BİR ŞİİR, İKİ ŞAİRİN ÖYKÜSÜ; “HAZİRANDA ÖLMEK ZOR”

“ ‘Uyarına gelirse
Tepemde bir de çınar’
Demişti on yıl önce 
demek ki on yıl sonra 
demek ki sabah sabah 
demek ki ‘manda gönü’
demek ki ‘şile bezi’
demek ki ‘yeşil biber’
bir de memet’in yüzü 
bir de güzel istanbul 
bir de ‘saman sarısı’
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü nazım
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara 
yıllar var ki ter içinde 
Taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına 
3 haziran 63’ü!”

Tanıdığım için övünç duyduğum, sevgili dost, büyük ozanların iz sürücüsü, 1984 yılında yitirdiğimiz Hasan Hüseyin Korkmazgil’in kitabının adı seçtiğim başlık.. Kitaba adını veren ve içinden Nazım’ın bir ağıt gibi aktığı bu şiiri yine bir Haziran aydınlığında , 2 Haziran’da, tıpkı Nâzım gibi gurbette Sofya’da bir hastane yalnızlığında göçüp giden Orhan Kemal’e armağan etmiş ozanımız, “Orhan Kemal’in güzel anısına” diye not düşerek..

***

Ramak kalmıştı kötü şairler kafilesine birinin daha katılmasına!

Bizi Nâzım kurtardı!

Kurtarmakla kalmadı 72. Koğuş, Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza gibi romanlar ve daha nicelerini yazacak olan bir büyük öykücüyü, bir büyük romancıyı armağan etti edebiyat dünyamıza.

“Ne kadar isabetli olmuş Orhan Kemal’in ‘Ejnebi bir rejimin propagandasını’ yapmış olması! Pek de güzel olmuş yaparken yakalanması! Yakalanıp müddeiumumi (savcı) bey’in ‘isyana muharrik’ üç yıl, gizliden Nâzım şiirleri okuma cesaretini göstermesinden de iki yıl, etti mi size beş yıl, iyinin iyisi ki ancak bu kadar olur! Hele hele Bursa Mahpushane’sine yollanması ve orada Nazım’la yollarının kesişmesi, şansın adı bu olmalı!” diye şaka yollu dost masasını kızıştıran Hasan Hüseyin, ardından kendi cevabını pek açık seçik belli ederek şu soruyu yapıştırmıştı bir defasında : “Kim istemez Nâzım’la hapis yatmayı?”

Orhan Kemal, Nâzım’ın Bursa Mahpushane’sine gönderileceğini duyunca pek sevinmiş; nicedir yattığı günleri sırtına yüklenen cezadan çıkartıp, Nâzım’la geçireceği gün sayısını hesaplamış: Üç buçuk yıl…

“Hay Allah! Aklı başında birine de benziyorsun gel sen bu işi bırak!”

Büyük bir samimiyetle anlatır Orhan Kemal Nazım’lı günlerini “Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl” adını verdiği anı kitabında. Her satırında Nâzım’a duyduğu şükran duygusu ve ona olan sevginin yanısıra öğretmenliğini kabullendiği de anlaşılır. Şiirlerini okuması için Nâzım’a verdiğinde, Nâzım bizimkini enikonu azarlar ve yazdıklarına şiir denilmesinin doğru olamadığını, bir daha da böyle “komiklikler” yapmaması gerektiğini söyledikten sonra ilave eder: “Hay Allah! Aklı başında birine de benziyorsun gel sen bu işi bırak!”

Bırakır… Bırakır da içindeki “yazma kurdu” kırt da kırt bırakmaz yakasını.. Yazmış olduğu kısa bir hikayeyi günlerce sancılar içinde kıvranıp bekledikten sonra söylenir Adanaca :“Bunu da beğenmez höykürürse depesi göve değer gaali ben de yazmıyıversem gıyamet mi kopar!”

Beğenir Nâzım..

Beğendiğini kendine has coşkusuyla da belli ederek onu alkışlayıp yüreklendirir. “Yetmez Çukurovalı” der “yetmez Fransız klasiklerini kendi dilinden okumalısın” O’na Fransızca dersleri vermeye başlar. Bir süre sonra buna felsefe derslerini de ilave eder. Nâzım bu, yakasını bırakmaz Orhan Kemal’in, Rusçayı da ders başlığı olarak programlar. Ancak “sayılı gün” elvermez… Çok sonraları kendisiyle yapılan bir söyleşide “Allahıma kitabıma bir kaç yıl daha kalaydım Rusçayı da bellerdim ne var ki kör talih işte günüm doldu da saldılar, buna çok yanarım!” diyecektir.

“Çukurovalı” mahpushaneden çıkarken koltuğunun altında roman ve öykü dosyaları, Fransızcası kendine elverir, felsefesinin pusulası emekten ve aydınlıktan yana.. “Depesi göve değer gaali..”

***

Orhan Kemal 15 Eylül 1914 tarihinde doğdu. Gurbette, Sofya’da bir hastane odasında genç denecek yaşta bu dünyadan göçüp gitti geride emekçileri, ırgatları, sokaktaki adamı büyük bir gerçekçilikle anlattığı 27 roman; 19 öykü kitabı bırakarak.. 2 Haziran 1970.

***

Nâzım ise yaşamı boyunca peşinden koştuğu hülyasının izini sürmek için başka bir coğrafyaya aktı hapis çıkışı, 1951’de… Yıllar önce gelip mozelesinin başında nöbet tuttuğu büyük ustanın anısı önünde bir kez daha baş eğdi… Yazdı… Dünyanın birçok ülkesine gitti. Dünyanın birçok ülkesinin emekçileri, ezilen halkları, öğrenciler meydanları doldurdu Nâzım’ı görmek, sesini işitmek için… Alkışlandı… Barış Ödülü verildi… Kadınlar O’nu çok sevdi o da kadınları… Her şairin erişmek isteyeceği en yüksek noktaya erişti… Şiirin Everest’i oldu..

Zirvedeydi. Çok yalnızdı… Ölümün kendine önce “yalnızlığı yolladığını” dizelerine taşıyacak kadar hüzün yüklü, yurt özlemi içindeydi… Karpuzu, yeşil biberi, beyaz peyniri; sonra Haydarpaşa Garını… Sonra Haydarpaşa Garı’nda bekleyen Galip Usta’yı, Mahkûm Süleyman’ları, Mahkûm Fuat’ları sözün kısası “Memeleketinin Bütün İnsan Yüzlerini” özlemişti… Sözün kısası yangın yeri gibiydi…

“Dünyamda sabahleyin aç karnına içilen cıgaranın tadı/ Ölüm kendinden önce bana yalnızlığını yolladı…”

Sonra kendi geldi… 3 Haziran 1963.

Biri Çukurovalı öteki Selanikli. İkisi de inat mı inat Robson damarı… Aynı deli divane Haziran aydınlığında birer gün arayla gittiler. Biri 1970 Sofya, diğeri 1963 Moskova… Yolları hapishanede kesişmiş idi. Aynı damara aktılar!

***

“ 3 haziran 63
‘ burası
Bizim radyo
30 virgül 83
büyük şair nazım hikmet
bu sabah..’

bu düdükler
bu namlular
bu tanklar
asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi
bu korkunun adı ne
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi silahlar?
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız

sokakta namlu gözlü bir gece
gece leylak
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”

2009
Mehmet Bozkurt
‘Haziranda Ölmek Zor’ 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir