenmeyen bir enerji kaynağı sağlayan da bu birkaç rastlantıdan -oldukça alçakgönüllü rastlantılar laf aramızda, hatta tekdüze rastlantılar, o renksiz ruhsuz kasabadan da başka ne beklenir ki zaten- başkası olmamıştır.
Gündelik hayatımız bir rastlantılar sağanağı altında yaşanır, ya da daha kesin konuşmak gerekirse kişilerle olayların kazara biraraya gelmesiyİe örülür. İki olay hiç beklenmedik bir biçimde aynı anda meydana gelir, kesişir: Tomas otelin lokantasında radyoda Beethoven çalarken boy gösterir. Böylesi kesişmelerin büyük bir çoğunluğunu fark etmeyiz bile. Tomas’ın oturduğu yerde oturan yörenin kasabı olsa, Tereza radyoda Beethoven çalındığını hiç fark etmeyecekti. (Beethoven’le kasabın biraraya gelmesi de ilginç bir kesişme olacaktı ya, o da başka.) Ama, filizlenmekte olan aşkı, güzellik duyusunu tutuşturdu, o müziği bir daha hiç unutmadı Tereza. Ne zaman duyduysa yüreğinde bir kıpırtı oldu. O anda çevresinde olup biten her şey müzikle halelendi, onun güzelliğine büründü.
Tereza’nın Tomas’ı ilk görmeye gidişinde koltuğunun altına sıkıştırdığı romanın başlarında, Anna ile Vronski garip koşullarda tanışırlar; gardadırlar, adamın biri tren altında kalıp ezilmiştir. Romanın sonunda, Anna kendini trenin altına atar. Bu simetrik düzenlemeye -aynı motif romanın hem başında hem de sonunda karşımıza çıkar-, pek bir ‘roman kokuyor’ diyebilirsiniz, size katılmaya da hazırım ama ‘roman kokuyor’ derken ‘kurgusal’, ‘uydurma’, ‘yaşamda olmayan şey’ gibi kavramlardan uzak durmanız koşuluyla. Çünkü insan yaşamı da tıpkı böyle bir düzen uyarınca kurulmuştur.
Bir müzik parçasının düzenlenişi gibi. Birey, güzellik duyusunun önderliği altında, rastlansal bir olayı (Beethoven’in müziği, tren altında ezilerek ölmek) bir motife dönüştürür, giderek bu motif bireyin yaşamının örgüsünde değişmez bir yer kazanır. Yaşamına son vermek için başka bir yol seçebilirdi Anna. Ama aşkın doğuşuna unutulmaz biçimde kenetlenen ölüm ve gar motifi; umarsızlık saati gelip çattığında tüm karanlık güzelliğiyle kışkırttı onu. Kendisi farkına varmasa da, birey en sıkıntılı anlarında bile güzelliğin yasaları uyarınca örer yaşamını.
O halde gizemli kesişmelerin (Anna, Vronski, gar ve ölümün ya da Beethoven, Tomas, Tereza ve konyağın biraraya gelmeleri gibi) büyüsüne kapıldığı için romanı kınamamalı; asıl, gündelik yaşamındaki bu tür kesişmeleri göremediği için insanoğlunu kınamalı. Çünkü böylelikle yaşamını güzelliğin bir boyutundan yoksun bırakmaktadır insanoğlu.
Göklerden aşağı doğru süzülüp omuzlarına konan küçük rastlantı kuşlarının kışkırtmasıyla bir haftalık izin aldı ve annesine tek bir söz bile söylemeden Prag trenine bindi Tereza. Yolculuk sırasında, aynaya gözatmak ve yaşamının bu en önemli gününde bedeninin güvertesini terk etmemesi için ruhuna yalvarmak üzere sık sık tuvalete taşındı. Gene tuvalete taşındığı bir sıra, kendini şöyle bir dikkatle yokladığında birden ödü koptu; boğazında bir batma vardı. Yaşamının bu en önemli gününde hastalanıp yatağa mı düşecekti yoksa?
Ama geriye dönüş yoktu. İstasyondan telefonla geldiğini bildirdi Tomas’a ve erkek evin kapısını açtığı an karnı korkunç biçimde guruldamaya başladı. Yerin dibine geçmişti. Sanki annesini karnında taşıyormuş da, annesi Tomas’la karşılaşmasını berbat etmek için korkunç kahkahalar atıyormuş gibi geldi Tereza’ya.
İlk bir iki saniye içinde, çıkardığı kaba sesler yüzünden erkeğin kendisini kapı dışarı edeceğinden korktu ama Tomas hemen kucakladı onu. Karnından çıkan gürültüleri duymazlıktan geldiği için gönül borcu duyuyordu erkeğe, ateşli öpücüklerle karşılık verdi, gözleri dolmuştu. Daha dakikası dolmadan sevişmeye başlamışlardı. Sevişirlerken çığlıklar atıyordu Tereza. O sırada ateşi çıktı. Nezle onu yatağa serdi. Akciğerlerine oksijen sağlayan hortumun ucu dopdolu ve kıpkırmızıydı.
Prag’a ikinci gidişinde, yanına ağır bir bavul aldı. Her şeyi bu bavulun içindeydi; küçük kente bir daha hiç dönmeyecekti, kesin kararlıydı. Tomas ertesi gece evine gelebileceğini söylemişti. O gece ucuz bir otelde yattı Tereza. Sabah olunca, ağır bavulunu tren istasyonuna taşıdı, orada emanete bıraktı ve bütün gün koltuğunun altında Anna Karenin ile Prag sokaklarını arşınladı. Kapının zilini çalıp da Tomas kapıyı açtıktan sonra bile bırakmadı kitabı. Tomas’ın dünyasına giriş biletiydi kitap. Elinde o acınası biletten başka bir şey olmadığını anladı birden, neredeyse gözyaşlarına boğulacaktı. Ağlamasına engel olabilmek üzere yüksek sesle, çabuk çabuk konuşmaya başladı, bir kahkaha attı. Hemen tekrar kollarına aldı onu Tomas ve seviştiler. Göz gözü görmeyecek kadar yoğun ve içinde sadece kendi çığlığının duyulabildiği bir sise dalmıştı Tereza.
MİLAN KUNDERA: UÇSUZ BUCAKSIZ BİR TOPLAMA KAMPINDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİ YAŞADIĞIMIZ DÜNYA
12
İç çekme değildi, inilti de değildi; tam bir çığlıktı. Öyle tiz çığlıklar atıyordu ki, Tomas, kulağının dibindeki sesin kulak zarını patlatacağından korktuğu için yüzünü öte yana döndürmek zorunda kalıyordu. Bu çığlık duyumsallığın dışavurumu değildi. Duyumsallık, duyuların tümden harekete geçirilmesi anlamına gelir; kişi, eşinin çıkardığı her sesi yakalayabilmek için kendini zorlar, dikkat kesilir. Tereza’nın çığlığı ise duyuları sakatlamayı, her türlü görme ve duymayı engellemeyi amaçlıyordu. Bağıran şey gerçekte bütün karşıtlıkları, ruh ve beden ikiliğini, hatta belki zamanı silip ortadan kaldırmaya çalışan çocuksu idealizmiydi aşkının.
Gözleri kapalı mıydı? Hayır, ama belli bir noktaya bakmıyorlardı. Tereza, gözlerini tavanın boşluğuna dikmiş duruyordu. Zaman zaman başını deli gibi bir o yana bir bu yana savuruyordu.
Çığlık dindiğinde, erkeğin yanıbaşında, onun eline yapışarak uykuya daldı Tereza. Bütün bir gece boyunca elini erkeğin elinden çekmedi.
Daha sekiz yaşındayken bile iki elini birleştirerek uykuya dalar ve kendisini sevdiği erkeğin, hayatının erkeğinin elini tuttuğuna inandırma oyunu oynardı Tereza. İşte, uykusunda Tomas’ın eline böyle inatla yapışmasının nedeni de anlaşılıyor demek ki: Çocukluğundan beri buna talim ediyordu da ondan.
13
Sarhoşlara bira, sübyanlara don yetiştirmek zorunda bırakılan -daha yüksek bir şeylerin, peşinde koşmasına izin verilecek yerdegenç bir kızın dağarcığında epey dirim gücü birikmiş demektir; kitaplarının başında esneyen üniversite öğrencilerinin akıllarının köşesinden bile geçiremeyecekleri bir dirim gücü. Tereza onlardan çok daha fazla kitap okumuştu, yaşam hakkında onlardan çok daha fazlasını biliyordu, ama hiç farkına varamadı bunun. Üniversite mezunu ile kendi kendini yetiştirmiş kişi arasındaki fark, bilgi düzeyinden çok dirim gücü ve kendine güven düzeyinin yüksekliğinde ortaya çıkar. Tereza’nın kendini Prag’daki yeni yaşamına atıverişindeki pervasızlık hem delice, hem de tehlikeliydi. Günün birinde, birinin çıkıp da, ‘Sen ne yapıyorsun burada? Ait olduğun yere dön!’ demesini bekler gibiydi adeta. Bütün yaşama coşkusu bir pamuk ipliğipe bağlıydı: Tomas’ın sesine. Zamanında, ürkek ruhunu barsaklarının orada saklandığı yerden çekip çıkmaya zorlayan da Tomas’ın sesiydi ya.
Tereza bir karanlık odada iş bulmuştu, ama bu yetmiyordu ona. Fotoğraf çekmek istiyordu, fotoğraf banyosu yapmak değil. Tomas’ın arkadaşı Sabina ona ünlü fotoğrafçıları konu alan üç dört monografi ödünç vermiş, sonra onu bir kafeye davet ederek, kitapları önüne açıp fotoğrafları ilginç kılan şeylerin neler olduğunu tek tek açıklamıştı. Tereza hiç sesini çıkarmadan yoğun bir dikkatle dinlemişti; öğrencilerinin yüzünde böyle bir dikkat görmek pek az profesöre nasip olur.
Sabina sayesinde kısa zamanda fotoğrafla resim arasındaki bağları anladı ve Prag’da açılan ne kadar yeni sergi varsa Tomas’ı da yanına katıp zorla gitmeyi başardı. Çok geçmeden çalıştığı haftalık dergide kendi çektiği fotoğrafları basar oldu ve karanlık odadan çıkıp profesyonel fotoğrafçılar arasına girdi.
O günün akşamı Tomas’la birlikte, meslekte ilerleyişini kutlamak üzere birkaç arkadaş bir bara gittiler. Herkes dans ediyordu. Tomas suratını astı, oturdu. Eve döndüklerinde, Tereza’nın da üstelemesi sonucu, kızın kendi iş arkadaşlarından biriyle dans etmesini kıskandığını itiraf etti.
“Demek gerçekten kıskandın, öyle mi?” diye on kere, belki de daha fazla yineledi kız. İnanamıyordu, sanki biri ona Nobel ödüllerinden birini aldığını söylemişti!
Sonra kolunu erkeğin beline doladı ve odanın dört bir yanında dans etmeye başladı. Yaptığı dans barda herkese caka sattığı dans adımlarından farklıydı. Daha çok bir köy polkasına benziyordu; çılgınca tepinerek ayaklarını havaya fırlatıyor, bedeninin üst kısmıyla odanın dört bir yanında zıplıyor, Tomas’ı da yanında sürüklüyordu.
Ne yazık ki çok geçmeden kendisi kıskançlığa kalkışacak ve Tomas onun kıskançlığını bir Nobel ödülü olarak değil bir yük olarak görecekti -ölümünden pek kısa bir süre öncesine kadar sırtından atamayacağı bir yük…
MİLAN KUNDERA: İÇİNDE YAŞADIĞI YERİ TERK ETMEK İSTEYEN KİŞİ MUTSUZ KİŞİDİR
14
Tereza kalabalık bir grup kadınla çırılçıplak havuzun çevresinde yürürken, Tomas yukarıdan, havuzun kemerli tavanından aşağıya sarkıtılmış bir sepetin içinde ayakta duruyor, onlara bağırıyor, şarkı söylemelerini, diz kırma hareketleri yapmalarını buyuruyordu. Kadınlardan biri hatalı bir diz kırma hareketi yapsa, onu o an vuracaktı.
Gene şu rüyaya dönelim. Rüyadaki dehşet Tomas’ın ilk sıktığı tabanca kurşunuyla başlamış değildi; Rüya en başından dehşet vericiydi. Bir grup çıplak kadınla uygun adım yürümek Tereza için yalın bir dehşet imgesiydi. Ailesiyle birlikte otururken, annesi banyonun kapısını kilitlemeyi yasaklamıştı ona. Bu yasaklamayla şunu demek istiyordu: Senin bedenin de bütün öteki bedenlerden farksız; utanmaya hakkın yok; seninkiyle bir örnek milyonlarca kopyada varolan bir şeyi saklamak için bir neden yok. Annesinin dünyasında bütün bedenler aynıydı ve tek sıra halinde uygun adım yürüyüp duruyorlardı. Çocukluğundan beri, Tereza çıplaklığı, toplama kampı birörnekliğinin göstergesi, acının, utancın göstergesi olarak görmüştü.
Rüyanın en başında dehşet uyandıran bir şey daha vardı; bütün kadınlar şarkı söylemek zorundaydı. Bu kadınlar sadece bedenleri birörnek, değersizlikte birbirine eş, tın tın öten ruhsuz birer mekanizma olmakla kalmıyordu -kadınlar bu yüzden bayram ediyorlardı üstelik de! Onlarınki ruhsuzların neşeden yoksun dayanışmasıydı. Kadınlar, birbirinin eşi olmak üzere ruh denen safrayı -o gülünesi kuruntuyu, o biriciklik yanılsamasını- atmış olmaktan hoşnuttular. Tereza da onlarla birlikte şarkı söylüyordu ama içinden bayram etmiyordu. Şarkıya katılmazsa kadınların kendisini öldüreceklerinden korktuğu için şarkı söylüyordu.
Peki ama Tomas’ın onlara ateş edip, kadın cesetlerini birbiri ardına tepetaklak havuza yollamasının anlamı neydi?
Birörnekliklerinden, farklılıktan yoksun oluşlarından delicesine sevinç duyan kadınlar aslında, aynılıklarını mutlaklaştıracak olayı, yaklaşmakta olan felaketlerini kutluyorlardı. Demek ki Tomas’ın sıktığı kurşunlar o illetli yürüyüşlerinin sevinç dolu doruk noktasıydı sadece. Tabancanın her patlayışında, şen kahkahalara boğuluyorlar ve havuzun dibine doğru inen her cesette daha da yüksek sesle şarkıya devam ediyorlardı.
Peki ama ateş eden neden Tomas’tı? Ve neden ötekilerle birlikte Tereza’yı da vurmaya bu kadar kararlıydı?
Tereza’yı kadınların yanına yollayan oydu da ondan. Rüyanın Tomas’a iletmesi gereken, Tereza’nın ona kendi ağzından anlatamadığı buydu işte. Tereza, annesinin dünyasından, bütün bedenlerin eşit olduğu bir dünyadan kaçmak üzere ona sığınmıştı. Kendi bedenini benzersiz, yeri doldurulamaz kılmak için gelmişti ona. Ama Tomas da onunla öteki kadınlar arasında bir eşitlik işareti çizmişti; hepsini aynı öpüyor, aynı okşuyor, Tereza’nın bedeniyle öteki bedenler arasında hiç ama hiç mi hiç bir fark gözetmiyordu. Onu geriye, kaçmaya çalıştığı dünyaya, öteki çıplak kadınlarla birlikte çırılçıplak uygun adım yürümeye yollamıştı Tomas.
15
Üç rüyayı dizi halinde ardarda görürdü: İlk rüya zıvanadan çıkmış kediler rüyasıydı ve yaşam boyu çektiklerine göndermede bulunuyordu; ikincisi, kendi infazının görünümleriydi ve bunlar sayısız biçimde gerçekleşiyordu; üçüncüsü, ölümden sonraki yaşamıydı, burada acı, ıstırap ve utanç, sonsuza kadar süren bir aşamaya dönüşüyorlardı artık.
Bu rüyalar yoruma gerek göstermiyordu. Tomas’a yönelttikleri suçlama öylesine açıktı ki, erkeğin tek tepkisi başını önüne eğip, hiç sesini çıkarmadan kızın elini okşamak oluyordu.
Rüyalar oldukça ayrıntılı ama aynı zamanda çok da güzeldiler. Freud rüya kuramında bu noktayı gözden kaçırmış anlaşılan. Rüya görmek sadece bir iletişim (ya da şifreli iletişim diyelim isterseniz) edimi değildir; aynı zamanda estetik bir etkinlik, bir imgelem oyunu, kendi başına değeri olan bir oyundur. Rüyalarımız bize düş kurmanın -olmayan şeylerin rüyasını görmenin- insanlığın en köklü gereksinimleri arasında olduğunu kanıtlar. Tehlike buradadır işte. Rüyalar güzel olmasa, çarçabuk unutulurlardı. Oysa Tereza tekrar tekrar rüyalarına dönüyor, zihninde onları gözden geçiriyor, efsanelere dönüştürüyordu. Tomas, Tereza’nın rüyalarının eziyet dolu güzelliğinden yayılan büyünün tutsağı olarak yaşıyordu sanki.
Bir keresinde bir şarap mahzeninde karşılıklı otururlarken “Sevgili Tereza, tatlı Tereza, seni benim elimden alan nedir?” dedi ona. “Sanki gerçekten bu dünyadan çekip gitmek istermiş gibi her gece ölüm rüyaları görüyorsun…”
Gündüzdü; akıl ve güç, ikisi de yerli yerindeydi. Cevap verirken Tereza’nın kadehinden aşağı yavaşça bir damla kırmızı şarap süzüldü. “Elimden hiçbir şey gelmiyor Tomas. Evet, anlıyorum. Biliyorum, beni seviyorsun. Başka kadınlarla olan kaçamakların öyle büyütülecek şeyler değil, biliyorum…”
Gözlerinde aşkla baktı Tomas’a, ama gelecek geceden rüyalarından korkuyordu. Yaşamı ortadan ikiye bölünmüştü. Hem gece hem gündüz onu ele geçirmek üzere yarışıyorlardı.
Milan Kundera
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği