Nazi Almanyası’nın Yahudiler konusundaki politikasının belirlenmesinde ve bu konudaki Nazi uygulamalarında etkin rol oynayan bir Alman subay EICHMANN, Pontius Pilatus gibi hissetmesine fırsat veren pek çok durumla karşılaşmış, ama zaman geçtikçe bir şeyler hissetme gereksinimini kaybetmişti. İşler artık böyle yürüyordu, bu toprakların yeni kanunu böyleydi, her şey Führer’in emirlerine dayanıyordu; düşünüyordu da, ne yaptıysa, yasalara bağlı bir vatandaş olarak yapmıştı. Polise ve mahkemeye tekrar tekrar anlattığı gibi, görevini yapmıştı; sadece emirlere değil yasalara da uymuştu.
Her şeyi birbirine karıştıran Eichmann bu ayrımın Önemli olduğunu sanıyordu, ama savunma da hâkimler de onu ciddiye almadı. Temcit pilavına dönen “üstlerin emirleri”ne karşı “devletçe işlenmiş fiiller” lafları ortalıkta dolaşıp duruyordu; Nürnberg Duruşmalarında bu meselelerin enine boyuna tartışılmasının tek nedeni, emsalsiz olanın uygun emsal ve standartlara göre yargılanabileceği yanılsamasına yol açmalarıydı. Mahkeme salonundaki insanlar arasında, pek de parlak olmayan zihinsel yetileriyle, bu nosyonlara meydan okumak için ileri atılacak en son kişi hiç şüphe yok ki Eichmann’dı. Çünkü yasalara bağlı bir vatandaşın görevi olarak gördüğü şeyleri yapmış, ayrıca emirlere göre hareket etmişti -“yasalar çerçevesinde kalmaya” her zaman çok dikkat ederdi- kafası artık iyice karışmış ve sonunda körü körüne itaatin veya kendi tabiriyle Kadavergehorsam’ ın, “ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi itaatkâr olmanın” bir erdemlerini bir kusurlarını vurgulayıp durur olmuştu.
Eichmann’ın kafasının bu konuda ne kadar karışık olduğunun; bu meselenin, bir askerin, doğası ve amacı açısından düpedüz suç teşkil eden emirleri yerine getirmesi meselesinden çok daha fazlası olduğunun ilk belirtisi, polis soruşturması sırasında ortaya çıktı.
Eichmann bir anda üstüne basa basa hayatı boyunca Kant’ın ahlak kurallarına ve özellikle de Kant’m görev tanımına uygun yaşadığını ilan etti. İlk bakışta tam bir rezaletti, üstelik bu duruma akıl erdirmek neredeyse imkânsızdı; zira Kant’ın ahlak felsefesi insanın muhakeme yetisiyle yakından ilişkilidir ve bu yeti de körü körüne itaati imkânsız kılar. Soruşturmayı yürüten görevli pek üstelemedi ama Hâkim Raveh, belki meraktan belki de Eichmann’ın suçlarıyla ilişkili olarak Kant’m adını ağzına almaya cüret etmesine kızdığından, sanığı sorgulamaya karar verdi. Eichmann, herkesin ağzını bir karış açık bırakarak, kategorik buyruğun kelimesi kelimesine doğru bir tanımını yaptı: “Kant hakkındaki sözlerimle, irademin ilkesinin her zaman genel yasaların ilkesi haline gelebilecek şekilde olması gerektiğini kastediyordum” (mesela hırsızlık veya cinayet için böyle bir durum söz konusu değildir; çünkü hırsızın veya katilin başkalarına kendilerini soyma veya öldürme hakkı veren bir yasal sistemde yaşamayı istemesi makul olamaz). Sorgulama devam ederken, Kant’m Pratik Aklın Eleştirisi’ni okuduğunu ekledi. Sözlerine, Nihai Çözümü uygulamakla görevlendirildiği andan itibaren Kant’m ilkelerine uygun yaşamayı bıraktığım, bunu bildiğini ve artık “kendi fiillerinin efendisi” olmadığını ve “hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini” düşünerek teselli bulmaya çalıştığını açıklayarak devam etti. Mahkemede dikkat çekmeyi unuttuğu nokta, artık “devletin meşrulaştırdığı suçlar devri” olarak adlandırdığı bu dönemde, Kant’m formülünü artık uygulanamayacağını düşündüğü için Öylece bir yana bırakmadığı, çalışarak şöyle okumaya başladığıydı: Kendi eylemlerinin ilkesi, kanun koyucunun veya bu toprakların hukukunun ilkesiymiş gibi hareket et – veya Hans Frank’ın “Nazi Almanyası’nda-ki kategorik buyruk” formülasyonunda olduğu ve Eichmann’ın da muhtemelen bildiği gibi: “Eyleminizden haberdar olsa, Führer’in de onaylayacağı şekilde hareket edin” (Die Technik des Staates, 1942, s. 15-16). Kuşkusuz Kant asla böyle bir şey kastetmemişti; bilakis Kant’a göre, bir edimde bulunmaya başladığı andan itibaren her insan bir kanun koyucuydu: İnsan kendi “pratik aklını” kullanarak hukukun ilkeleri olabilecek ve olması gereken ilkeleri bulmuştur. Ancak Eichmann’m bilinçsiz çarpıtmasının, Kant’m “küçük insanın gündelik kullanımına uygun” bir versiyonu olarak adlandırdığı şeyle uyumlu olduğu doğruydu. Bu gündelik kullanımda Kant’m ruhundan geriye kalan tek şey, insanın yasalara uymaktan daha fazlasını yapması, itaat çağrısının ötesine geçmesi ve kendi özgür iradesini hukukun ardındaki ilkeyle -hukukun ortaya çıktığı kaynakla-özdeşleştirmesi talebiydi. Kant felsefesinde bu kaynak pratik akıldı, Eichmann’ın gündelik kullanımında ise Führer’in iradesi. Nihai Çö-züm’ün baştan sona kadar dehşet verici bir özenle -tipik bir biçimde Alman olmasıyla veya kusursuz bir bürokratın belirleyici özelliği olmasıyla, genellikle göreni hayretler içinde bırakan özenle- uygulanmasının kökeninde tuhaf bir anlayış, esasen Almanya’da çok yaygın olan bir anlayış vardır: Yasalara bağlı olmak insanın salt yasalara uyması anlamına değil, uyduğu yasalan kendisi koymuş gibi hareket etmesi anlamına da gelir. Ancak görev duygusunun ötesine geçince başarılı olunacağı inancının kaynağı budur.
Almanya’da, “küçük adamın” zihniyetinin oluşumunda Kant nasıl bir rol oynamış olursa olsun, Eichmann’m aslında Kant’ın kurallarına bir bakıma uyduğuna en ufak bir şüphe bile yok: Kanun kanundu, bu işin istisnası olmazdı. Kudüs’te, “seksen milyon Al-man’ın” her birinin “kendi terbiyeli Yahudisinin” olduğu zamanlarda böyle sadece iki istisna olduğunu itiraf etti: Yarı-Yahudi bir kuzene ve amcasının araya girmesiyle Viyana’daki Yahudi bir çifte yardım etmişti. Eichmann bu tutarsızlıktan hâlâ biraz rahatsızdı ve çapraz sorgu sırasında bu konuyla ilgili sorularla karşılaşınca alenen savunmaya geçti: Üstlerine “günah çıkarmıştı”. Ölümcül görevlerinin icrasına ilişkin bu dediğim dedik tavırdan başka hiçbir şey Eichmann’ı hâkimlerin gözünde daha suçlu duruma düşüremezdi. Hâkimlerin böyle düşünmelerinin anlaşılmayacak bir tarafı yoktu; ama Eichmann’m gözünde yaptıklarını haklı çıkaran tam da buydu çünkü kendisinde vicdan namına ne kaldıysa onu susturmaya yaramıştı. Hiç istisnasız – bu durum, ister duygularından ister çıkarından kaynaklansın kendi “eğilimlerinin” her zaman aksine hareket ettiğinin, her zaman “görevini” yaptığının kanıtıydı.
Görevini yapması, nihayetinde Eichmann’ı üstlerinden aldığı emirlerle açıkça karşı karşıya getirdi. Savaşın son yılında, Wannsee Toplantısı’nın üstünden iki yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, Eichmann son vicdan krizini geçirdi. Aynı saflarda yer aldığı halde, mağlubiyet yaklaştıkça, imtiyazlar için ve nihayetinde Nihai Çö-züm’ün durdurulması için daha fazla bastıran insanlarla karşılaşıyordu. İşte o sıralarda, Eichmann ihtiyatı elden bıraktı ve bir kere daha inisiyatifi ele aldı – mesela, Müttefiklerin bombardımanı nedeniyle ulaşım sisteminin iflas etmesinin ardından, Yahudilerin Budapeşte’den Avusturya sınırına yayan götürülmesi işini organize etti. 1944 sonbaharında, Eichmann Himmler’in Auschwitz’deki imha tesislerinin yok edilmesini emrettiğini ve oyunun bittiğini biliyordu. Eichmann ile Himmler arasındaki birkaç kişisel temastan biri de bu sıralarda gerçekleşti. İddialara göre, Himmler bu görüşme sırasında Eichmann’a “Nasıl şimdiye kadar Yahudileri tasfiye etmekle uğraştıysan, bundan böyle de Yahudilere gözün gibi bakmakla uğraşacak, gerekirse Yahudilere dadılık yapacaksın; çünkü ben öyle emrediyorum. Hatırlarsan 1933’te RSHA’yı kuran ne Tümgeneral Mül-ler’di ne de sen, RSHA’yı ben kurdum ve burada emirleri ben veririm” diye bağırmıştı. Bu sözleri doğrulayacak tek tanık, insanda pek güven uyandırmayan Kurt Becher’di. Eichmann Himmler’in kendisine bağırdığını yalanladı ama böyle bir görüşmenin gerçekleştiğini inkâr etmedi. Himmler tam olarak bunları söylemiş olamaz; çünkü RSHA 1933’te değil 1939’da, Himmler tarafından değil Heydrich tarafından, onun desteğiyle kurulmuştu. Yine de, benzer bir olay gerçekleşmiş olmalı, zira Himmler o sıralarda önüne gelene Yahudilere iyi muamele edilmesi yolunda emirler yağdırıyordu -Yahudiler Himmler’in “en sağlam yatırımıydı”- ve bu durum Eichmann için muhtemelen yıkıcı bir deneyimdi.
Eichmann’ın son vicdan krizi Mart 1944’te, Kızıl Ordu’nun Karpat Dağları’ndan Macaristan sınırına doğru ilerlediği sırada, Macaristan görevleriyle başladı. Macaristan savaşa Hitler’in tarafında, 1941’de girdi; tek amacı komşuları Slovakya, Romanya ve Yugoslavya’dan biraz toprak almaktı. Önceden de açıkça antisemit olan Macar hükümeti, yeni aldıkları topraklardaki bütün devletsiz Yahudileri sı-nırdışı etmeye başladı. (Neredeyse bütün ülkelerde, Yahudi karşıtı harekete devletsiz Yahudilerle başlandı.) Bu, Nihai Çözüm’ün çok dışındaydı ve aslında Avrupa’nın “Batı’dan Doğu’ya dip tırnak temizleneceği” ayrıntılı planlara pek uymuyordu. Dolayısıyla, operasyon sırası açısından Macaristan’ın önceliği epey düşüktü. Macar polisi devletsiz Yahudileri ite kaka Rusya’nın en yakın bölümüne sürmüştü, burada bulunan Alman işgal yetkilileri Yahudilerin bölgeye gönderilmesine itiraz etmişti; bunun üzerine Macarlar güçlü kuvvetli binlerce insanı geri almış, Alman polis birimlerinin güdümündeki Macar birlikleri de kalan bütün Yahudileri öldürmüştü. Gelgeldim, ülkenin faşist lideri Amiral Horthy -muhtemelen Mus-solini’nin ve İtalyan Faşizminin kısıtlayıcı etkisiyle- daha ileri gitmek istememiş ve bu arada kalan zamanda, tıpkı İtalya gibi Macaristan da Yahudiler için, Polonya ve Slovakya’dan iltica eden mültecilerin bile hâlâ kaçıp gelebildikleri bir sığınağa dönüşmüştü. Macaristan’da, ilhak edilen topraklar ve azar azar gelen mültecilerle, Yahudilerin savaştan önce 500 bin olan sayısı, Eichmann’ın geldiği 1944’te neredeyse 800 bine yükselmişti…
Bugün artık bildiğimiz gibi, Macaristan’ın yeni edindiği bu 300 bin Yahudinin güvende olmasını sağlayan, Macarların sığınma sağlamaya meraklı olmalarından ziyade, Almanların bu kadar az Yahudi için ayrı bir çalışma başlatma konusunda isteksiz davranmalarıydı. 1942’de, (Almanya’nın müttefiklerine, güvenilirliklerinin asıl göstergesinin savaşı kazanmaları değil, “Yahudi meselesini çözme” konusunda yardım etmeleri olduğunu açıkça ortaya koymayı her zaman beceren) Alman Dışişleri Bakanlığı’nın baskısıyla, Macaristan Yahudi mültecilerinin hepsini teslim etmeyi teklif etti. Dışişleri • Bakanlığı bu hareketi olumlu bir adım olarak görmeye dünden ra-;, zıydı, ama Eichmann’m buna itirazı vardı: teknik nedenlerden dolayı, “Macaristan Macar Yahudilerini de bu gruba dahil etmeye hazır olana kadar bu çalışmayı ertelemenin daha uygun” olduğunu düşünüyordu; “koskoca bir tahliye mekanizmasını” tek bir kategori için harekete geçirmek çok pahalıya patlayacak, dahası “Macaristan’daki Yahudi sorununun çözümünde herhangi bir ilerleme kaydedilme-‘ miş olacaktı”. 1944’te Macaristan artık “hazırdı”, zira 19 Mart’ta Alman ordusunun iki tümeni ülkeyi işgal etmişti. Bu Alman ordularıyla birlikte, Himmler’in Dışişleri Bakanlığındaki vekili, yeni Reich Temsilcisi SS Albay Dr. Edmund Veesenmayer ve Üst Düzey SS ve Polis Liderleri üyesi olan,.dolayısıyla Himmler’in komutası altında bulunan SS Korgeneral Otto Winkelmann da bu ülkeye gitti. Macaristan’a giden üçüncü SS görevlisi, Yahudilerin tahliyesi ve tehciri konusunda uzman olan, RSHA’dan Müller’in ve Kaltenbrunner’in komutası altında bulunan Eichmann’dı. Hitler bu üç beyefendinin neden Macaristan’a geldiği konusunda ortada hiç şüphe bırakmadı; Ülkenin işgalinden önce yapılan dillere destan bir görüşmede Horthy’ye “Macaristan’ın Yahudi meselesinin çözümü için gerekli adımları henüz atmadığını” söylemiş ve Horthy’yiYahudilerin katledilmesine izin vermemekle” itham etmişti (Hilberg).
Eichmann’ın görevi belliydi. Bürosunun tamamı, “gerekli adımların” atılıp atılmadığından emin olmak için Budapeşte’ye taşındı (kariyeri açısından, bu durum “tepetakla gitmekti”). Neler olacağı konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. En büyük korkusu Macarların direnişiyle karşılaşmaktı, yeterli personele ve bölge koşullarıyla ilgili yeterli bilgiye sahip olmadığı için böyle bir direnişle başa çıkamazdı. Ama bu korkuların çok yersiz olduğunu gördü; Macar jandarma teşkilatı gerekeni yapmaya can atıyordu. Macaristan İçişleri Bakanlığının Siyasi (Yahudi) Meselelerden Sorumlu yeni Devlet Bakanı Lâszlo Endre, “Yahudi meselesi konusunda çok tecrübeli” biriydi ve Eichmann’ın boş vaktinin büyük bölümünü birlikte geçirebildiği yakın arkadaşlarından oldu. Ne zaman o günleri hatır-lasa, her şeyin “bir rüya gibi” olduğunu söylüyordu, en ufak bir zorlukla karşılaşmamışlardı – tabii Eichmann’ın emirleriyle yeni arka-daşlarının istekleri arasındaki ufak tefek farklılıkları zorluktan saymazsak. Mesela, muhtemelen Kızıl Ordu Doğu’dan yaklaştığı için, Eıchmann bu ülkenin “Doğu’dan Batı’ya doğru taranmasını” emrediyordu ve bu da Budapeşte Yahudilerinin ilk haftalarda veya aylarda tahliye edilmeyeceği anlamına geliyordu – bu durum, başkentlerinin judenrein hale gelme konusunda öncülük etmesini isteyen Macarlarda büyük bir üzüntü yaratıyordu. (Eichmann’m “rüyası”, Yahudiler İçin akıl almaz bir kâbustu: Başka hiçbir yerde, bu kadar kısa sürede bu kadar çok insan tehcir edilip ortadan kaldırılmamıştı. İki aydan az bir zamanda, vagon başına yüzlerce insan düşen tıka basa dolu yük vagonlarıyla 147 trenin taşıdığı 434.351 insan ülkeden ayrıldı; Auschwitz’deki gaz odaları bu kadar izdihamı kaldırmadı.)
Zorluklar başka bir yerde ortaya çıktı. “Yahudi meselesinin çözümüne” yardımcı olmak üzere bir değil üç adam birden görevlendirildi; bu görevlilerin her biri ayrı bir askeri birlikten geliyor, emir-komuta zincirinin başka bir kademesinde yer alıyordu. Teknik olarak Winkelmann Eichmann’ın üstüydü, ama Üst Düzey SS ve Polis Liderleri Eichmann’ın ait olduğu RSHA’nın komutası altında değildi. Dışişleri Bakanlığından gelen Veesenmayer ise ikisine de bağlı değildi. Her halükârda Eichmann ikisinden de emir almayı reddetti, orada bulunmalarına çok içerledi. Ama asıl baş belası dördüncü bir kişiydi; Himmler’in, hâlâ Yahudilerin, üstelik ekonomik açıdan hâlâ önemli bir konumda bulunan Yahudilerin büyük bir kısmını barındıran tek Avrupa ülkesi olan Macaristan’a “özel görevle” gönderdiği biriydi. (Macaristan’daki yüz on bin ticari işletme ve sanayi teşebbüsünden kırk bininin Yahudilerin elinde olduğu bildirilmişti.) Bu adam sonradan albay olan ama o zamanlar daha yarbay olarak görev yapan Kurt Becher’di.
Şu işe bakın ki, Eichmann’ın eski hasım, bugün Bremen’in başarılı tüccarlarından biri olan Becher, savunmanın tanığı olarak çağrıldı. Malum nedenlerden dolayı Kudüs’e gelemedi ve Almanya’da, memleketinde sorgulandı. Daha sonra yeminli olarak cevap vermesi istenen sorular vaktinden evvel kendisine gösterildiğinden, ister istemez Becher’in ifadesinden vazgeçildi. Eichmann ile Becher’in yüzleşememiş olması büyük bir kayıptı, üstelik sırf adli nedenlerden de değil; çünkü böyle bir yüzleşme “genel manzaranın” başka bir tarafını, hukuki açıdan bile bu meseleyle yakından ilgili olan bir tarafını ortaya çıkarabilirdi. Becher’in söylediklerine bakılırsa, SS’e katılma nedeni” 1932’den bu yana binicilikle aktif olarak uğraşma-siydi”. Otuz sene önce, binicilik sadece Avrupalı üst sınıfın uğraştığı bir spordu. 1934’te, binicilik eğitmeni Becher’i SS süvari alayına girmeye ikna etmişti; o dönemde, “harekete” katılmak ve aynı zamanda toplumsal saygınlığını korumak isteyen bir adamın yapacağı en iyi şey buymuş. (Bu noktaya hiç dikkat çekmese de, Becher’in ifadesinde biniciliği vurgulamasının nedeni muhtemelen Nürnberg Mahkemesi’nin SS Süvari Birliği’ni suç örgütleri üstesine almamış olmasıydı.) Becher savaş sırasında sınırda aktif görevdeydi, Ordu’nun değil Silahlı SS’in üyesiydi; Silahlı SS ile Ordu komutanlarının irtibatını sağlayan bir subaydı. Çok geçmeden sınırdan ayrılarak SS personel departmanında at satın alma şefi oldu; bu iş sayesinde, o dönemde alabileceği ne kadar madalya varsa hepsini aldı.
Becher, Macaristan’a sadece SS için yirmi bin at satın almak üzere gittiğini iddia etti ama bu pek doğru değildi, zira bu ülkeye varır varmaz büyük Yahudi firmalarının yöneticileriyle çok başarılı geçen bir dizi müzakere gerçekleştirmişti. Himmler ile ilişkisi mükemmeldi, onu istediği zaman görebiliyordu. “Özel görevinin” ne olduğu gayet açıktı. Macaristan hükümetinin arkasından iş çeviren büyük Yahudi firmalarının kontrolünü eline alacak ve buna karşılık firma sahiplerini beş kuruş almadan ülke dışına çıkaracak, aynca hatırı sayılır bir miktar da döviz verecekti. En önemli görüşmesini otuz bin çalışanıyla uçaktan tutun kamyon ve bisiklete, konserve kutusundan toplu iğne ve dikiş iğnesine kadar onlarca şey üreten devasa bir işletme olan Manfred Weiss çelik fabrikasıyla gerçekleştirdi. Sonuç olarak, Weiss ailesinden kırk beş kişi Portekiz’e göç et ti, Becher de işin başına geçti. Eichmann bu Schweinerei'( Alm. Alçaklık, domuzluk; pis iş. -ç.n.) duyunca öfkeden deliye döndü; bu anlaşma Eichmann’ın, kendi topraklarında haczedilen Yahudi mallarına doğal olarak sahip olmayı bekleyen Macarlarla iyi ilişkilerine gölge düşürebilirdi. Böylesine öfkelenmek için birtakım haklı gerekçeleri vardı, zira bu anlaşmalar şimdiye kadar zaten hep çok cömert davranan olağan Nazi politikasına aykırıydı. Almanlar herhangi bir ülkede Yahudi meselesinin çözümüne yardım etmelerine karşılık Yahudi mallarından pay almayı değil, sadece tehcir ve yok etme masraflarını talep etmişlerdi. Bu masraflar ülkeden ülkeye büyük farklılık gösteriyordu – Slovak-ların Yahudi başına üç ila beş yüz, Hırvatların sadece otuz, Fransızların yedi yüz ve Belçikalıların da iki yüz elli Reich markı ödemesi gerekiyordu. (Ama görünüşe göre Hırvatlardan başka kimse tek kuruş ödememişti.) Macaristan’da, savaşın son zamanlarında, Almanlar malla ödeme talep ediyordu – tehcir edilen Yahudilerin tüketeceği miktarda yiyecek Reich’a gönderilecekti.
Eichmann’a göre Weiss meselesi sadece bir başlangıçtı, işler daha beter olacaktı. Becher doğuştan tüccardı; Eichmann’ın sadece dağ gibi örgüt ve yönetim görevleri gördüğü yerde, Becher adeta sınırsız para kazanma imkânı görüyordu. Becher’in yoluna çıkan tek şey Eichmann gibi işini fazla ciddiye alan daha aşağı düzeydeki yaratıkların dar kafalılığıydı. Yarbay Becher’in tasarıları onu kısa bir süre sonra, Dr. Rudolf Kastner’in Yahudileri kurtarmaya yönelik çabalarında yakın işbirliğine yöneltti. (Becher özgürlüğünü Kaşmer’ in Nürnbergde verdiği ifadeye borçluydu. Eski bir Siyonist olan
Kastner savaştan sonra İsrail’e taşındı ve bir gazeteci SS’le işbirliği yaptığına ilişkin bir yazı yayımlayana kadar da yüksek bir pozisyonda kaldı – bu haber üzerine Kastner gazeteciyi kendisine iftira attığı gerekçesiyle dava etti. Nürnberg’deki ifadesi büyük ölçüde aleyhineydi; dava Kudüs Bölge Mahkemesi’ne gelince, Eichmann duruşmasındaki üç hâkimden biri olan Halevi, Kastner için “ruhunu şeytana satmış” dedi. Mart 1957’de, davası İsrail Yüksek Mahkemesi’ne temyize gitmeden kısa bir süre önce Kastner öldürüldü, anlaşılan katillerinden hiçbiri Macaristan’dan gelmiş Yahudilerden değildi. Bir sonraki celsede, temyiz mahkemesi önceki karan bozdu ve böylece Kastner aklanmış oldu.) Becher’in Kastner aracılığıyla yaptığı anlaşmalar, kodamanlarla yaptığı müzakerelerden çok daha basitti, kurtarılacak her Yahudinin hayatı için bir fiyat belirlemekten ibaretti. Fiyatlar için bayağı sıkı bir pazarlık yapılıyordu ve anlaşılan pazarlığın bir yerinde, ilk görüşmelerden birine Eichmann da dahil olmuştu. Eichmann genellikle çok düşük bir fiyat veriyordu, Yahudi başına sadece iki yüz dolar istiyordu ~ bu durumun nedeni elbette daha fazla Yahudiyi kurtarmak istemesi değil, sadece büyük düşünmeyi bilmemesiydi. Fiyat sonunda bin dolara kadar yükseldi ve Dr. Kastner’in ailesinin de yer aldığı 1684 kişilik bir grup Macaristan’dan ayrılarak Bergen-Belsen’deki mübadele kam-pma gitti ve oradan da nihai varış noktası olan İsviçre’ye ulaştı. Becher ve Himmler’in türlü türlü mal karşılığında Amerikan Ortak Dağıtım Komitesi’nden yirmi milyon İsviçre Frangı kazanmayı umduğu benzer bir anlaşma, Ruslar Macaristan’ı özgürlüğüne kavuşturana kadar herkesi meşgul etti ama bu anlaşmadan hiçbir sonuç çıkmadı.
Kuşkusuz Becher’in faaliyetleri Himmler’den tam onay alıyordu ve RSHA’daki üstleri Müller ve Kaltenbrunner aracılığıyla Eichmann’a hâlâ ulaşan eski “radikal” emirlere taban tabana zıttı. Eich-mann’a göre Becher gibi adamlar yolsuzluğa bulaşmıştı ama vicdan krizine yol açan elbette yolsuzluk olamazdı. Kolay kolay yoldan çıkmadığı açıktı, ama yıllardır bu yolsuzluğun tam ortasında bulunuyordu. Eichmann’ın arkadaşı ve astı Yüzbaşı Dieter Wisliceny’ nin daha 1942’de bile Slovakya’daki tehcir işlemlerini ertelemek için Bratislava’daki Yahudi Kurtuluş Komitesi’nden elli bin dolar aldığını bilmediğini düşünmek zordur ama tümüyle imkânsız değildir. Bununla beraber, Himmler’in 1942 sonbaharında, yeni bir SS. tümeninin istihdamını karşılamaya yetecek kadar dövize karşılık, Slovak Yahudilerine çıkış izni satmaya çalıştığını duymamış olamaz. Gelgelelim artık, 1944’te, Macaristan’da işler farklı yürüyordu; bunun sebebi Himmler’in bu “ticarete” bulaşması değil, ticaretin resmi politika haline gelmesiydi; buna yolsuzluk gözüyle bakılmıyordu artık.
Başlarda, Eichmann oyuna dahil olmaya ve yeni kurallara göre oynamaya çalıştı; kuşkusuz kendisinin başlatmadığı o fantastik “mala karşılık kan” -dağılan Alman Ordusu için on bin kamyona karşılık bir milyon Yahudi- pazarlıklarına da o sıralarda katıldı. Kudüs’te bu meseledeki rolünü açıklama biçimi, olup bitenleri kendince nasıl haklılaştırdığmı alenen gösteriyordu: Kendisine, göç işinde önem taşıyan yeni bir rolün ek getirisini sağlayacak askeri bir zorunlulukmuş bu. Muhtemelen kendisine asla itiraf etmediği şeyse, başını çevirdiği her yerde karşısına çıkan bu yeni iktidar kazanma çabasının tam ortasında tutunacak sağlam bir dal bulmayı başaramadığı sürece, dört bir yandan bastıran dağ gibi sıkıntıların çok yakında işinden olmasını her geçen gün biraz daha mümkün hale getirdiğiydi (gerçekten de birkaç ay sonra işsiz kalacaktı). Mübadele tasarısı beklendiği gibi başarısız olduğunda, haklı olarak Hitler’in gazabından çekindiği için sürekli tereddüt etmesine rağmen, Himmler’in Nihai Çözüm’ün tamamına -ticaret demeden, askeri zorunlu-‘ luk demeden, Almanya’ya barış getiren kişi olmaya endeksli gelecekteki rolü hakkındaki boş hayalleri dışında gösterecek bir şeyi olmadan- bir nokta koymaya karar verdiğini bilmeyen kalmamıştı, İşte bu dönemde SS içinde, öldürebileceğinden daha az insan öldürdüğünü kanıtlayabilen bir katilin harika bir mazereti olduğuna inanacak kadar aptal ve para-mal bağlantılarının tekrar en önemli şey haline geldiği “normal koşullara” dönüleceğini önceden görecek kadar akıllı kişilerden oluşan bir “ılımlı kanat” ortaya çıktı.
Eichmann bu “ılımlı kanat”a asla katılmadı. Zaten katılmaya çalışmış olsa bile kabul edilir miydi, işte orası tartışılır. Eichmann hem afişe olmuştu, Yahudi yetkililerle sürekli temaslarda bulunduğu için herkesçe tanınıyordu hem de işin sonuna kadar içten içe büyük bir kızgınlık beslediği bu iyi eğitimli üst-orta sınıf “centilmenlerine” göre fazla ilkeldi. Milyonlarca insanı ölüme göndermekteüstüne yoktu, ama “dil kuralı” olmayınca iki kelimeyi yan yana getirmeyi beceremiyordu. Kudüs’te, hiçbir kural olmadan, açık açık “Öldürmekten”, “cinayetten”, “devletin meşrulaştırdığı suçlardan” bahsetti; kendisini toplumsal açıdan Eichmann’dan üstün gördüğünü birkaç kere belli eden savunma avukatının aksine, Eichmann açık konuştu. (Servatius’un asistanı -ve ilk birkaç hafta duruşmaya katılan, daha sonra savunmanın tanıklarını sorgulamak üzere Almanya’ya gönderilen ve Ağustos’un son haftası tekrar ortaya çıkan Cari Schmitt’in öğrencisi- Dr. Dieter Wechtenbruch, mahkeme dışındaki muhabirlere seve seve zaman-ayırırdı; görünüşe göre Wech-tenbruch’u dehşete düşüren Eichmann’m suçlarından ziyade zevksizliği ve eğitimsizliğiydi. “Önemsiz biri,” dedi, “onu bu beladan nasıl kurtaracağımıza bakalım” – wie wir das Würstchen über die Runden bringen. Bizzat Servatius da, daha duruşma başlamadan, müvekkilinin “sıradan bir postacınınki” gibi bir kişiliği olduğunu ifade etmişti.) :
Himmler “ılımlı” olunca, Eichmann cesaret edebildiği kadarıyla, en azından üstlerinin kendisini “koruyacağını” hissettiği ölçüde, Himmler’in emirlerini sabote etti. Kastner bir keresinde Wisliceny’ ye “Eichmann Himmler’in emirlerini sabote etmeye nasıl cüret eder?” diye sormuştu – sözünü ettiği emir, Yahudilerin 1944 sonba- harında yayan olarak Avusturya sınırına götürülmesinin durdurul-maşıydı. Sorunun cevabı şöyleydi: “Muhtemelen bize gösterecek bir telgrafı vardır. Müller ve Kaltenbrunner Eichmann’a arka çıkmıştır.” Eichmann’m Kızıl Ordu gelmeden önce Theresienstadt’ı tasfiye etmek için karmakarışık bir plan yapmış olması çok mümkün görünüyor. Ama bunu sadece Dieter Wisliceny’nin pek de güvenilir olmayan ifadesinden biliyoruz (Wisliceny işin sonu gelmeden aylar, belki de yıllar önce, Eichmann’ı gözden çıkarıp kendine dikkatle bir mazeret aramaya başladı ve bu mazereti de iddia makamının tanığı olarak çağrıldığı Nürnberg duruşmasında mahkemeye sundu. Ama bunun Wisliceny’ye bir hayrı olmadı; zira Çekoslovakya’ya iade edildi, yargılandı ve kendisine arka çıkacak kimsenin bulunmadığı ve paranın kendisine bir faydasının dokunmadığı Prag’da idam edildi). Diğer tanıklar bunu Eichmann’m adamlarından biri olan Rolf Günther’in planladığını ve söylenenlerin aksine Eichmann’m gettoya dokunmamaları yönünde yazılı bir emrinin bulunduğunu iddia ettiler. Ne olursa olsun, hemen hemen herkesin artık “ılımlı” olduğu Nisan 1945’te, Eichmann’ın İsviçre Kızıl Haçı’ndan Paul Du-nand’ın Theresienstadt ziyaretini fırsat bilip kendisinin Himmler’in Yahudilerle ilgili yeni stratejisini onaylamadığını rapor ettiğine hiç şüphe yok.
Öyleyse, Eichmann Nihai Çözüm’ü nihai kılmak için tartışmasız her zaman elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Asıl mesele bu durumun Eichmann’ın fanatizminin, Yahudilerden ölümüne nefret ettiğinin ve polise yalan söylediğinin, mahkemede her zaman emirlere uyduğunu iddia ederken yalan ifade verdiğinin bir kanıtı olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğiydi. Sanığı anlamak için büyük bir çaba gösteren ve Eichmann’a muhtemelen daha önce hiç olmadığı kadar düşünceli davranan ve sahici, pırıl pırıl bir insanlık gösteren hâkimler bu duruma başka bir açıklama getiremedi. (Dr. Wechtenbruch muhabirlere Eichmann’ın “Hâkim Landau’ya büyük bir güven duyduğunu”, işini hakkıyla yapacağına inandığını düşündüğünü söyledi ve bu güveni Eichmann’ın her zaman bir otoriteye ihtiyaç duymasıyla ilişkilendirdi. Sebebi ne olursa olsun, Eich-mann’ın duruşmanın başından sonuna kadar hâkime gerçekten güvendiği ortadaydı; kararı duyunca bu kadar büyük bir “hayal kırıklığına” uğramasının nedeni belki de buydu, insan olmakla sevecen olmayı birbirine karıştırmıştı.) Eichmann’ı bir türlü anlamamaları bu üç adamın “iyi” olduğunun, mesleğinin ahlaki temellerine kendiliğinden ve biraz da eski moda bir inanç duyduklarının kanıtı sayılabilir. Çünkü bu meseleyle ilgili üzücü ve çok sıkıntılı hakikat muhtemelen, söz konusu durumun Eichmann’ın fanatizminden değil de -üç yıl Önce kısa bir süre için Eichmann’ı tam tersi hareket etmeye sevk ettiği gibi- savaşın son yılında onu uzlaşmaz bir tavır benimsemeye sevk eden vicdanından kaynaklandığıydı. Eichmann, Himmler’in emirlerinin Führer’in emrine taban tabana zıt düştüğünü biliyordu. Bu nedenle, olup bitenlerle ilgili ayrıntıları bilmeye gerek duymuyordu, halbuki böyle ayrıntılar kendisine destek olurdu: İddia makamının Anayasa Mahkemesi huzurunda yapılan oturumda altını çizdiği gibi, Hitler, Kaltenbrunner aracılığıyla Yahudi-leri kamyonlarla mübadele etmek için müzakerelerde bulunulduğunu duyunca, “Himmler, Hitler’in gözünden iyice düştü”. Himmler Auschwitz’deki imha sürecini durdurmadan topu topu birkaç hafta önce, belli ki Himmler’in en son hamlelerinden haberi olmayan Hitler, Horthy’ye ültimatom verdi; bu ültimatomda, “Macar hükümetinin daha fazla gecikmeden Budapeşte’deki Yahudilere karşı gerekli önlemleri almasını beklediğini” söylüyordu. Himmler’in Macar Ya-hudilerin tahliyesinin durdurulmasına ilişkin emri Budapeşte’ye ulaşınca, Veesenmayer’den gelen bir telgrafa göre, Eichmann gözdağı vermek için “yeni bir karar alınması için Führer’e başvuracağını” söyledi. Hâkimlere göre bu telgraf işin aslını “yüz tanıktan daha iyi” gösteriyordu.
Eichmann, başını Reichsführer SS ve Alman Polis Şefi’nin çektiği “ılımlı kanat”a karşı savaşını kaybetti. Yenilgisinin ilk işareti Ocak 1945’te geldi; Eichmann’ın savaş boyunca hayalini kurduğu albaylık rütbesine Yarbay Kurt Becher getirilmişti. (Eichmann1 m anlattığı hikâye, kendi birliğinde daha yüksek başka hiçbir rütbenin kendisine açık olmadığı, pek doğru sayılmazdı; IV-B-4 masası yerine IV-B Departmanı’nın başına getirilebilir ve daha sonra da otomatik-man terfi ettirilebilirdi. Doğru olan bir şey varsa o da muhtemelen Eichmann gibi alt kademelerden gelerek yükselenlerin, cephe haricinde, yarbaylıktan ileri gitmelerine asla izin verilmediğiydi.) Yine aynı ay içinde Macaristan özgürlüğüne kavuştu ve Eichmann Berlin’e geri çağrıldı. Berlin’de Himmler, Eichmann’ın hasmı Becher’i’ bütün toplama kamplarından sorumlu Reichssonderkommissar mevkiine atamıştı; Eichmann ise “Yahudi Meseleleri” ile ilgili bürodan kesinlikle çok daha önemsiz, üstelik Eichmann’ın hiç bilmediği bir konuyla ilgili olan ve “Kiliselere Karşı Savaş” meselesiyle ilgilenen bir büroya transfer oldu. Savaşın son aylarındaki hızlı düşüşü, Hit-îer’in Nisan 1945’te Berlin’deki sığınağında SS’in artık güvenilir olmadığını söylediğinde ne kadar haklı olduğunun en çarpıcı göstergelerinden biridir.
Kudüs’te, Hitler’e ve Führer’in emirlerine olağanüstü bir bağlılık gösterdiğini kanıtlayan belgelerle karşılaşan Eichmann, birkaç defa Üçüncü Reich’ta “Führer’in ağzından çıkan her kelimenin kanun sayıldığını” (Führerworte haberi Gesetzeskraft) açıklamaya çalıştı. Eichmann’m sözlerinden, daha pek çok şeyin yanı sıra, doğrudan Hitler’den geldiği sürece bir emrin yazılı olması gerekmediği anlamı da çıkıyordu. Bu nedenle, Hitler’in emirlerini yazılı olarak görmeyi hiçbir zaman talep etmediğini (Nihai Çözümle ilgili bu tür tek bir belge bile bulunamadı, zaten büyük olasılıkla böyle belgeler hiç olmamıştı); ama Himmler’in emirlerini yazılı olarak görmeyi talep ettiğini anlatmaya çalıştı. Kuşkusuz olağandışı bir durumdu bu; “bilgili” hâkimlerin yazdıkları kütüphaneler dolusu hukuki içtihat külliyatı, Führer’in ağzından çıkan kelimelerin, sözlü beyanlarının bu toprakların esas kanunu olduğunu gösteriyordu. Bu “hukuki” çerçevede, Hitler’in emrine uymayan her yazılı veya sözlü emir tanım gereği yasadışıydı. Dolayısıyla Eichmann’ın konumu ne yazık ki, normal bir hukuki çerçevede hareket eden, alışkın olduğu yasallık deneyimine ters emirleri suç olarak gördüğü için yerine getirmeyi reddeden şu meşhur asker örneğine benziyordu. Bu konuyla ilgili muazzam literatür, argümanını genellikle “hukuk” kelimesinin kaçamaklı olmasına dayandırır. Bu bağlamda bazen bu toprakların hukuku -yani mevcut, pozitif hukuk- anlamına, bazen de bütün insanların yüreğinde aynı sesle konuşan hukuk anlamına gelir. Ne var kİ pratikte, bir emre itaat etmemeniz için, o emrin “açıkça yasadışı” olması; hâkimlerin ifadesiyle, yasadışılığın bu emrin üstünde “‘Yasak!’ anlamına gelen uyarı işaretiyle bir korsan bayrağı gibi dalgalanması gerekir”. Bir “uyarı işareti” taşıyan bu “korsan bayrağı” nasıl normal koşullarda “açıkça” kriminal bir düzenin üzerinde dalgalanıyorsa, kriminal bir rejimde de normal koşullarda hukuki sayılan -sözgelimi masum insanların sırf Yahudi oldukları için öldürülmediği- bir düzenin üzerinde dalgalanır. Vicdanın kaçamaklı olmayan sesine -veya hukukçuların o iyice muğlak diliyle söylersek, “insanlığın genel hissi”ne (Oppenheim-Lauterpacht, International Law, 1952)- kulak vermek, hem bu iddiayı doğru farz eder hem de çağımızın en temel ahlaki, hukuki ve siyasi fenomenlerini dikkate almanın kasıtlı olarak reddedildiğini gösterir.
Eichmann’ın böyle hareket etmesinin tek nedeni elbette Himmler’in artık “suç unsuru taşıyan” emirler verdiği kanaatinde olması değildi. Ancak böyle hareket etmesinde kuşkusuz belirleyici olan kişisel unsur fanatizmi değil; Hitler’e -onbaşılıktan başlayıp Reich Şansölyeliğine kadar yükselen adama- gerçekten (savunmanın tanıklarından birinin deyişiyle) “sonsuz ve aşırı bir hayranlık duymasıydı”. Eichmann’ın içinde bu saiklerden hangisinin, Hitler’e duyduğu hayranlığın mı yoksa Almanya’nın çoktan harabeye döndüğü bir zamanda yasalara bağlı bir Nazi Almanyası vatandaşı olarak kalma konusundaki kararlılığının mı daha güçlü olduğunu anlamaya çalışmak boşa zaman kaybetmekten başka bir işe yaramazdı. Savaşın son günlerinde, Eichmann’ın Berlin’de bulunduğu ve etrafındaki herkesin akıllılık edip Ruslar veya Amerikalılar gelmeden kendisi için sahte evrak ayarlamaya çalıştığını görüp öfkelendiği sıralarda, bu saiklerin ikisi de bir kere daha ortaya çıktı. Birkaç hafta sonra Eichmann da sahte bir isimle seyahat etmeye başladı; ancak Hitler artık hayatta değildi, artık “bu toprakların kanunu” diye bir şey yoktu ve kendisinin de dikkat çektiği gibi ettiği yemin Eichmann’ı bağlamıyordu artık. Çünkü SS üyelerinin yemini, bu yemini edenleri Almanya’ya değil de sadece Hitler’e bağlaması açısından askerlerin ettiği yeminden ayrılıyordu.
Adolf Eichmann’ın vicdanı kuşkusuz karmaşık olmakla beraber bu konuda yalnız değildi, uzaktan da olsa Alman generallerinin vicdanıyla benzerlik gösteriyordu. Bu Alman generallerden biri, Nürn-berg’de kendisine yöneltilen “Siz onurlu generaller nasıl oldu da sorgusuz sualsiz bir sadakatle bir katile hizmet etmeye devam edebildiniz?” sorusuna “Başkomutanını yargılamak askerin işi değildir. Bırakın da bu işi tarih veya yukarıdaki Tanrı yapsın” cevabını vermişti. (Nitekim General Alfred Jodl Nürnbergde asıldı.) Pek zeki sayılmasa da, sözünü etmeye değecek bir eğitimi olmasa da Eichmann en azından, herkesi suçlu hale getirenin bir emir değil de kanun olduğunu az çok sezmişti. Führer’in ağzından çıkan sözler, sıradan emirden farklıydı; bu sözlerin geçerliliği zaman ve mekânla sınırlı değilken, bu sınırlama sıradan emrin en göze çarpan özelliğiydi. Führer’in Nihai Çözüm emrinin hemen ardından -salt idarecilerin değil, uzman avukatların ve hukuk müşavirlerinin tasarladığı- dünya kadar düzenleme ve direktif gelmesinin asıl sebebi de buydu; sıradan bir emirden farklı olarak, bu emir kanun muamelesi gördü. Sonuçta ortaya çıkan ve Alman ukalalığının ve titizliğinin bir belirtisi olmaktan çok uzak olan bütün bu hukuki teferruat, kuşkusuz en çok bu işi meşru göstermeye yaradı.
Nasıl medeni ülkelerde yasalar, insanın doğal arzu ve eğilimlerinin bazen ölümcül olmasına rağmen, vicdanın sesinin herkese “Öldürmeyeceksin!” dediğini farz ediyorsa; Hitler’in in topraklarının kanunu da, katliamlar düzenleyenlerin cinayetin pek çok insanın normal arzu ve eğilimlerine aykırı olduğunu gayet iyi bilmelerine rağmen, vicdanının sesinin herkese “Öldüreceksin!” demesini istiyordu. Nazi Almanyasında kötülük, insanların görür görmez kötülük olduğunu anlamalarını sağlayan bir niteliğini -baştan çıkarıcılığı-nı- kaybetmişti. Muhtemelen pek çok Alman ve pek çok Nazi, ezici bir çoğunluk, cinayet işlememenin, soygunculuk yapmamanın, o zamanki komşularını makus talihleriyle baş başa bırakmamanın (pek çoğu her ne kadar işin dehşet verici ayrıntılarından haberdar olmasa da, Yahudilerin makus talihlerinin kucağına gönderildiğini elbette gayet iyi biliyorlardı çünkü) ve bu durumdan yararlanarak bütün bu suçlara ortak olmamanın baştan çıkarıcılığına kapılmıştı. Ama, Tanrı biliyor ya, belki de bu baştan çıkarıcılığa nasıl karşı koyacaklarını da öğrenmişlerdi.
Hannah Arendt
Kötülüğün Sıradanlığı