Devlet ve Ahlak: Devletin temelinde korku ve şiddet vardır – Afşar Timuçin

162

Her devlet bir toplumun devletidir. Her devlet toplumunun bütün özelliklerini yüksek düzeyde yansıtır. Bir toplumun temel özelliklerini kuran tüm görenekler ve alışkanlıklar devletin düzenleyici bir güç olarak tüm edimlerinde açık bir biçimde yansır.

Bir başka deyişle, devletin kültür düzeyi toplumun kültür düzeyine yüzde yüz uygundur. Devleti oluşturanların toplumdan yukarıda olduğu ya da tersine aşağıda olduğu gibi bir takım görüşler sık sık üretilir ki bu tür görüşler uydurma görüşlerdir. Toplum tencereyse devlet de kapağıdır. Bir toplumda elbette genel düzeyin çok üstünde ya da çok altında insanlar bulunabilir, ama bunlar toplum-devlet dengesini ya da uyumunu bozmayacak özel durumlardır. Bir toplumda çok ileri üç adamın varlığı o toplumda üç yalnızın varlığı anlamına gelir. Bu yüzden devleti ülküsel bir yapı olarak görmeye eğilimli bakış açılarının gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. “Devlet” kavramı genelde abartılır, çokça allanıp pullanır, onun böylece biraz da korku nesnesi olmasına çalışılır. Devletin her zaman “yüce” olması istenir. Devletin sopasının gölgesi her zaman toplumun üzerine düşmelidir ki toplumsal yaşam sarsıntılar geçirmesin. “Devlet” kavramı elbette bir toplumsal bütünü simgelemekle yüce bir kavramdır, en azından önemli bir kavramdır. Ancak devlet bir kavram olmaktan önce bir gerçekliktir. Devlet insanlardan kurulu bir düzenekten başka bir şey değildir. Devletin olumlu etkinliği kendisini oluşturan bilinçlerin ortak gücü ölçüsündedir. Devletin kolay kolay tartışılmaz ağırlığı onu zihnimizde kendiliğinden “yüce” ye bağlasa da o insanlardan kurulu bir bileşim, hatta bileşim de değil bir katışmaçtır. Devletin bir yerlerinde duran bir ada m biz onu kendimize yakıştırmasak da her şeyiyle, şapkasıyla. Duruşuyla, sevimliliği ya da sevimsizliğiyle, doğruculuğu ya da yalancılığıyla bizden biridir. Biz onu kendimize uygun görmesek de bizden biridir. Bilim adamları, sanat adamları, felsefe adamları toplumun epeyce üstünde olabilirler, devlet adamlarının böyle bir hakkı ya da ayrıcalığı yoktur.

“Yüce” kavramının da son derece göreli bir kavram olduğunu unutmak gerekir. Bu kavram her zaman sevgiden çok korkuyu aklımıza getirir. Öte yandan her yüce bizim duygularımızı dış dünyaya yansıtmamızla oluşur. Dağlar kendiliklerinden yüce değillerdir, onların yüceliği bizim gönlümüzün ya da hatta bilincimizin bir üretimidir. Bu yüzden ortak yücelerimiz olsa da herkesin ayrıca kendi yüceleri vardır. Bir başkasını korkulara salan, bir başkasında şaşkınlık duyguları uyandıran. bir başkasına kuşkular veren şey benim içi n kendiliğinden ya da sıradan bir şey olabilir. Küçük çocuklar maytap ışıkları karşısında yüceyle yüzyüze gelme duyguları duyabilirler. İnançlı kişi her zaman bir Yüce Tanrı fikriyle içli dışlı yaşar. Birine yardım etmiş olan en aşağılık bir adam o birinin gözünde yüce biridir. Dişleri dökülmüş bir aslanın kükremesi çocuğu heyecandan heyecana sürükler ve böylece yüceyle karşı karşıya getirir. Genel olarak insanlar her şeyden önce bir yaptırım gücü olarak gördükleri devlet karşısında korkudan hayranlığa kadar uzanan duygular yaşarlar. Onların bunun tam tersi duygularla dolu olduğu da ç ok olur. Devletin topluma yaklaştığı durumlar olduğu gibi onun toplumdan iyice uzağa düştüğü de görülür. Ne olursa olsun devlet devlettir ve halkın gözün de tutarsızlıklarıyla da olsa her zaman üst bir yer tutacaktır. Bir siyaset adamının açık bir otomobilde şapka sallayarak geçişi pek çokları için insanı kendinden geçirici bir görünüm ortaya koyar: o adam kim olursa olsun yukarı katın insanıdır.

Gerçekte yücelik davranışta ya da gösterişte değil insan değerleri adına varılan sonuçlardadır. İnsanların çoğu gündelik yaşadıklarından bu gerçeği görmek istemezler ya da bu gerçeği görebilmek için yeterli görüye ulaşmış değillerdir. Örneğin “İmparator olarak Roma ‘da birinci kişiyim, ama insan olarak bütün insanlardan biri de benim” diyen Marcus Aurelius’un alçakgönüllülüğü bu çerçevede bir yüceliğin belirtisidir. Her gerçek yücelik insan olmak adına belirgin bir sonuçta dışlaşır, insanlıkla ilgili bir amaçta anlatımını bulur. Hitler’in bağıra çağıra çizdiği yücelik görünümlerinin hiçbir karşılığı yoktur ya da gülünç olmak adına bir karşılığı vardır. Almanya’nın kültür düzeyinde ve sanayi atılımlarında silkinişinin bir temsilcisi gibi görünürken eylemlerinde ve davranışlarında bir yücelik ortaya koymaz. Yücelik bir tutumda, bir benimseyişte, bir karşı koyuşta, bir tasarlamada kendini duyuran insani amaçlarla belirgindir. Çocuğunu doyuran ve aç yatan anne yücedir, yüceliği eyleminde ve duygularında belirgindir. Yücelik denilen şeyi sıradan kahramanlıklarla karıştırmamak gerekir: her kahramanca davranışta bir yücenin belirleyici olması diye bir kesinlik yoktur. Elbet bize yüceyi duyuran kahramanlıklar da vardır, kahramanlık dediğimiz şeyin değerlerle olmaktan çok bireysel heyecanlarla ilgili olduğu çok zaman apaçık görünse de. Yüceyi etkin kılabilmek için üstün güçleri olmak değil insani amaçları olmak önemlidir. Gerçek yücelik kendimizi başkalarına adadığımız yerde başlar. Zeus’un üstün güçleri vardır, ahlaksızlıklarını da bu gücüyle gerçekleştirir. Ama onda, o tanrıların tanrısında adanmışlıktan iz yok gibidir, pekçok bencillik belirtisi olmakla birlikte. Yüce olan Prometheus’ dur, kendini insana adamıştır. Kendini insana adamak adına tehlikelerle yüzyüze gelmekten kaçınmayan kişinin tutumuna

Devletin yüceliği adanmışlığından gelir, daha doğrusu gelecektir, gelmelidir. Böyle bir adanma var mıdır? Kuramsal olarak varsa bile gerçeklikte sözkonusu mudur? Ne var ki devlet genellikle gerçek anlamda adanmışlık görünümleri ortaya koymaz. Onun adanmışlık adına yapıp ettikleri bir çocuğu kandırabilecek nitelikte değildir. O her zaman ve her yerde yaşamın olağanüstülüklerle kesilmeden tam bir dinginlikle sürüp gitmesi için oluşturulmuş bir düzeneği ya da içiçe geçmiş çeşitli düzenekleri düşündürür. O gerçek anlamda adanmayı bilmese de adanmışlıklar bek!er. O kendini adamaya eğilimli bir duygusal-düşünsel yapıda olamayacak kadar hantaldır. Bireyler gibi kuruluşlar da bencil olabiliyorsa, en büyük bencil devlet olmalıdır. Bu yüzden her devlet toplum karşısında her zaman bir ‘‘ayrı yapı” özelliği gösterir, bu yüzden her zaman yüzü soğuktur onun. Çok zaman tam bir duygu yakınlığıyla davranır gibi yaptığı olur. Soğukluğu o zaman bir yapaylık görünümü altında daha da belirginleşir. Devlet sıcak davranışlarda bulunarak değil korku salarak ayakta durabilir. Devlet adına devletin çatısı altında bulunan her kişi az çok korku salmayı bir görev bilir. Bürokrasi devletin en temel davranış biçimini oluştururken soğuk. korkutucu, derinliksiz ve çok zaman usdışıdır. En azından çoğu kendini bilmez özellikler gösteren çoğunluk insanları karşısında yumuşak olmamayı becerebilmek gerekir. Devlet gülmez, gülümsemez, zaman zaman gülmek adına dudaklarını kasar. Devlet her zaman güler gibi yapar. Onun insanı okşamaya uzanan elleri buz gibi soğuktur. Devlet ahlakı bir ciddilik görünümünde bir asık suratlılık ahlakıdır. Gerçek yurttaş ahlakı Prometheus ahlakıyken devlet ahlakı her yerde bir Zeus ahlakıdır.

Bir seven ve sevilen devlet mi, yoksa korkutan devlet mi? Elbette korkutan devlet. Devlet onun bunun sevgisiyle gönenecek kadar aşağılarda değildir. Devlet ancak bir şey istemeyeni, yeni bir şey istemeyeni çok sever. Ama o kendisini yeniden gözden geçirmesini gerektirecek istekler karşısında son derece tedirginidir. Devlet eleştirilere kapalı ama övgülere açıktır. Devlet en sıradan hatta en anlamsız etkinliklerinin bile övülmesini bekler. Bu durumda devletin kendisine yakın olanlarla kendisinden uzak duranları aynı kaba koymayacağı kesindir. Devletin huylarını bilenler ve böylece onun yakınına sokulabilenler ondan büyük yararlar sağlarlar. En yoksul devlet bile kendisine yakın durmayı bilenler için sütü bol bir anadır. Devletten doğrudan doğruya elde edilen yararlar çok zaman bürokrasinin cinliğiyle kitabına uydurulmuş yararlar olsa da insan olmanın kurallarına uymayan yararlardır. Devletten dolaysız yararlar elde etmek isteyen kişilerin çok iyi ilişkiler kurmayı becerebilen kişiler olmaları gerekir, yoksa insanları bir bütün olarak ele almakla tam tamına eşitlikçi bir görünüme büründürülmüş olan yasalar hiçbir zaman bireylerin yasal haklarını elde etmeleri için yeterli bir belirleyicilikte olmayacaktır.

Her devletin bir egemen sınıfı temsil ettiği söylenir. Bu elbette doğrudur. Bir yerde egemen sınıf varsa devlet doğal olarak öncelikle onun devleti olacaktır. Yaşama egemen olan devlete de egemen olacaktır. Toplumda egemen bireyler olabilmek için devlete yakın olmayı becerebilmek gerekir. Eskiden devlete yakın olabilmek için yalnızca egemen sınıfın, öbür sınıflardan kesin çizgilerle ayrılan üst sınıfın üyesi olmak gerekirdi. Yunanistan’ da diyelim M.Ö. V. yüzyılda bir kölenin devlete yakın olabilmesi diye bir sorun yoktu. Bugün bu yakınlık sınıfsal bir ayrıcalığı zorunlu kılmıyor. Bugün en altta, tam tabanda yaşamını sürdüren bir işbilirin bir çırpıda devletle bütünleşmesi hatta devlet adına etkinlikte bulunmaya yönelmesi işten bile değildir. Gerçekten eskiden devletler üst sınıfları temsil ediyordu, bugün elbette her şeyden önce egemen sınıfın çıkarlarını kollarken daha çok nereye hangi yoldan en iyi gidebileceğini bilebilen her sınıftan insanı kucaklıyor.

Ulusal devlet fikri varlığında ahlaki bir zorunluluğu da barındırır gibiydi: bir sınıfın değil bir ulusun devleti olmak diye bir eğilim hatta bir zorunluluk var gibiydi, en azından insan hakları düşüncesi bunu gerektiriyordu. Bu elbette toplumsal sınıfların ortadan kalkması anlamına gelmez, hakların ve ödevlerin belirlenmesinde toplumsal sınıfların ortadan kalkmasıyla ilgili düşünceler kuramsal olarak ulusal devletin amacı gibi görünse de gerçekte ulusal devlet kavramının iyiden iyiye dışına düşer. Burada yaman bir çelişki var: ulusal devlet sınıflar ayrımını olağan gören bununla birlikte sınıflar arasında ayrımcılık yapmayan devlet diye düşünülür. Bu yüzden ulusal devlet denildiğinde hemen “toplumsal adalet” gibi, “fırsat eşitliği” gibi deyimler aklımıza gelir. Ancak ulusal devletlerin de her zaman bir dilek çerçevesinde kalmış olan bu toparlayıcı etkinliği tam olarak gerçekleştiremedikleri, geliştirmeyi düşünmedikleri, buna göre çok yerde kuramsal amaçlarıyla çeliştikleri kesindir. Demokrasi düşüncesi bu bir türlü üstesinden gelinemeyen ayrancılığı önünde sonunda giderecek, en azından yumuşatacak gibi görünüyor. İnsanlığın ancak daha yetkin bir bilinçlenmişlik düzeyinde gerçekleştirebileceği çok iyi dilekleri var.

Bu konuda belli bir gelişimin sağlanamamış olduğunu söylemek haksızlık olacaktır elbette. Eski devletlerin yapısal özellikleri ve etkinlik biçimleri düşünülünce bugünkü devletlere hayır dua okumak gelir içimizden. Bir Eskiçağ’ı, bir Ortaçağ’ı, bir Yeniçağ başlarını düşündükçe haklar ve ödevler konusunda epeyce yol almış olduğumuzu rahatça söyleyebiliriz. Ancak devletin genel olarak insana yakınlaşması yönünde bir gelişim olmuşsa bunu daha çok kültürün tabana doğru inmesiyle ve böylece bireylerin yaşama ağırlıklarını koyarak hep bir arada toplumsal bir güç oluşturmaya yönelmesiyle açıklamak gerekir. İnsan yaşamının temel yasası güç oluşturmadan etkin olunamayacağıyla ilgilidir. Devletin kendi başına iyilikçi ve yapıcı, tutarlı ve bütünleyici olmasını beklemek ve istemek saflık olur. Devlet her zaman karşısında kendisini denetleyen güçler bulabilmelidir. Demokratik yaşam biçiminin anlamı da devlet gücüyle devlet dışındaki güçlerin dengesinde kendini göstermektedir. Bu çerçevede devletin daha insan olmasını beklemek değil devletin daha insan olmasını sağlamak, devleti daha da insan olmaya yöneltmek diye bir zorunluluk vardır. Bu yapılmadığı zaman iyilikçi bir devlet örneğini oluşturmak olası olmayacaktır.

Devletin en çok hoşuna giden duygu “devletten bekleme’’ duygusudur. Devlet vermemeye ama verecek gibi durmaya bayılır. Devletin ikide bir ortaya koyduğu “baba” ya da “ana” imgesi gerçekten son derece yapay bir imgedir, yaşamda karşılığı olmayan bir imgedir. Baba ve ana deyince aklımıza karşılıksız vermeye hazır insanlar gelir, oysa devlet vermeye göre değil almaya göre biçimlenmiştir. O ancak sıkı sıkıya bağlı olduğu egemen kesimlere bir şeyler vermeye hazırdır. Herkesten almak ve bililerine vermek: devletin adlandırılmamış temel ilkesi budur. Evet, ana ve babanın başlıca niteliği özverili olmalarıdır. Çocukları için elinden geleni yapmayan anneleri ve babaları her zaman hastalıklı varlıklar olarak görürüz. Çocuğuna yedirmeyen, kendi yiyen kaç anne vardır ya da kaç baba vardır? Annelik ve babalık tepeden tırnağa özveriden kurulmuştur. Oysa devlet özveri bilmez. Devletin kuralları vardır, bu kurallar çerçevesinde herkesten bir şeyler ister ve bekler. Devletin gözünde iyiler vardır: kimi askere gitmek için iyidir, kimi vergi vermek için iyidir, kimi fabrika işçisi olmak için iyidir… Devletin ahlakı zorunlu olarak bir yararcılık ahlakıdır. Devlet her zaman verir gibi yapan ve her zaman alan bir düzenektir. İnsanlar devlete elli verirler, devletten beş alırlar. Çünkü devlet masraflıdır, her şeyden önce içerdiği bürokrasi aygıtıyla masraflıdır. Bürokrasi doymak bilmez bir canavardır. Memurların çalıştığı birimler müdürlerle, müdür yardımcılarıyla, şeflerle, şef yardımcılarıyla, yazmanlarla, uzmanlarla, denetçilerle doludur. Devletin dışında bir başka düzenek olsaydı, bu düzenek toplumun her yaptırdığını hiç boşa harcamadan hizmete dönüştürebilseydi, devletin ne kadar pahalı ve ne kadar hantal bir yapı olduğunu açık açık görürdük.

Daha yetkin bir devlet tasarımı olamaz mı? Daha yetkin bir devlet fikri düş müdür? Olabilir, düş olabilir. İnsanın işi düşlerini gerçekleştirmekten başka ne ki! İnsanoğlu bugüne kadar nice düşünü gerçekleştirdi. Bunun için her şeyden önce köklü kültür etkinliklerine ve onun getireceği yetkin aydın insan tipine gereksinimiz var. Bunun için bilinç gelişimleri gerekiyor. Ulusları “temsil eden” meclislerin tek başlarına dengeli ve adaletli bir toplum düzeni kurabileceğini düşünenler yanılıyorlar, hem çok kötü yanılıyorlar. Kurumlar insanlardan oluşmuştur, insanın topluca yetkin bir düzeye ulaşamadığı yerde kurumlar da eksiklikleriyle, yetersizlikleriyle, tutarsızlıklarıyla varolabilirler. Yasama, yürütme ve yargılama erklerinin birbirinden ayrılmasıyla adaletli bir düzenin ortaya konulabileceği düşünüldü. Erkler ayrılığı elbette adaletli bir yaşam düzeninin bir koşuludur. Ne var ki insan yaşamı bir ya da iki yönlü değildir, çok yönlüdür. Yani erkler ayrılığı önemlidir ama erkler ayrılığından başka şeylere de gereksinimimiz vardır. Kaldı ki erkler ayrılığının sağlanabilmesi için de pekçok şey gerekiyor. Adaletli bir yaşam düzenini haydi artık şu erkleri birbirinden ayıralım diye kurmaya girişebilir miyiz? Öte yandan bu erkler, biz onları ne kadar ayırsak da, aynı egemenin elinde bulunduğu için ikide bir birbirlerine karışmaya eğilimli şeylerdir. Bunları birbirlerinden ayırıyor gibi yapıp birbirlerine karıştırmak egemenin işine gelir. Evet, biz ne kadar ayırmaya kalksak da bu erkler her durumda birbirlerine yaklaşmaya bakarlar. Bunların bir bütün oluşturduğu yerde de, Locke’un pek güzel belirttiği gibi, zorbalık oluşur. Yasama kendi eğilimlerine göre kendi içinden çıkardığı yürütmeyi koşullarken yargılamayı da onun buyruğuna vermek isteyecektir. Erklerin ayrılması, ama erklerin gerçekten ayrılması meclisi de kapsayan devletin bütünlüğü çerçevesinde olası görünmüyor. Erklerin gerçekten ayrılabilmesi her biri bir denetim aygıtı özelliği gösteren güçlü sivil kuramların da varlığını gerekli kılacaktır. Devlet karşısında çok güçlü ve çok değişik aygıtlar bulmadığı sürece erkler ayrılığı bir masaldan başka bir şey olmayacaktır.

Üniversitelerin, odaların, sendikaların, derneklerin ve buna benzer toplulukların devletten bağımsız güç odaklan oluşturmaları devletin eleştirilmesi ve denetlenmesi açısından önemlidir. Devlet üniversiteleri de sendikaları da öbürlerini de elinden geldiğince denetlemek ve bir bakıma baskı altında tutmak isteyecektir. Bu tür kuruluşların devlet karşısında eleştirici, dizginleyici ve dengeleyici bir güç oluşturabilmeleri elbette toplumda insanların. özellikle aydın insanların bilinç koşullarıyla ilgili bir durumdur. Devlet dokunulamaz bir varlık olarak eleştirilemez ve denetlenemez bir varlık olarak düşünüldükçe güçlü ve tutarlı bir toplumsal yaşam düzeninin oluşturabilmesi olanaksızdır. Toplumların belli bir ilerilik çizgisine varmış olmalarının başlıca kanıtı onlarda her şeye karşın hayır diyebilen aydın insanların varlığıdır. Devletin eleştiriye ve denetime açık olması, bu eleştiriyi ve denetimi kendi dışından yani ülkedeki güçlü kurumlardan beklemesi gerekir. Ama hiçbir devlet şimdilik böylesine gönlü geniş bir yapıda değildir. Böyle bir açık tutum devlet adamlarının olgunluğunu, ileri bir olgunluk düzeyinde olmalarını gerektirir. Yarar hesaplarının öne çıktığı yerde böyle bir olgunluğun barınabileceğini düşünmek yanlış olur. Başta da söylediğimiz gibi. devlet yaşamı göreneklerle ve hatta alışkılarla belirgindir. Bir toplumun bilincinde olumlu ve olumsuz ne varsa devlette yansır, yalnızca devletle yansımaz toplumun bütün kurumlarında, bu arada sivil kurumlarında da yansır. Toplumlar modalara çok çabuk uyan, bir takım geldi geçti yeniliklere çok çabuk ayak uydurabilen yapılar olsalar da göreneklerine yani yaşamlarını belirleyen temel formüllere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Göreneklerin çelişkili ve katılıklarla dolu dünyası toplumların etkin bilincinin temel belirleyenini oluşturur.

Basitliklerimiz, kolaycıklarımız, ikiyüzlülüklerimiz, üçkağıtçılıklarımız, dolapçılıklarımız kadar tutarlılıklarımız, mertliklerimiz, doğruluklarımız, özverili eğilimlerimiz de kurumların ruhuna yansır. Kurumların ruhunda toplumun geleneksel özellikleri, göreneksel yapısı, tepeden tırnağa bütün alışkıları yansır. Bir başka deyişle toplumların duygu ve düşünce dünyası kurumların yapılanma ve işleyiş biçimlerinde apaçık kendini gösterir. Bir toplumda hiçbir kurum toplumsal duyarlılığın dışında kendini varedemez. Devletin bakış biçimi toplumun bakış biçimidir. Devletin ahlakı toplumun ahlakıdır. Üst düzeyde bilinçlenmiş seçme kişilerin açısından baktığımızda toplum yarı bilinçli bir bütün oluşturur ve yarı bilinçli olmanın tüm sakıncalarım kurumlara yansıtır. Gerçekte devlette yansıyan da budur. Ne var ki gönül bunun böyle olmasını istemez. Devlet başla olmak üzere tüm kurumların toplumsal ya da hatta insani zayıflıklardan uzak olmasını isteriz. Bu istek hemen hiçbir zaman gerçekleşmez. Toplumu aşan devlet düşüncesi boş bir düşüncedir. Halka karşın halkı yönetmek fikri, bir takım seçme bilinçlerin varlığına karşın karşılıksız bir fikirdir. Seçme bilinçler her zaman toplumun kıyısında kalırlar, Bacon‘ın da belirttiği gibi onların ışıkları çok uzaktan gelir. Bununla birlikte yaşam kendini yenileyerek sürer. İnsanın bilinç dünyasında kesintisiz bir evrim vardır, özellikle hızlı toplumsal dönüşüm süreçlerinde yeni değerler ortaya çıktıkça bir yeni-eski kavgası çerçevesinde eski kurumların yeni bakış açılarına şu ya da bu ölçüde ulaştığı görülür. Ancak hiçbir kurumda ülküsel bir yetkinlik gerçekleşmez. Yaşamda olmayan şey kurumlarda olacak değildir. İnsan dünyasında en seçme bilinçler bile sayısız eksikliklerle kendilerini duyururlar. Öte yandan, az önce de belirtmeye çalıştığımız gibi, toplumların gerçekten yetkin, gerçekten bilinçli insanları değildir yaşamı düzenleyenler; yaşamı düzenleyenler sıradan bilinçlerdir. Toplum kendisine yabancı düşmeyen bu insanlarla çekişerek de olsa, umut kırıklıkları yaşamak pahasına da olsa iyi ilişkiler kurar.

Bu koşullarda en tutarlı en kazançlı iş devlete yakın olmaktır diyebiliriz, eğer yaşamı tümüyle yararcı açıdan ele alıyorsak, toplum açısından değil de işini bilen bireyler açısından ele alıyorsak Yok, yaşamı bilinç açısından, yetkin bilinç açısından ele alıyorsak bir başka deyişle tam anlamında ahlaklı olma açısından ele alıyorsak (bilinçlilikle ahlaklılık arasında sarsılmaz bir bağ vardır). o zaman devlet karşısında, hatta toplum karşısında, kurulu düzenin tüm olumsuz özellikleri, insanı insan olma yolunda engelleyen koşulları karşısında eleştirici olmamız gerekecektir. Bu da elbette belli bir savaşımı gerekli kılar. Bu savaşım hem bireysel düzeyde hem kurumsal düzeyde yani toplumsal düzeyde bir savaşım olacaktır. “örgütlü savaşım” dediğimiz şey. bu çerçevede. güçlü kurumlar çerçevesinde fikir ve eylem üretmek anlamına gelecektir. Demek ki devlet bir üst kurum olsa da ya da öyle gibi görünse de onun toplum dışında bir yerlerden getirilmiş, şu ya da bu biçimde soyut olarak sağlanmış ve her an bir takım usta ellerce değiştirilebilecek bir ahlakı yoktur. Bilinçlerin değişmediği, yeni değerlerin kendini göstermediği koşullarda tüm değişiklikler önyargılarla ilgilidir. İnsanlar çok zaman geleceğe açık fikir diye bir takım önyargılar üretirler. Bir önyargılar topluluğunu kafamızdan atıp bir başka önyargılar topluluğunu kafamıza yerleştirdiğimizde kendi adımıza ve insanlık adına geliştirici bir iş yapmış olmayız. Kanun korkusu da o değil midir kimileri devrim yapıyoruz diye yeni önyargıları toplumda geçerli kılmak isteyebilirler korkusu değil midir? Önyargılar, kolay elde edildikleri için olacak insanlara çok zaman doğrulardan daha sevimli görünebilirler. Toplumsal yaşamı yakından gözlemlediğimizde insanların gerçekten düşünme zahmetine katlanmak yerine önyargılar arasında yeğlemeler yapmayı benimsediklerini görüyoruz. Elbet onlar bu önyargıları önyargılar olarak değil gerçeklikte karşılığı olan fikirler olarak algılıyorlar. Bu çerçevede bizler de Kant gibi gerçek aydınlanmanın insanların kendi kafalarıyla düşünme yürekliliğini göstermeleriyle sağlanabileceğini söyleyebiliriz.

Öyleyse sorunlu toplumun ya da güçsüz toplumun yetkin devleti fikri boş bir fikirdir. gerçekleştirilmesi olanaksız bir düşten başka bir şey değildir. Bu düşlerin en büyüğünü vaktiyle Platon görmüştü. Yanılgı toplumun yönetenleriyle ve yönetilenleriyle bir bütün olduğunu görmemekten geliyordu. Seçkinler ya da filozoflar her zaman vardır. ancak bunlar dışlanmış insanlardır, çok zaman da kendilerini toplumdan soyutlamış insanlardır, bunların toplumla bütünleşmiş. toplumun geçerli değerleriyle içlidışlı olmuş olanları da dişi sökülmüş aslan durumundadır. Hiçbir kurulu düzen tam yetkin bir kişiliği gönül rahatlığıyla bağrına basmaz. kendiliğinden kucaklamaz, onu değiştirmeden yanına almaz. Hiçbir yetkin kişilik de varlığını devletin sıcak ve güvenli kanatları altında sürdürmeyi düşünmez. Bu yüzden siyasal önderlerin kişiliklerinde toplumun kişiliği cisimleşir ya da yetkin örneğine kavuşur. Bir toplumun herhangi bir üyesi kendisini yöneten bir devlet adamına çok kötü duygular besliyor olabilir, ama ayrıştırıcı bir gözle bakmayı bildiğinde kendisiyle onun arasında birtakım kökel yakınlıkların bulunduğunu görecektir, hatta ondan kendinde bir şeyler bulacaktır.

Tarih boyunca “devlet” kavramı ‘”şiddet” kavramıyla birlikte anıldı. Devletler tarih boyunca birbirlerine karşı ve kendilerine karşı duran tüm iç güçlere karşı şiddet uyguladılar. Egemenlerin çıkar savaşımıydı bu. evrensel gelişimin de zorunlu bir koşulu olarak kendini gösterdi. İlerleme için bililerinin birilerini baskı altında tutması ve kullanması gerekiyor gibiydi. Bazı toplumlarda, örneğin eski Sparta’da egemen sınıf tabandaki insanların acımasız çobanı durumundaydı. Tarih boyunca devlet her zaman güçlülerin koruyucusu, güçsüzlerin acımasız çobanı oldu. En eski yasa koyucular bu adaletsiz dengenin varlığını sürdürebilmesi için var güçleriyle çaba gösterdiler. Yasa koyucular dengeler egemen kesim zararına bozulunca birer kurtarıcı olarak ortaya çıkıyorlardı. Feodal düzenden sermayeci düzene geçişte bütün mutlak yönetimler erklerini Tanrı’dan alan şiddet düzenekleri oldular. Mutlak yöneticiler devleti krallığın yüce yasaları uyarınca yönetiyorlardı. Gerçekte elbet böylesi bir yasa düzeni de sözkonusu değildi. Anayasa gereksiniminin ortaya çıkması birer yasa devleti niteliği ortaya koymak üzere tasarlanmış ulusal devletlerin tarih sahnesine çıkmaya başlamasıyla olmuştur. Ancak yasaları yapan devlet onları kendi ulus ve devlet anlayışı çerçevesinde oluşturmaya yönelmiştir.

Çağdaş devletin temeline yerleştirilmek istenen özgürlükçü dünya görüşü başlangıçta demokratik devlet tipinin oluşturulması yolunda büyük umutlar verdi. Başlangıçta özgürlükçülük yaşamın her kesiminde ağılığı duyulması gereken bir yeni bakış açısıydı. İktisadi gelişimi o sağlayacaktı, insanın insan olma koşullarını da, insanın daha da insanlaşması koşullarım da o yaratacaktı. Mutlak yönetimler bitecek, onların yerini özgürlükçü düzenler alacak gibi görünüyordu. İktisadi özgürlükle siyasal özgürlüğün birbirinin tümleyeni olmadığı, birbirine karşıt iki öğe olduğu sermayeci yaşam düzeni içinde açık açık görülünce iktisadi gel işi m adına siyasal özgürlüklerden ödün verildi. Daha doğrusu egemenler iktisadi özgürlüğün dışında özgürlük olamayacağını açık açık söylemeseler de bunu eylemleriyle duyurdular. Bu, dünyanın her yerinde, ulusal devlet fikrinden sermayeci sınıf devleti fikrine yönelindiğini gösteriyordu. Sermayeci ilişkilerin çapı büyüdükçe ulusal devletin bir düşten başka bir şey olamayacağı pek güzel görüldü. Stoa filozoflarının başlattığı, Fransız Devrimi‘nin yaşama geçirmeye çalıştığı bireyin hakları gerçeğine dayalı adaletli toplum fikri böylece kısa zamanda yerini aşırı sınıflaşmış toplum gerçeğine bıraktı. Bu durumda insan haklarıyla ilgili öngörüler sessizce ertelenmiş oluyordu. Kısa süren özgürlükçü gelişmeler, daha doğrusu siyasal özgürlüklerin az çok yaşama geçirildiği dönemler yerini yeni baskı dönemlerine bırakınca kısa süren kültür gelişimleri de yok olup gitti ya da sonuna ermiş oldu. XVII. yüzyılda gelişen, XVIII. yüzyılda hızlanan, XIX. yüzyılda doruk noktasına ulaşan kültür gelişimleri yerlerini XX. yüzyılla birlikte yapay kültür etkinliklerine bıraktılar. Örneğin ahlaki bunalımlar içinde kıvranmaya başlayan sinema sanayine bıraktılar, kurulu düzenleri yerden etekleyen iğrenç romanlara, anlaşılmaz şiirlere, uydurma resimlere bıraktılar. Her durumda kendini var etmeye çalışan nitelikli sanat ve nitelikli düşünce devletlerce izlenen zararlı etkinlikler durumuna geldiler ve bazın açık bazen örtülü biçimde izlendiler. Gittikçe kültürle bağını koparan kitleler için ciddi bir sorun değildi bu. Sanat dediğimiz de eğlendirdiği sürece sanat sayılmalıydı. Kötü şarkıcıların iyi şairlerden daha çok sanatçı olduğu dönemler başladı. Sivil görünen resmi sanatlar, resmi felsefeler hatta resmi bilimler oluştu. Bunların tümü yeni özgürlükçü baskıcı devlet anlayışının ürünüydü.

Toplumcu devlet fikri sanayileşmenin ağır koşulları içinde gelişti ve gelecekteki gerçek anlamda özgürlükçü, gerçek anlamda özverili, gerçek anlamda paylaşmayı bilen insan tipinin zorunlu yaşam biçimine karşılık olarak düşünüldü. Bu devlet kendisini kuran bireyler gibi gerçek anlamda ahlaki niteliklerle donanmış bir devlet olacaktı. Bu alabildiğine insanileşmiş devlet anlayışı giderek devletsiz toplum fikrini akla getirdi: üst düzeyde yetkinleşmiş insanın devletle bir alışverişi olmamalıydı. Ussal dayanakları çok güçlü olmayan devletsiz toplum olursa zaten gelecekte olacaktı. Ancak gerçekçi bir göz, en azından daha yakın zamanlar için, her zaman devletsiz bir toplumdan çok en yüksek düzeyde insanileşmiş devleti arayacaktır. Yetkin devlet diye nitelendirebileceğimiz böylesi bir devlet her şeyden önce toplumun ayrı kesimlerini ayrı ayrı değerlendirmeden toplumu bir bütün olarak ele alan devlet olacaktır. Böylesi bir devlet ulusun ya da toplumun bütününü öngörerek koyduğu yasalara sıkı sıkıya uyan devlet olacaktır. Böylesi bir devletin ana niteliği insan saygısıyla belirlenmiş olmak olacaktır. Böylesi bir devlet gerçek anlamda yetkin bireylerin oluşturduğu bir devlet olabilir ancak. İnsan olmanın bütün sorumluluğunu taşıyan bireylerin oluşturduğu böylesi bir devlette hiçbir şey rastlantıya bırakılmamış olacaktır. Bilinç eksikliği içinde kıvranan, çoğunluğu yarı aydınların oluşturduğu bir toplum düzeninde devletin sonuna kadar tutarlı, sonuna kadar ahlaklı olmasını beklemek yanlışa düşmek olur. Mucize devlet hiçbir zaman olmayacaktır. Çünkü devlet yaşayan insanların devletidir, gücü bu insanların bilinç yetkinliğiyle orantılıdır. Yarı aydınların genel bilinç düzeyini temsil ettikleri toplumlarda her şey nitelik açısından düşük, nicelik açısından sınırlı bir verimlilik içinde olacaktır. Felsefe de, sanat da, bilim de, siyaset de varolan niteliksel özelliklere uygun olarak gelişecektir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz