KAYITSIZLIĞA KARŞI NASIL DİRENMELİ? – JOHN BERGER

Bu zaman zarfında gezegen aşırı derecede ısınıyor. Yeryüzünün zenginlikleri giderek daha az sayıda elde toplanıyor, insanların büyük çoğunluğu yetersiz ve kötü besleniyor ya da açlık çekiyor. Her geçen gün sayıları artan milyonlarca insan, cılız bir hayatta kalma umuduna tutunarak göç etmek zorunda kalıyor. Çalışma koşulları gittikçe daha da insafsızlaşıyor.

Picasso’nun bundan altmış yıl önce, 1955’te resmetmiş olduğu Cezayirli Kadınlar tablosu geçen hafta New York’taki Christies müzayede salonunda 180 milyon dolara satıldı. Picasso’nun bu resmi yapmaya niyetlenmesinin nedeni, Cezayir halkının bir yıl önce Fransız sömürgecilere karşı başlattığı savaşta ve mücadelede onların yanında olduğunu göstermekti bir bakıma.

Bugün, Hz. İsa’nın göğe yükseldiği gün; Paskalya’dan tam kırk gün sonra. Kitabı Mukaddesi göre İsa, havarilerinin tanıklığında o gün gökyüzüne, cennete yükseldi. Havarilerse, yeryüzünde kendi başlarına kalacaklardı artık.

Geçen hafta boyunca durmadan resim yaptım, en çok da çiçek resimleri; ne bitkibilim ne de estetikle ilgisi olmayan bir meraktı beni dürten. Doğal şekiller -ağaç, bulut, ırmak, taş, çiçek- birer ileti gibi görülüp algılanabilir mi acaba diye soruyordum kendime nicedir. Elbette hiçbir zaman sözle ifade edilemeyecek ve özel olarak bizi muhatap almayan iletiler. Doğal görünümleri bir metin gibi “okumak” mümkün müdür acaba?

Benim için bu işin gizemci bir yanı yok. Amacı farklı ahenk ve biçimlerdeki enerjilere yanıt vermek olan fiziksel bir egzersizden ibaret; ben bu enerjileri bize bahşedilmiş olmadığı için okuyamadığımız bir dildeki metinler olarak tasavvur etmekten hoşlanıyorum. Öte yandan metnin izini sürerken, çizdiğim şeyle ve bunun yazılmış olduğu sınırsız, meçhul anadili ile fiziksel olarak özdeşleşiyorum.

Boyunduruğu altında yaşadığımız vurguncu finans kapitalizminin totaliter küresel düzeninde medya bizi aralıksız enformasyon bombardımanına tutuyor; lakin verilen haberler çoğu zaman dikkatimizi dağıtmak, hakiki, yaşamsal ve acil olandan uzaklaştırmak için planlı bir saptırma.

Haberlerin önemli bir bölümü bir zamanlar siyaset olarak adlandırılan şeylere ilişkin; ne var ki, vurguncu kapitalizmin küresel diktatörlüğü, tacirleri ve bankacılık lobileriyle çoktandır siyasetin yerini aldı.

Gerek Sağ, gerekse Sol siyasetçiler durum böyle değilmiş gibi tartışmayı, oy vermeyi, kanun çıkartmayı sürdürüp duruyorlar. Nihayetindeyse söyledikleri hiçbir şeye tekabül etmiyor, bir neticeye yol açmıyor. Tekrar tekrar terörizm, demokrasi, esneklik gibi anlamını yitirmiş, içi boşaltılmış sözcük ve terimler kullanıyorlar. Dünyanın dört bir yanındaki halklar, bitmez tükenmez bir Belagat Dersi izler gibi bu konuşan kafaları izliyor! Saçmalık!

blank
Picasso’nun 1955’te resmetmiş olduğu Cezayirli Kadınlar tablosu (Darbeci Kenan Evren’in “Ben de yaparım bunu” dediği resim).

Bombardımanı altında olduğumuz haberlerin bir başka faslındaysa dünyanın herhangi bir yerindeki şaşırtıcı, şoke edici, şiddet olayları ağırlıkta. Soygunlar, depremler, batan tekneler, ayaklanmalar, katliamlar. Bir kez gösterilenin yerini hemen bir başkası alıyor; duyarsızlaştırıcı bir art ardalıkla içerikleri boşaltılıyor. Hikâyeler olarak değil, şoklar halinde geliyorlar. Başımıza geleceklerin önceden kestirilemeyeceğini hatırlatıyor, hayattaki tehdit unsurlarını önümüze seriyorlar.

Buna, medyanın dünyayı tanıtmak ve sınıflandırmak için seçtiği dili de ekleyelim. İşletme uzmanlarının kullandığı dile ve mantığa çok benzeyen bir dil bu. Her şeyi sayılara döken, nadiren işin özü ya da niteliğiyle ilgilenen bir dil. Yüzdeler, kamuoyu anketlerindeki dalgalanmalar, işsizlik istatistikleri, büyüme oranları, yükselen borçlar, karbondioksit ölçümleri, vesaire, vesaire… Yaşayan ya da acı çekenlerin değil, sadece sayıların dünyasına ait bir ses. Pişmanlıklardan, umuttan dem vurmayan bir ses…

Böylece, kamusal alanda söylenenler ve bunların söyleniş tarzı, bir tür kişisel ve tarihsel hafıza kaybına sebep oluyor. Tecrübenin hükmü siliniyor. Geçmişin ve geleceğin ufku bulanıklaşıyor. Sonu olmayan ve belirsiz bir şimdide yaşamaya koşullandırılmakla, unutkanlığın, kayıtsızlığın vatandaşları konumuna indirgeniyoruz.

Bu zaman zarfında gezegen aşırı derecede ısınıyor. Yeryüzünün zenginlikleri giderek daha az sayıda elde toplanıyor, insanların büyük çoğunluğu yetersiz ve kötü besleniyor ya da açlık çekiyor. Her geçen gün sayıları artan milyonlarca insan, cılız bir hayatta kalma umuduna tutunarak göç etmek zorunda kalıyor. Çalışma koşulları gittikçe daha da insafsızlaşıyor.

Tüm bu olup bitenlere karşı çıkmaya ve direnmeye hazır çok sayıda insan var; lakin şu sırada böyle bir direnişi gerçekleştirmenin siyasal araçları muğlak ya da namevcut. Bu araçların gelişmesi için zamana ihtiyaç var. Bu yüzden beklemek zorundayız. Ancak bu koşullarda nasıl beklenir? Bu unutkanlık, kayıtsızlık durumunda nasıl beklenir?

Einstein ve öteki fizikçilerin açıklamış olduğu gibi, zamanın çizgisel değil dairesel olduğunu hatırlayalım. Hayatlarımız bir çizgi -bugün, benzeri görülmemiş küresel kapitalist düzenin Anlık Açgözlülüğü ile kesilip atılan bir çizgi- üzerindeki noktalar değil; bizler bir çizgi üzerindeki noktalar değil, dairelerin merkezleriyiz.

Daireler, atalarımızın ta Taş Devri’nden beri bize bıraktığı vasiyetlerle ve bize bırakılmadıysa da tanıklık edebileceğimiz metinlerle sarıyor bizi. Doğadan, evrenden kaynaklanan metinler bunlar; simetrinin kaosla yan yana var olduğunu, maharetlerin talihsizliklerin üstesinden geleceğini, arzulananın vaat edilenden daha güven verici olduğunu hatırlatıyorlar bize.

Böylece, geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemeyeceğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz.

Tıpkı bildiğimiz her dilde övmeyi, sövmeyi ve küfür etmeyi ilelebet sürdüreceğimiz gibi.

Hoşbeş – John Berger

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz