Picasso 1881’de Malaga’da doğdu. Malaga’dan Atlas dağlarını görebilir, rüzgâr güneydoğudan estiği zaman da çölün kokusunu duyabilirsiniz. Picasso orta sınıf bir ailedendi; hem anne hem baba tarafından ataları birkaç kuşaktır Malaga’da yaşamaktaydı. 1900’de, 19 yaşındayken hayatında ilk kez İspanya’dan ayrılarak Paris’te birkaç ay kaldı. 1904’te tamamen Paris’e yerleşti. 1904-1934 arasında İspanya’ya tatil amacıyla ya da resim yapmak üzere yaklaşık altı kez döndü. 53 yaşına bastığı 1934 yılından sonra İspanya’ya bir daha hiç gitmedi. Yaşamının büyük bir bölümünü gönüllü sürgünde geçirdi.
Sürgünlük durumu, öznel etkileri açısından bakıldığında, hiçbir zaman aynı kalmaz: Ya zamanla kendinizi daha da sürgün hissedersiniz, ya da benimsediğiniz ülke sizi giderek daha çok soğurur. Picasso Fransa’yı gerçekten benimsedi; Fransa da onu. Arkadaşları Fransız’dı; kendisi Fransızca konuşuyordu, sonunda Fransızca yazmaya başladı. Fransız vatanseverliğini de paylaşabiliyordu. (Vatanseverlik —Almanlar’ın Fransız topraklarını 1870, 1914 ve 1940’ta üç kez işgal etmelerinin sonucu olarak— Fransız aydınlarının yaşamında, aynı dönem İngiliz aydınlarının yaşamında olduğundan çok daha önemli bir öğeydi.) Fransa da Picasso’nun dehasını farketti; ün kazanmasını sağlayarak 1945’te bu ünü dünyaya yaydı. Gene de ve bütün bunlara karşın, ben Picasso’nun kendini giderek daha çok sürgünde hissettiğine inanıyorum.
Fransa, onun derinde yatan gereksinmelerini karşılayamıyordu. Picasso tek başına kaldı. Yalnızlık, bugün Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük kentlerinde öylesine yaygındır ki bu terim yalnızlığın bin bir türünü kapsamak durumundadır. Yaşlı emekliler park banklarının üzerinde yapayalnızdırlar. Perdelerinin ardından dış dünyayı seyreden yaşlı milyonerlerin de yalnızlık çektiği söylenir. Kimileri kalabalığın ortasında yapayalnızdır, kimileriyse yalnız kalmamak için sürekli birilerini ararlar. Yalnız olabilmek büyük insanlara özgü bir üstünlüktür diyerek kendimizi avutmaya çalışırız. Oysa Picasso’nun yalnızlığı, eğer yanılmıyorsam, bu kategorilerden hiçbirine girmez. Picasso’nunki, bir delinin yalnızlığına benzer: Deli, kendine kimse karşı koymadığından, istediği herşeyi yapabileceğini sanır. Aslında bu — çelişik görünse de— kendi kendine yetmenin getirdiği bir yalnızlıktır. İlle de insana doğrudan acı veren bir yalnızlık değildir; onu durmamacasına etkinliğe iten, rahat huzur vermeyen bir yalnızlıktır. Akıl hastanesinin en kötü yanı, içindekilerin doğal uyku uyuyamamalarıdır. Belki de bu benzetmeyi kullanmakla aptallık ettim; çünkü Picasso’nun deli olduğu yolundaki kaba inancı pekiştirmiş oluyorum. Picasso deli değildir. Gene de anlatmak istediğimi bu denli açık örnekleyecek başka bir karşılaştırma yok. Bunun nedenini açıklayabilmek için, Picasso’nun sürgünde yoksun kaldığı şeyin ne olduğunu görmek gerekir: çocukluğunun ve gençliğinin İspanyası.
Picasso, on yaşına dek Malaga’da yaşadı. Sonra ailesi İspanya’nın Kuzey Atlantik kıyısındaki Corunna’ya taşındı. 14 yaşındayken de Barselona’ya taşındılar. Her iki kent de —gerek iklim, gerek tarih, gerekse atmosfer açısından—- öbür kentlere hiç benzemez. İspanya üzerine yazmanın zorluklarından biri de, tek değil, birçok İspanya’nın bulunmasıdır. İspanya —ekonomik ve toplumsal anlamda— henüz birliğe erişmemiştir. İki İtalya’dan söz edilir: Roma’nın kuzeyindeki ve güneyindeki. En azından altı değişik İspanya’dan söz etmek gerekir. Bu canalıcı bir noktadır, çünkü bize İspanya’nın tarihsel açıdan Avrupa’nın gerisinde kaldığını hatırlatır. İspanya ayrıdır.
Coğrafi konumu ve Hıristiyanlığın bir parçası oluşu, bizi yanıltır. İspanya’nın Haçlı Seferleri’nden bu yana, hiçbir ülkenin ait olmadığı bir Hıristiyanlığı temsil ettiğini söylemek daha doğru olacaktır. Coğrafi konumuna gelince —yeni bir gözle bakıldığında— İspanya Türkiye ile karşılaştırılabilir. Kuşkusuz İspanya’nın Avrupa kültürüne katkısı olmuştur ama bu da yanıltıcıdır. Bu katkı yalnızca edebiyat ve resimle sınırlıdır. Toplumsal gelişmenin karşılaştırmaya daha açık biçimlerine doğrudan dayanan sanatları ya da bilimleri içermez; İspanya, Avrupa mimarisi, müziği, felsefesi, tıbbı, fiziği ya da mühendisliğine çok az katkıda bulunmuştur. Şu bile söylenebilir: İspanyol resmi ve edebiyatı, İspanya’nın içinde, dışındakinden daha az etki yaratmıştır. Bu resim ve bu edebiyat, daha ziyade Pireneler’in ötesinde, Avrupa’da yer alan bir yaşama biçimini düşleyebilecek olanlara özgü sanatlardı.
Picasso’nun 15 Yaşından 90 Yaşına Kadar Kendisini Çizdiği Resimler
İspanya ayrıdır; çünkü İspanya hâlâ feodal bir ülkedir. Yetmiş yıl önce, Picasso çocukken, bu feodallik bugünkünden çok daha az değişikliğe uğramıştı. O zamanlar işçilerin dörtte üçünden çoğu toprakta çalışıyordu. Aletleri ilkeldi ve iş bölümü henüz başlangıç aşamasındaydı. Pek çok bölgede üretim yalnızca ev ya da köy kullanımı için yapılıyordu. Toprak sahipleri, topraklarını kiralayanlardan çeşitli biçimlerde zorunlu emek hizmeti alıyorlardı. Toprak sahipleri, “cacique” sisteminden dolayı, köylüler üzerinde ölüm kalım kararı denebilecek bir hakka sahiptiler. Tüm bunlar feodalizmin klasik belirtileridir. Ancak katıksız klasik feodalizm belki de bir soyutlamadır. Geçen yüzyıl sonunda İspanya’da rastladığımız feodalizm, karmaşık ve katışıklıydı.
Bu noktada İspanyol tarihini irdeleyecek bilgi donanımına sahip değilim. Bununla birlikte, kabataslak birkaç genelleme ve bir iki örnekle, kısaca da olsa, Picasso’nun doğduğu dönemde İspanya’nın içinde bulunduğu gelişmeleri açıklamadan geçemeyeceğim. Onun ruhunu ancak böylelikle anlayabileceğimize inanıyorum.
İspanya’da feodalizm —birbirine karşıt iki açıdan— karmaşık ve çarpıktı. Bir yandan bu ülkede feodalizm öncesine ait pek çok şey bulunuyordu; öte yandan —nüfusun yaklaşık beşte birini oluşturan— çok geniş bir yönetici orta sınıf vardı.
Feodalizm öncesi “kalıntılar”, çoğunlukla İspanya’nın yalıtılmış ve ulaşılamayan kırsal bölgelerindeydi —aslında bu tanım ülke topraklarının çoğunu kapsıyor. Örneğin Bask bölgesi ve Navarre’de, onuncu yüzyıldan beri süregelen ve klan sistemine dayanan bir toprak imtiyazı düzeni hâlâ geçerliydi. Endülüs’ün uçsuz bucaksız, hemen hemen hiç işlenmemiş topraklarında emek sistemi, Ortaçağ feodalizminden çok, Roma’daki kölelik sistemine benziyordu. İspanya’nın merkezindeki düzlüklerde, Kastilyalı koyun ve büyükbaş hayvan yetiştiricileri, temelde göçebeliğe ve kabile düzenine dayanan bir hayat sürüyorlardı. Ancak, bunların arasında belki de en önemli “kalıntı”, ortalama İspanyol köylüsünün bilincindeki kalıntıdır. Her nasılsa İspanyol köylüsü —kesin örgütlenme biçimi bölgeden bölgeye büyük değişiklikler gösteren— bir komünal yaşam biçimini belleğinde taşır. Hiç değişmeyen, acı veren yoksulluğuyla birleşen bu anı, onu özel mülkiyetten nefret etmeye ve bir özgürlük fikrine tutunmaya götürdü —Söz konusu fikrin, Fransız Devrimi’ndeki liberté ile hiç ilişkisi yoktu; bu, ilkel, kendiliğinden oluşmuş, küçük bir topluluk içindeki bireyin özgürlüğü ve onuruydu. Daha sonra, İç Savaş’ta, parayı olduğu gibi ortadan kaldırmak isteyen köylüydü bu birey.
İspanyol orta sınıfı, on altıncı yüzyılda, Engizisyon’u, Güney Amerika’daki sömürgeleri, İtalya ve Kuzey Avrupa’daki işgal edilmiş toprakları yönetmek için kurulmuş bir bürokrasiyle birlikte ortaya çıkmıştı. Ta başından beri bu bürokrasi, üretici olmayan çok geniş bir kitleydi. Bürokrasinin kurulmasından yüz yıl sonra, Madrid’deki Venedik büyükelçisi şunları yazıyordu:
Becerebilen herkes, devletin sırtından geçiniyor. Hükümet görevlerinin sayısı artırılmış. Yalnızca Hazine’de, 40 000’i aşkın memur çalışıyor; bunların çoğu da kendilerine bağlanan maaşın iki katını çekiyor kasadan. Bununla birlikte, tuttukları hesaplar içinden çıkılmaz, belki de kötü niyetli bir belirsizliğe bürünmüş; bunlardan herhangi bir sistem ya da sonuç elde etmek olanaksız.
Aynı dönemde vergi toplamakla görevli 24 000, Engizisyon’un hizmetinde parayla çalışan da 20 000 kişi vardı. Bu rakkamlar, bu sınıfın ekonomik bakımdan ne denli gerçekdışı olduğu konusunda bir fikir verebilir.
Başlangıçta, sınıfın devamını Güney Amerika’dan gelen altın ile Flaman sanayii sağlıyordu. Daha sonra, İspanya’nın iktidarını yitirmesiyle bu yük İspanyol ekonomisinin omuzlarına bindi; oysa İspanyol ekonomisi kesinlikle bu yükü taşıyacak durumda değildi. Sürekli bir yoksulluğun içine düşüldü; ekonomiyi düzeltmek için hiçbir çabaya girişilmiyordu çünkü orta sınıf diye adlandırılan bu kesim, sermayeyle üretim arasındaki bağlantıyı anlamaktan acizdi: Bunu anlamaya çalışmak yerine, taşralı bir tedbirsizliğin içine düşerek yalnızca “bağlantıları”nı güçlendirmeye çalıştı. Geçen yüzyılın ortalarına gelindiğinde, köy postacıları bile mevkiilerini —uzun bir aracılar zincirinden geçerek— Madrid’de bir bakana borçluydular. Hükümet düştüğünde bu postacıların yerini yeni hükümeti “destekleyenler” alıyordu.
İspanya’nın genel, tipik tarihi böyleydi; elbette istisnalar da vardı. Picasso’nun zamanında, kuzeyde küçük çapta da olsa, kapitalist sanayi girişimleri başlamıştı. Orta sınıftan gençler orduya katılmış, İspanya’yı “modernleştirmek” için junta planları yapmaya başlamışlardı. Belli mesleklerde, Avrupa etkisinde, liberal bir gelenek vardı. 1873’te, Cumhuriyet ilan edilmiş ama ömrü yalnızca bir yıl sürmüştü.
Belirtmek istediğim şey, Picasso’nun da içinde yetiştiği İspanyol orta sınıfının —aynı elbiseleri giyip kimi aynı kitapları okusalar da— Fransız, İngiliz ya da Alman çağdaşlarıyla pek az ortak yanlarının bulunduğudur. İspanya’da görülen türden orta sınıf erdemleri zorunluluk’tan doğmuş değildi; varoldukları kadarıyla bu erdemler kuramsal olarak üretilmişti. Başarılı bir burjuva devrimi olmamıştı. Mutlakiyetçi devlette orta sınıfın bağımsız gücü yoktu; bu nedenle de inisiyatif, çalışma ruhu, toplumsal değerlere karşı çıkma, tutumluluk, bilimsel merak gibi erdemlerin varolması için bir neden yoktu. Tam tersine, İspanyol orta sınıfının tarihi, bunlara taban tabana zıt özellikleri beslemişti. Engizisyon gerek dinsel, gerekse ırksal anlamda en sert Ortodokslukta direniyordu; Yahudiler ve Mağribiler aşağı ırktan sayılıyordu: Şiddet ve bağnazlık yüklü bir züppelik gelişmişti. Aynı biçimde devlet bürokrasisi de inisiyatifi köreltiyor, güvenliği tehdit etmeyen tembelliğe yeşil ışık yakıyordu. Zamanla, çok çalışmanın insan onurunu zedeleyici bir şey olduğu düşünülmeye başlandı. İspanyol orta sınıfının enerjisi, olaylara geçmişten toparlanmış bir anlam yükleyen, yenilikçiliğin kendisini de, düşüncesini de dışarıda bırakan bir törenciliğe yönelmişti.
Bununla birlikte İspanyollar’ın, Fransa ya da İngiltere’de olduğu gibi, ilerlemenin bedelini ödemek zorunda kalmadıklarını da unutmamak gerekir. İspanyollar arasında en zenginler bankacılar değil, toprak sahipleriydi. Sınıf olarak Kilise’ye, malikânelere, orduya ve mutlakiyetçi monarşiye hizmet ediyorlardı; sermayenin hizmetinde değildiler. Bu, şu anlama geliyordu: Yaşamları, taşrayla son derece sınırlanmış olmakla birlikte paranın gücüyle kişiliğini yitirmiyor, silikleşmiyordu. (İngiltere’de 1840’lı yıllarda Carlyle’a ateş püskürten para bağı, İspanya’da bugün bile yoktur.) Bu, aynı zamanda onların sınıf düşmanlarının proletarya değil, köylülük olduğu anlamına geliyordu. Proletaryayla başa çıkmak, aldatmak gerekir onu; köylüleriyse çoğu zaman hiçe sayarsınız, ara sıra da zor kullanarak sindirebilirsiniz. Bunun sonucu olarak İspanyol orta sınıfları iki yüzlü olmaya itilmediler: Sahip çıktıkları ahlakla, varlıklarını sürdürmek için gereksindikleri şeyler arasında kısılıp kalmadılar. Aldatmak zorunda oldukları bir sınıf bulunmadığından, en azından kendilerine karşı dürüstlüklerini koruyabildiler. Dar sınırlar içinde onurlu ve bağımsız olabiliyor, kendi duygularına yaslanabiliyorlardı. (Bu, İspanyollar’ın, Avrupa’nın geri kalan kesiminde neden “ateşli” diye nitelendirildiklerini bir ölçüde açıklar.)
Öyleyse İspanya ayrıydı. Ekonomisi ağırlıklı olarak feodaldi. Köylülerinin anıları ve umutları feodalizm öncesi nitelikler taşıyordu. Geniş ve olağandışı orta sınıfıysa, çağdaş Avrupa’yla çeşitli bağlarını açıkça sürdürürken, burjuva devrimine eşdeğer bir şeyi hâlâ gerçekleştirmiş değildi. İspanya’nın trajedisi bu tarihsel paradoksta yatar (ve bu hâlâ böyledir). İspanya, tarihin işkence tahtasına —simgesel açıdan kendi Engizisyonu’nun işkence aletine— bağlanmış bir ülkedir. Onuncu yüzyılla yirminci yüzyıl arasında gerilmiş durumdadır. Bu iki yüzyıl arasında, diğer ülkelerde olduğu gibi, gelişmeye yol açacak çelişkiler ortaya çıkmamıştır: Onun yerine hiç değişmeyen bir yoksulluk ve korkunç bir denge vardır.
İspanya’da en tipik modern siyasal hareket, anarşizm olmuştur. Barselona’daki gençlik yıllarında Picasso bu harekete kıyısından bulaşmıştı. İspanya’da kök salan anarşizm, Bakunin türü bir anarşizmdi. Bakunin, anarşist düşünürler arasında en şiddet yanlısı olandı.
Güvenimizi, tüm yaşamın yakalanamaz ve ebedi yaratıcı kaynağı olduğu için yıkan ve yok eden o ebedi ruha yöneltelim. Yıkma dürtüsü aynı zamanda yaratıcı bir dürtüdür.
Bakunin’in bu ünlü sözleri, Picasso’nun kendi sanatı üzerine söylediği en ünlü yorumlardan biriyle karşılaştırılmaya değer. “Bir resim,” demiştir Picasso, “yıkmalardan oluşan bir toplamdır.”
Anarşizmin İspanya’ya özgü oluşunun, bu ülkede hiçbir yerde olmadığı ölçüde kitle tabanına yayılmasının nedeni, onun da siyasal bir öğreti olarak tarihin işkence tahtasına gerilmiş olmasıdır. Anarşizm, bir zamanlar ilkel kolektivist mülkiyette görülen türden toplumsal ilişkilerle Devrim Günü birdenbire ve şiddetle ortaya çıkacak olan gelecek çağı birbirine bağlar. Anarşizm, tüm gelişim süreçlerini göz ardı eder; yüzyıllarca katlanılmış, değişmez acılardan doğan bir intikam meleğinin tüm güçlerini, bir tek ve neredeyse gizemli bir anda ya da edimde yoğunlaştırır.
Gerald Brenan, The Spanish Labyrinth (İspanyol Labirenti) adlı değerli kitabında İç Savaş’ta yaşanan şu olayı anlatır:
Bir tepenin üstünde durmuş, Malaga’da yanmakta olan iki yüz kadar evin üstünden göğe yükselen alevleri ve dumanları seyrediyordum. Yanımda, eskiden tanıdığım yaşlı bir anarşist vardı.
“Ne diyorsun buna?” diye sordu.
“Malaga’yı yakıp yıkıyorlar,” dedim.
“Evet,” dedi, “yakıp yıkıyorlar. Bak, sana söylüyorum, taş üstünde taş kalmayacak —yok, tek bir bitki, tek bir lahana bile yetişmeyecek orada artık; dünyada kötülük denen şey kalmasın diye.”
Bu, İspanyollar’ı çok iyi niteleyen bir tutumdur: Herşeyin —tüm insanlık durumunun— bir anda, şiddetli ve muhteşem bir biçimde değişivereceği inancı. Bu inancın ortaya çıkma nedeni, çok uzun süredir hiçbir şeyin değişmemiş olması, sonunda İspanyollar’ın büyülü bir değişime inanmak zorunda kalmalarıdır; bu değişimde irade gücü, herkesin önce kendisini kurtarmayı umduğu bir uygarlıkta görülen küçük ahlak farklarıyla henüz karmaşıklaşmamış insan isteklerinin gücü, tüm maddi koşullara ve aslında ilerlemenin tek koşulu olan yeni üretim araçlarının yavaş yavaş birikmesine ağır basacaktır. İşkence tahtasının korkunç dengesi, zaman zaman korkunç bir sabırsızlığa yol açar.
Yaşlı anarşistin Malaga’yı seyrederken gösterdiği aşırı tepkinin ekonomik bir mantığı da vardır. (Bu mantığın ille de onun kendi düşüncelerinde yer alıyor olması gerekmez; çünkü o bu mantığı — işkence tahtasına gerilen herhangi birinin yapacağı gibi— epeydir elden bırakmıştır.) Bu, İspanya’daki yönetici sınıfın, şimdi kendilerini devirmekte olan köylülere en küçük yararı dokunacak hiçbir şey kurmamış, hiçbir şey inşa etmemiş, hiçbir şey bulup çıkarmamış olmasından kaynaklanan bir mantıktır. Mülksüzleştirenleri mülksüzleştir! Ne var ki burada ilk mülksüzleştirenler, ele geçirdikleri mülklere hiçbir şey eklememişlerdir. Ortada yalnızca çıplak toprak vardır. Bu da ilkel kolektivist bir komün tarafından yeniden ekilip biçilebilir. Geri kalan herşey gereksizdir —bu nedenle de lüksün ve yiyicilikle elde edilen şeylerin yakılıp yıkılması evlâdır.
Böyle bir durumda devrimci enerjinin gericiliğe kayması kaçınılmazdır: Bu enerji, insanı insana kul olmaktan kurtaran, ama kendisini doğanın kölesi olmaktan kurtarma olanağını elinden alan daha ilkel olsa da daha adil bir toplumsal ilişkiler biçimini yeniden kurmaya yönelir.
Picasso’nun Guernica’sının modern savaşa karşı bir protesto olduğu söylenir; hatta bazen nükleer savaşa karşı kehanet biçiminde bir protesto olduğu bile öne sürülür. Oysa Guernica Alman Junkerleri ve Heinkel bombardıman uçaklarıyla yerle bir edildiği zaman, Endülüs’te toprağı kolektifleştirmiş olan anarşistlerin çoğu tek bir tarım makinası bile “ele geçirebilmiş” değillerdi. İşkence tahtası budur işte.
Ama siz, Barselona Endülüs değil ki diyebilirsiniz; Barselona bir sanayi kentidir, bu nedenle Picasso’nun içinde bulunduğu anarşizm farklıydı kuşkusuz. Yüzeysel olarak farklıydı aslında. Picasso, Nietzsche ve Strindberg’in yapıtlarını okuyordu.6 Picasso’nun içinde bulunduğu çevre, o günlerde aşağıdaki fin-de-siècle bildirisini yayınlamış olan ressam ve eleştirmen Santiago Rusinol’un büyük ölçüde etkisindeydi:
Yaşamını anormal ve hiç işitilmemiş şeyler üzerine kur… en büyük ıstırabın ağıtını yak ve yeryüzündeki çarmıhları bul, trajiğe gizemli olanlar yoluyla ulaş; bilinmeyen içine doğsun.
Bununla birlikte Barselona, Lyons ya da Manchester gibi bir kent değildi. Başkentlerle boy ölçüşmeye çalışan bir taşra kenti olduğu için, fin de siècle havası oradaki bazı aydınlarca benimsenmişti. Ama Barselona’nın kendi şiddeti, hayali değil gerçekti; aşırılıkları da gündelik birer olguydu.
1906’da, Barselona’daki radikallerin lideri Alezandro Lerroux kendilerine “Genç Barbarlar” diyen yıldırma bölüğünün taraftarlarını şu sözlerle kışkırtıyordu:
Bu mutsuz ülkenin yozlaşmış uygarlığına dalın ve dağıtın onu; tapınaklarını yıkın, tanrılarının işini bitirin, genç rahibelerin peçelerini yırtıp türü uygarlaştıracak analar olarak yeniden yetiştirin onları. Mal mülk kütüklerini parçalayıp kağıtlarıyla meydan ateşleri yakın ki bu ateş, uğursuz toplumsal örgütlenmeyi arıtsın… Ne mihraplar durdurabilsin sizi ne de mezarlar… Savaşın, öldürün, ölün.
Malaga’yı tepeden seyreden yaşlı adamın söylediklerinden pek de uzak değildir bu sözler. Her ikisi de bağışlayamaz. Lerroux’nun sözlerinde insan belki faşizmin başladığını sezebilir. Ama faşizm sözcüğü çoğu zaman çok dikkatsiz bir biçimde kullanılıyor. Bir halkın ya da bir sınıfın kendini yeterince kapana kısılmış hissettiği her durumda “faşizm” başgösterebilir. Modern ve kesin anlamında faşizm, bu duygunun emperyalizm ve büyük iş çevreleri tarafından sosyalizme karşı bir silah olarak sömürülmesi demektir. Yüzyılın başlarında Barselona’da durum böyle değildi.
Barselona faşist değil, yalnızca kanunsuz bir kentti. 1890’lı yıllardan itibaren bombalar patlamaya başlamıştı. 1907’de ve 1908’in başlarında sokaklarda iki bin bomba patlamıştı. Lerroux’nun konuşmasından kısa süre sonra yirmi iki kiliseyle otuz beş manastır yakılıp yıkılmıştı. Yılda yüzden fazla siyasal cinayet işleniyordu.
Barselona’yı kanunsuz kılan, gene o tarihsel işkence tahtasıydı. Üç çıkar grubu ayrı ayrı yaşama savaşı veriyordu. Önce, imalatçı taşradan sağladığı zenginliklerin tadını çıkarmaya çalışan ve Habsburglar’ın on yedinci yüzyılda kurduğu biçimiyle mutlakiyetçi hakları için savaşan Madrid vardı. Sonra Madrid’den bağımsızlıklarını kazanmak ve kapitalist bir devlet kurmak için savaşan Barselonalı fabrika sahipleri vardı. (Genelde bunların girişimleri küçük çaplı, düşük bir gelişim düzeyindeydi. Çapları büyüdüğünde —bankalar ya da demir yollarında olduğu gibi— bu girişimler siyasal partilere bağlanarak varolabiliyor, böylece de kârlılık ve etkililik temelinde değil, bürokratik asalakların çıkarları doğrultusunda işletiliyordu.) Son olarak da büyük ölçüde Güney’in yoksulluğundan kaçarak kentlere yeni göçmüş köylülerden oluşan deneyimsiz ama şiddet dolu bir proletarya.
Madrid, kendi çıkarları için, fabrika sahipleri ile işçiler arasındaki uyuşmazlıkları destekliyordu. Ellerinde işçilerini denetleyecek bir adalet ya da yasal devlet mekanizması bulunmadığından, fabrika sahipleri yasaları bir yana bırakıp doğrudan kaba kuvvet kullanma yoluna gidiyorlardı. İşçiler kendilerini Madrid’in temsilcilerine (ordu ile; Kilise’ye) ve fabrika sahiplerine karşı savunmak durumunda kalıyorlardı. Bu koşullarda, kendilerine yol gösterecek siyasal deneyimleri de pek bulunmadığından, hedefleri ister istemez kısa vadeli ve öç almaya yönelik oluyordu —anarşizmin onlara sürekli çekici gelmesinin nedeni de buydu. Her grup —neredeyse her yüzyıl bile diyebiliriz— bu kavgayı pistoleros’la, agents provocateurs’le, bombalar, tehditler ve işkencelerle sürdürüyordu. Diğer modern kentlerde, devlet mekanizması tarafından —hakça olmasa da— “yasal olarak” çözümlenen herşey, Barselona’da Montjuich Şatosu’nun zindanlarında, ya da sokaktaki gerilla savaşlarında özel yollardan hallediliyordu.
İspanya hakkında söylediklerimin Picasso’nun kendi yaşantısıyla pek ilgisi yok gibi gelebilir size. Ama başka bir insanın özgül yaşantısına zaten ancak kurmaca yoluyla girilebilir. Kurmaca dışında, genellemelere gitmek zorunda kalırız. Picasso’yu oluşturan tüm olayları, kafasındaki tüm imgeleri, tüm düşünceleri ben bilemem, kimse de bilemez. Ancak şu ya da bu deneyimle, milyonlarca deneyim yoluyla, içinde büyüdüğü ülkenin ve toplumun yapısından çok derin bir biçimde etkilenmiş olmalıdır Picasso. Ben bu toplumun birkaç temel gerçeğine ilişkin ipuçları vermeye çalıştım. Yalnızca bunlara dayanarak, Picasso’nun nasıl bir gelişme göstereceği konusunda çıkarımda ya da kehanette bulunamayız. Ne de olsa her İspanyalı öbürlerinden farklıdır; gene de her İspanyalı bir İspanyol’dur. Yapabileceğimiz, bu gerçekleri, Picasso’nun yaşamı ve yapıtlarında daha sonra ortaya çıkan bazı görüngüleri, onun öznel deneyimi açısından açıklamakta kullanmaktır ancak; aksi halde bu görüngüler bize rastlantısal ya da gizemli gelebilir.
John Berger
Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı
Çevirmen: Müge Gürsoy Sökmen, Yurdanur Salman |Yayınevi : Metis Yayıncılık