İktidar ve Şiddet: Zorunlu Bir Ayrım mı? – Thomas Geisen

Şiddete ilişkin tartışma üzerinde düşündüğümüzde merkezi bir soru dolaysızca ortaya çıkar: Şiddet nedir? Bunun nedeni şiddet teriminin pek çok durumda ve pek çok amaç için kullanılmasıdır. Bir savaş aracı olarak kullanılması oldukça açık görünmesine karşılık şiddetin toplumsal ilişkiler içerisinde çözümlenmesi son on yıllarda sürekli olarak genişlemiştir. Şiddetin, bir diğerinin bedenine zarar vermeye yönelen fiziksel bir edim olarak yapılan dar tanımından başlayarak söz konusu genişleme süreci iki yönde ilerlemiştir: Birincisi, toplumsal yapıların ve durumların bir tür şiddet olarak algılanması anlamında topluma doğru bir genişlemedir. Bu yöndeki genişlemede baskın kavram Joharın Galtung’un Batı Dünyası’nın hegemonyasını ve onun dünyanın diğer kısımlar ile ilişkilerini bir “yapısal şiddet” biçimi olarak çözümlemesidir. İkincisi ise, artık bedenin zarar görmesiyle sınırlanmayan ve salt psikolojik yönleri de içeren şiddet anlamında bireye doğru bir genleşmedir. Böyle geniş bir biçimde alındığında şiddet “negatif/olumsuz eylemler” ile eşdeğer olarak anlaşılmaktadır. Bu eylemler tehdit etme, aşağılama, kızdırma, taciz amacıyla sözcükleri kullanarak sözel bir biçimde gerçekleştirilebilir. Hatta sözcükleri dahi kullanmaksızın veya fiziksel bir temas içerisine girmeksizin, örneğin, birisini bir gruptan dışlamak ya da başkalarının isteklerine uymayı reddetmek üzere yüz ifadeleri, kötü jestler yaparak da gerçekleştirilebilir. Bu durumlarda genellikle bir güç dengesizliğinin bulunduğu varsayılır.

Anlama biçimlerindeki bu gelişmelerin dikkate alınması şiddetin tartışmalı bir terim ya da kavram olduğunu gösterir. Kuramsal bir bakış açısından bu durum çok tatmin edici değildir. Şiddet teriminin ve kavramının bu kuramsal zayıflığından dolayı bazıları terimin kendisinin sorunlu olduğunu ve kullanımından kaçınılması gerektiğini de öne sürmüşlerdir. Bu düşünceye göre, “şiddet” düzenleyici bir söyleme yönelik bir işlevi yerine getiren bir kod ya da etiket olmaya doğru evrilmiştir. İkinci bir söyleme göre ise “şiddetin normatif yönüne doğru bir köktenleşme süreci işlemektedir. Bu söylemde odak noktası fiziksel şiddetin uygulanmasında ve bedensel acının deneyimlenmesindedir. Ferdinand Sutterlüty şiddete yönelen gençlere yönelik araştırmasında şiddetin anlaşılmasının şiddetin uyguladığı durumu dikkate almanın gerekli olduğunu öne sürmüştür. Kendi düşünce çizgisi içerisinde Sutterlüy, şiddet eyleminin içsel bir deneysel niteliği olduğu için çekici olduğu anlamına gelen “içkin şiddet” yaklaşımını geliştirmiş ve şiddetin nedenlerini şiddetin uygulandığı durumun ötesinde arayan hakim toplumsal ve kültürel yaklaşımlara karşı çıkmıştır.

Ben bu bildiride “Şiddet nedir?” sorusunu Walter Benjamin, Hannah Arendt ve Kari Marx’ın şiddet anlayışlarını tartışarak ele alacağım. Bir sonuç olarak farklı kavramların kendilerine özgü nitelikleri olduğunu ve bir arada alındıklarında şiddeti daha bütünleşik ve çözümleyici bir biçimde anlamaya yardımcı olduklarını savunacağım.

WALTER BENJAMİN VE ŞİDDETİN MUĞLAKLIĞI

Şiddetin Eleştirisi adlı yapıtında Walter Benjamin şiddetin, ancak ahlaki ilişkilere müdahil olması durumunda, kelimenin tam anlamıyla geçerli bir sebep olduğunu vurgular. Ahlaki ilişkilerin alanı hak ve adalet terimleri ile kurulur. Bu anlayışa göre şiddet, şiddetin bir amaç değil bir araç olarak görüldüğü toplumsal ve siyasal durumların içine işlemiştir. Benjamin’in düşünce çizgisini izlersek, şiddetin bir araç olarak kullanımı adalet tarafından sağlanan bir ölçüyü / ölçmeyi gerektirir. Burada sorulması gereken şudur: Şiddet hangi amaç için kullanılmaktadır? Adil mi adil olmayan amaçlar için mi? Bununla beraber, Benjamin’e göre, böyle bir yaklaşım bir ilke olarak şiddetin kendisi için bir ölçüt sunmaz. Ancak şiddetin uygulanmasının nedenleri için bir ölçüt sunar. Bu da şiddetin yalnızca bir araç olarak meşrulaştırılması sorusunu başat bir soru olarak açık bırakır.

Burada karşılaşılan soran bir aynın sorunudur: Şiddet, şiddet-olmayandan nasıl ayrılacaktır? Şiddeti eleştiren bir biçimde bu sorunu çözmelidir. Bu ayrım itibarıyla Benjamin, şiddete tam anlamıyla erişimi olmayan bir alan olarak, insanların karşılıklı anlaşmasının alanı olan dile gönderme yapar. Benjamin’e göre insanların karşılıklı anlaşması, yalnızca iletişim ilkelerinden kaynaklanan bir insan eylemi değildir. Bunun ötesinde karşılıklı olarak sözler verme ve alma olgusu ile nihayetlenen karşılıklı bir adanmışlığı/bağlılığı içerir. Ama şiddetin toplum için ne anlamı, nasıl bir geçerliliği olabilir? Doğal hukuka göre şiddet doğal bir üründür ve adil olmayan amaçlar için kullanılmadığı sürece herhangi bir sorana nende olmaz. Doğal hukukun şiddeti amaçlara ve hukukiliğe göre yargılamasına karşın pozitif hukuk şiddeti tarihin bir sonucu olarak görmektedir. Bu durumda şiddet araç olarak kullanımına göre yargılanmaktadır. Bu bakış açısına göre, adalet amacın yargılanmasının hukukilik ise aracın yargılanmasının ölçütü olmaktadır. Ancak her iki anlayışta ortak olan şey adil amaçlara hukuki araçlarla ulaşılacağı, ve hukuki araçların adil amaçlar için kullanılabileceğidir. Pozitif hukukun şiddetin hukukiliği için vazettiği ölçü yalnızca anlamı bakımından çözümlenirse, uygulama alanı da onun değeri bakımından eleştirilebilir. Benjamin’in vurguladığı gibi, böyle bir eleştiri için gerekli dayanak hukukun dışında bulunmak durumundadır. Şiddet için varsayımsal bir ayrım şiddetin amaçları için genel bir tarihsel tanımanın varlığı ya da yokluğu olabilir. Dolayısıyla, bir araç olarak şiddet hukuku kurandır ya da hukuku ortaya çıkarandır. Burada Benjamin şiddete yönelik olarak muğlak bir konum almaktadır: Şiddete yeni bir hukuk oluşturmak için ihtiyaç duyulmakta ama aynı anda şiddet mevcut hukuku ortadan kaldırmaktadır. Bunun anlamı yasanın kendisinin içten içe şiddetle bağlı olduğu ve bir yasada şiddetin saklı mevcudiyeti hakkındaki bilincin yitirilmesinin yasanın çöküşüne yol açacağıdır.

Bu bakış açısına göre şiddet araçsal bir karaktere sahiptir ve bir araç olarak kullanılır. Hukuku kurmak iktidarı kurmak demektir ve bu bakımdan hukuk şiddetin dolaysız bir dışavurumudur. Yalnızca yasayı güvenceye alan olarak şiddet dikkate alındığında bir eşitlikten söz edilemez ancak benzer büyüklüklerde olan şiddetlerin bir ilişkisinden söz edilebilir.

HANNAH ARENDT VE ŞİDDET İKTİDAR AYRIMI

Benjamin’in kanıtlamalarını izlersek şiddet ve hukuk arasında sıkı bir bağlantı görürüz. Şiddet hukukun temelinde hem yer almaktadır hem de hukukun güçlendirilmesini sağlamak üzere hukukun destekleyicisidir. Ancak aynı zamanda şiddete olan ihtiyaç sınırlıdır ve kuruluş sürecinde tam olarak yeterli değildir. Hannah Arendt hukukun geçerliliğini sağlamak için yalnızca şiddete değil aynı zamanda da insanların onay verdikleri düzenlemelerin aktif desteğine ihtiyaç duyar. Bunun anlamı hukukun temelinde şiddetin değil uzlaşım ve destekle nihayetlenen siyasal eylemin bulunduğudur. Arendt’e göre böyle bir destek asla koşulsuz değildir. Bir şiddet edimiyle zorlanan “sorgusuz sualsiz bir tabiyet” gibi, örneğin bir bıçak ya da silahla tehdit edilme sonucunda boyun eğme gibi, bir şey olarak da anlaşılmamalıdır. Böyle bir boyun eğme iktidar ile nihayetlenmez. Bu bakımdan hukukun üstünlüğü insanların insanlar üzerinde hükümranlığını sona erdiren halkın iktidarına dayanır.

Bu ayrım nedeniyle iktidar ve şiddet arasında önemli bir fark ortaya çıkmaktadır. İktidar insan topluluklarından içkindir ancak meşruiyete ihtiyacı vardır. Bu meşruiyet, insan toplulukları tarafından geliştirilen araçlarla ve amaçlara bağlı değildir. Üstelik söz konusu meşruiyet, toplumun kuruluşu ile çakışan iktidarın kaynağından türemektedir. Arendt buradan hareketle şiddetin yalnızca gerekçelendirilebileceğini ancak meşru olamayacağı sonucuna varır. Şiddet ancak gerçekleştirmeye yöneldiği amaç tarafından gerekçelendirilebiliyor ise akılcıdır. İnsan eyleminin çıktıları sonuçları bakımından daima açık ve yol açtıkları şey bakımından öngörülemez olduğundan, Arendt’e göre şiddet, kısa erimli amaçlara yöneliyorsa, insan varoluşu için gerekli temel koşullan üretmeye yeterli olduğu oranda bir dereceye kadar akılcıdır. Dolayısıyla Arendt burada şiddet yanlılarına karşı çıkmaktadır. Çünkü şiddet devrimlere yol açmaktan çok reformları güçlendirmeye yaramaktadır. Ancak buradaki tehlike amaçların araçları değil araçların amaçlan belirlemesindedir Arendt, şiddet pratiğinin tüm insan eylemleri gibi dünyayı değiştirdiğini, ancak, eğer şiddet yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılan reformların başarısız olması durumunda dünyanın daha önce olduğundan daha fazla şiddet içeren bir yer olacağı sonucuna varır. Arendt’e göre bir araç olarak şiddeti kullanma dürtüsü bürokratikleşme karşısında artma eğilimine girer. Çünkü bürokrasi (belli bir) kimse tarafından yönetilmez; yani, sorumluluk ve reformların bir muhatabı bulunmamaktadır.

KARL MARX VE ŞİDDETİN YAPISAL OLARAK ANLAŞILMASI

Marx’a göre bürokratikleşme bir tür “nesnel şiddet” olarak anlaşılmalıdır. “Nesnel şiddet” ile Marx insan eyleminin bir sonucu olan ancak artık insanların kontrolü altında olmayan insan ürünlerinin bir araya getirilmesini (consolidation) anlar. “Nesnel şiddet”in gelişimi Marx’a göre tarihte temel bir uğraktır. Bireyin ve kamunun çıkan arasındaki çelişkiye dayalı olarak kamu yararı devlet tarafından temsil edilmeye başlanır ve gerçek bireylerden ve ortak çıkarlardan koparılır. Marx devleti “nesnel şiddet” biçimini alan toplumsal ilişkileri koruyan bir kurum olarak anlar. Bu bakış açısında göre şiddet bir amaca ulaşmak üzere kullanılan bir araç olarak anlaşılır. Dolayısıyla, şiddet bastırma/baskılama amacıyla kullanılabileceği gibi özgürleşme amacıyla da kullanılabilir. Toplumsal özgürleşme amacını izleyerek Marx, şiddeti yeni bir topluma gebe olan eski bir toplumun gergilimi olarak görür.). Bu tarihsel durumda şiddet, Friedrich Engels’in vurguladığı gibi, katılaşmış ve ölmüş siyasal biçimlerin yok edilmesi için bir araç olarak devrimci bir rol üstlenir. Komünist Manifesto’da Marx ve Engels şiddete yönelik olarak böyle bir konum almışlardır. Burada siyasal şiddet, esas itibarıyla, bir sınıfın bir başka sınıfı baskı altına altığı örgütlü bir şiddet olarak görülmektedir.

Şiddetin bu anlaşılma biçimi farklı toplumsal gruplar arası ilişkiye gönderme yapmaktadır. Bu bakımdan “siyasal şiddet” siyasal araçların, hakimiyet ve şiddetle karakterize edilen farklı toplumsal gruplar arasında varolan yapıların ve ilişkilerin korunması için kullanılması anlamına gelir. Şiddetin böyle geniş bir biçimde anlaşılması şiddetin “toplumsal bir eşitsizlik” olarak anlaşıldığı düşünce biçimine oldukça yakın düşmektedir. Marx bu bakış açısını özgür olan olmayan, barbar olan olmayan arasından yapılan eski ayrıma analog olarak geliştirmiştir. Şiddet özgür olanı düşmanlardan, barbarlardan korumak için bir araç, ve ayrıca özgür olan olmayan arasındaki yapısal ayrımı sürdürmenin bir aracı olarak anlaşılır. Marx’ın buradaki anlayışına göre hükümet işlevsel bir karaktere sahiptir ve polis’’teki siyasal eylem vatandaşın vatandaş olmayanlar, kadınlar ve köleler üzerindeki hakimiyetini sağlamak üzere kullanılan bir araç olmaktan ibarettir.

Öte yandan, Marx’a göre kapitalizmin şiddetli karakteri mevcut toplumun ortak çıkarın sonucu olarak sunulması süreci ile gözlerden saklanmaktadır. İnsanların mevcut toplumsal ilişkileri zorunlu ve kaçınılmaz olarak algılamayı Öğrendikleri bu süreç Marx tarafından bir yabancılaşma süreci olarak çözümlenmektedir. Yabancılaşma, yalnızca yabancılaşmış etkinliklerin değil toplumsal ilişkilerin bir sonucudur. Bu yabancılaşma süreçlerinde yapısal şiddet salt bir zorunluluğa dönüşmektedir. Bireylerin şiddet eylemlerine gelince, bu şu anlama gelmektedir: Şiddetin toplumsal karakteri saklı kalmakta ve salt bir bireysel dışavurum olarak görülmektedir. Ancak Marx’a göre bireysel eylem ve toplumsal ilişkiler arasında diyalektik bana göre muğlak bir ilişki bulunmaktadır. Şiddet söz konusu olduğunda da bunun anlamı şiddetin bireysel ve toplumsal karakteri birbiriyle iç içe örülmüştür.

SON SÖZLER

Şiddet kavramları ve kuramı hakkındaki genel tartışmaların içerisinde ben güncel bir tartışmayı ele aldım. Bu güncel tartışmanın ana özelliği şiddet teriminin bir yandan bireysel amellerden toplumsal yapılara doğru, bir diğer yandan da fiziksel şiddetle sınırlanmışlıktan psikolojik olana doğru genleşmesidir. Değindiğim bir başka yaklaşım da şimdiye kadar şiddetin dışsal etkenler üzerinden anlaşılmaya çalışıldığı ve şiddetin içkin özelliklerini ihmal edildiği şeklindeydi. Tartışma bize şiddetin tartışmalı bir kavram olduğunu gösteriyor. Bu tartışmada Walter Benjamin’in şiddet anlayışına gönderme yapmak bana önemli geliyor.

Benjamin’e göre şiddet hukuk ile sıkı sıkıya bağlı. Bu anlayışın getirdiği pozitif sonuç, şiddetin, hukukun güç kazanmasında zorunlu olduğu ve hukukun işletilmesinin de şiddet tarafından güçlendirilmesinin gerekliliği. Burada şiddet bir araç olarak ve anlaşılıyor ve sadece araçsal bir karakteri olduğu öne sürülüyor. Harına Arendt’e göre de şiddetin araçsal karakteri şiddetin anlaşılması için son derece önemli. Ancak Arendt iktidar ve şiddet arasında bir ayrım olduğunu öne sürüyor. Şiddet sadece araçsal bir karaktere sahip olmasına karşın iktidar kendinde bir amaca sahiptir. Şiddet, iyi tanımlanmış bir amaca ulaşmak üzere ve kısa bir süre için, yalnızca gerekçelendirilebilir ama asla, iktidar gibi, meşrulaştırılamaz. Kari Marx’ın bakış açısına göre ise şiddet toplumsal yapı ile ilişkilendirilir. Kapitalizmde şiddet, mevcut toplumsal ilişkilerin yeterli ve gerekçelendirilmiş olarak görülmesini sağlayan “yabancılaşma” ve “nesnel ilişkiler” kavramları arkasında gizlenmiştir. Bu bakış açısına göre şiddet, kişisel olandan koparılmış ve kapitalist üretim biçimine dayandırılmış modern bir tahakküm biçiminin sonucu olmaktadır. Bununla beraber, Marx’a göre şiddet bir araç olduğu için, devrimsel bir değişimi zorlamak üzere de kullanılabilir.

Benjamin, Arendt ve Marx şiddete yönelik kavrayışlarında, şiddeti hakim olanların hakimiyetlerini garanti altına almak üzere kullandıkları bir araç olduğunu öne sürerek ve şiddeti toplumsal bir ilişki olarak anlayarak ortak bir konumu paylaşmaktadırlar. İnsanlar arasındaki şiddet ilişkilerinden sakınmak, insanların insanlar üzerindeki hakimiyetlerini kırmakla ve bunun yerine yasayı ve siyasi eylemi geçirmekle sağlanabilir. Bununla beraber, şiddet yalnızca olumsuz bir anlama sahip olmadığından ve kullanımı gerekçelendirilebildiğinden, şiddetin üstesinden gelinemez ve gelinmemelidir. En azından şiddeti kullanarak hukukun güçlendirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Bu örneklerde şiddetin kullanımı, bireyin ve haklarının diğerlerine (bu diğerleri başka bireyler ya da devlet de olabilir) karşı korunmasının gerekliliği nedeniyle gerekçelendirilmiş olmaktadır.

Şiddeti toplumsal bir ilişki olarak anlamak onun tanımlanmasına ilişkin sorunu çözmemektedir. Bununla birlikte, şiddetin bir olgu olmaktan öte muğlaklıklarla tanımlanan bir süreç olduğunu görmemizi sağlamaktadır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz