“Sefertası” denilen yuvarlak, yassı kabın verdiği zevk, her şeyden önce, vidalı olmasından kaynaklanır. Daha kapağın vidasını gevşetme eylemi bile insanın ağzını sulandırır, hele sözgelimi sefertasını her sabah karınız hazırlıyor da, içinde ne olduğunu bilmiyorsanız. Sefertasının kapağı açılınca, içine bastırılmış yemek görülür: Salamlı mercimek ya da haşlanmış yumurtayla pancar turşusu ya da mısır lapasıyla kurutulmuş balık; her şey bu çemberin içine, tıpkı dünya haritasındaki karalarla denizler gibi güzelce yerleştirilmiştir, miktar az da olsa doyurucu, yoğun bir etki uyandırır. Kapak, açıldıktan sonra tabak gibi kullanılır, böylece iki kap olur, yemeğin bir bölümü kapağa aktarılabilir.
Niteliksiz işçi Marcovaldo, öğleyin eve dönecek yerde sefertasında getirdiği yemeği yiyeli beri, sefertasını açıp kokusunu içine çektikten sonra, hep sarılı olarak arka cebinde taşıdığı çatal, kaşık, bıçağı çıkarır. İlk çatal vuruşları, gevşemiş etleri canlandırmaya, kaç saattir buraya kapatılmış yemeklere, masaya yeni getirilmiş bir yemeğin kabarıklığını, çekiciliğini vermeye yarar. Bu kez de yemeğin az olduğu görülür, “Ağır ağır yemeli” diye düşünülür, ama ilk lokmalar büyük bir hızla ve iştahla mideye indirilmiştir bile.
İlkin soğuk yemeğin hüznü çöker içe, ama hemen ardından, alışılmışın dışında bir ortama taşınmış aile sofrasının lezzetini bulmanın sevinci yaşanır. Marcovaldo artık ağır ağır çiğnemeye başlamıştı; çalıştığı yerin yakınında bir caddede, bir sıraya oturmuştu; evi uzaktı, öğleyin eve gitmek hem zaman kaybına, hem de tramvay bileti masrafına yol açtığından, yemeğini bu iş için aldığı bir sefertasıyla getiriyor, açık havada, gelip gidenlere bakarak yiyor, sonra da bir çeşmeden su içiyordu. Güzse, güneş de varsa, biraz güneş gelen bir yer seçiyordu; ağaçlardan dökülen kırmızı, parlak yaprakları da peçete diye kullanıyordu; salamların kabuklarını başıboş köpeklere atıyor, çok geçmeden köpekler arkadaşı oluyorlardı; ekmek kırıntılarını ise, caddeden hiç kimsenin geçmediği bir sırada serçeler topluyorlardı.
Yerken düşünüyordu: “Karımın yemeklerinin tadına kavuşmak burada hoşuma gidiyor da, niye evde tartışmalar, yakınmalar, ikide bir karşıma çıkan ödemeler arasında tadına varamıyorum?” Sonra şöyle düşündü: “Şimdi anladım, bunlar dün akşamki yemekten arta kalanlar.” Belki soğuk, biraz da ekşimiş yemek fazlasını yediği için, belki de sefertasının alüminyumu yemeklere metal tadı kattığı için keyfi kaçmıştı, ama kafasından geçen düşünce başkaydı: “Domitilla’yı düşünmek, kendisinden uzakta yediğim yemeği bile berbat etmeye yetiyor.”
Bu arada yemeğin neredeyse bittiğini gördü, yemek yeniden çok lezzetli, az bulunur geldi ona, sefertasının dibindeki, daha fazla metal kokan son kalıntıları coşkuyla, seve seve yedi. Sonra boş, yağlı kaba bakarken yeniden hüzün doldu içine.
Her şeyi sarıp cebine yerleştirdi, ayağa kalktı, işe dönmek için erkendi daha, kabanının kocaman ceplerinde çatal, kaşık, bıçak boş sefertasına çarpıp gürültü çıkarıyorlardı. Marcovaldo içecek satan bir yere gitti, ağzına kadar bir bardak doldurttu; yoksa bir kahvede küçük bir fincan kahve mi içseydi; sonra camlı vitrindeki pastalara, karamela ve kek kutularına baktı, hiç de canının çekmediğine, hiçbir şey istemediğine inandı, iştahını değil, zamanı kandırmak istediğine kendini inandırmak için bir süre masa futboluna baktı. Sokağa döndü. Tramvaylar yeniden doluydu, işe dönme zamanı yaklaşmıştı; yola koyuldu.
Günün birinde karısı Domitilla, kim bilir niye, çok miktarda sucuk aldı. Peş peşe üç akşam yemeğinde, Marcovaldo sucukla bayırturpu yedi. Sucuk sanki köpek etindendi; kokusu bile Marcovaldo’nun iştahının kaçmasına yetiyordu. Bayırturpuna gelince, bu solgun, biçimsiz sebze Marcovaldo’nun sevmediği tek bitkiydi.
Öğleyin sefertasında yeniden soğuk, yağlı sucuklu bayır-turpu vardı. Belleği zayıf olduğu için, bir gün önce akşam yemeğinde ne yediğini anımsamaksızın, hep merakla, iştahla kapağın vidasını gevşetiyor, ama her gün aynı düş kırıklığına uğruyordu. Dördüncü gün çatalı yemeğe batırdı, bir’ kez daha kokladı, yerinden kalktı, açık sefertası elinde, dalgın dalgın caddede yürümeye koyuldu.
Gelip geçenler, bir elinde çatal, öbür elinde sucuk kabı tutan, sanki ilk lokmayı ağzına atmaya karar veremeyen birini gördüler.
Bir pencereden küçük bir çocuk, “Hey, amca!” dedi.
Marcovaldo gözlerini kaldırdı. Zengin bir villanın giriş katında, üzerine bir tabak konulmuş bir pencere korkuluğuna dirseklerini dayamış bir çocuk vardı.
“Hey amca! Ne yiyorsun?”
“Sucuklu bayırturpu!”
“Ne mutlu sana!” dedi çocuk.
“Eh…” dedi Marcovaldo, belli belirsiz.
“Beyin kızartması yemek zorundayım ben…”
Marcovaldo korkuluğun üstündeki tabağa baktı. Bir bulut kümesi gibi yumuşak, kıvır kıvır bir beyin kızartması vardı. Burun delikleri titreşti.
“Beyin kızartması sevmez misin?..” diye sordu çocuğa.
“Sevmem, yemek istemediğim için buraya kapattılar beni. Tabaktakileri pencereden atacağım.”
“Peki, sucuk sever misin?..”
“Bayılırım, yılana benziyor… Bizim evde yenmez hiç…”
“Öyleyse yemeğini bana ver, ben de benimkini sana vereyim.”
“Yaşasın!” Çocuk çok sevinmişti. Porselen tabağıyla, süslemeli gümüş kaşığını adama uzattı, adam da ona sefertasıyla kalaylı çatalını verdi.
İkisi de yemeye koyuldular, çocuk pencerenin önünde, Marcovaldo da karşıdaki bir sırada; ikisi de dudaklarını yalayarak, hiç böyle lezzetli bir yemek yememiş olduklarını söylüyorlardı kendi kendilerine.
Ta ki, çocuğun arkasında, elleri kalçasında bir dadı belirinceye kadar.
“Aman tanrım!.. Ne yiyorsun?”
“Sucuk!” dedi çocuk.
“Kim verdi sucuğu?”
“Oradaki adam,” diyerek, kocaman bir beyin lokmasını ağır ağır, özene özene çiğnemeye ara veren Marcovaldo’yu gösterdi.
“At çabuk! Neler işitiyorum! At çabuk!”
“Ama çok güzel…”
“Peki, tabağın nerede? Kaşığın?”
“Onda… “
Isırılmış bir beyin parçasına takılı çatalı havada tutmakta olan Marcovaldo’yu gösterdi yeniden. Kadın çığlık atmaya koyuldu:
“Hırsız var! Hırsız var! Gümüş takımlar!”
Marcovaldo ayağa kalktı, yarım bırakılmış kızartmaya bir göz attı, pencereye yaklaştı, tabakla kaşığı korkuluğa bıraktı, dadıya aşağılayarak baktı, sonra çekildi. Sefertasının kaldırımda yuvarlanışını, çocuğun ağlamasını, kabaca kapatılan pencerenin çarpışını duydu. Sefertasını ve kapağını almak için yere eğildi. Biraz ezilmişti, kapak iyice vidalanmıyordu. Her şeyi cebine tıktı, işine gitti.
Öyküler – İtalo Calvino
Çeviren: Rekin Teksoy