Dün gece karımı rüyada gördüm. Hayır, bizzat onu görmedim, yalnız ona ait bir olay oldu. Şöyle ki: Tahliye olmuşum, Adana’ya gitmişim. Eve yorgun argın gelmişim. Soyunup yıkandıktan sonra sedire uzanıyorum. Kız kardeşlerim büyümüşler, merakla etrafımı alıyor, beş senelik hapislik hayatıma ait sorular soruyorlar.
Birden aklıma geliyor, karım nerde, kızım nerde? Vay anam vay…
Annem: “Altan otelinde, baban öyle tembih etti,” diyor. İçime ateştir düşüyor. Kime kızacağımı bilmiyorum. Aklımda bin bir ihtimal. Otel gibi malum bir yerde, yirmi yaşında genç bir kadının yapayalnız oturması… Sedirden deli gibi kalkıyorum. Bütün kabiliyet ve çevikliğimle üstümü başımı giyinmeye başlıyorum. Ne mümkün. Korkulu rüyalarda kaçmak isterken inadına ağırlaştığımız, kaçamadığımız gibi, bu sefer de bütün aceleme rağmen elbisemi o kadar yavaş giyebili
yor, öyle sıkıntı duyuyorum ki… Nihayet zorla pantolonumu geçiriyorum, ceketimi tam alıyor evden çıkmaya hazırlanırken uyanıyorum. Böylece rüyada olsun karımı görmek fırsatından mahrum kaldım. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki insan karısını görmek değil, rüyada bile görmeye imkân bulamıyor.
Sabah müthiş bir kurşunilikle başladı. Hava mosmor. O kadar sinirliyim ki bugün birisiyle bir bomba patlatmazsam çok iyi…
Nâzım Hikmet Sarıyerli Emin Beyle birlikte Tolstoy’un Harb ve Sulh’una başladı yine. Ben bir çay bardağı dolusu kahvemi bir adet en âlâ cigarasıyla içiyorum. Hâlâ sinirliyim.
Bu günlerde Nâzım Hikmet’in iştihası mükemmel-miş. Kahvaltı edip geldi. Saçları bir kucak, sapsarı, kıvır kıvır. Boynunda kendi dokumasının imalatından açık renkli yeşil bir mendil bağlı. Prens bilmem ne cenaplarına onu çok benzeten kürklü gocuğu öylesine sırtında, makinasınm, şu otuz senelik, Şikago marka, demode daktilosunun başında, Emin bey Tolstoy tercümesinin müsveddelerini okuyor. Nâzım Hikmet hiç de acemi sayılmayacak, hattâ takdir olunacak bir süratle bunları tape etmekte. Bu tape faslından önce şöyle bir konuşma geçti. Ona tuhaf bir soru sordum, -şimdi sorum aklımda değil- o cevap verdi; ha, sorum aklıma geldi. Fransızca bir kelime sormuştum: Limacon.
— Vallahi bilmem üstat, dedi. Ben malum ya, balıklardan balinayla hamsiyi birbirinden çok iyi ayırt ederim.
Gülüştük. Şaka başladı. O devam etti:
— Ağaçlardan çınarla dişbudağı ve selviyi karıştırırım. Kavak, söğüt, bir de çamı çok iyi bilirim.
Öyle tuhaf söylüyor ki namussuzum, bütün sözlerinden “söz yerindeyse” bal gibi şiir sızıyor. Bu adam yalnız şair değil, hayattaki fonksiyonu itibariyle, yahut fizyolojikman “şiir üreten bir makina.” Herkeste keçi boynuzun-
daki bal kadar ender bulunan bu şiir nesnesi bu adamda kilo kilo, ton ton. Hattâ nasıl söyleyeyim, Nâzım Hikmet 3 bir bal peteği gibi, mumu balına göre çok az, balı yani şiiri vıcık vıcık. Bunları ona kompliman olsun filân diye değil, tam tersine kendimi bütün zorlamama rağmen yazıyorum. Çünkü aramızdaki ilişki “üstat-çömez” ilişkisi değil sadece. Zaman zaman onunla kavga ederiz, birbirimize ağırca lâflar söyleriz, günlerce konuşmayız, birbirimize kızarız, yani Nâzım Hikmet değil, gelişigüzel bir insanla nasıl çekişilir, kavga edilir, dargın durulursa biz de onunla zaman zaman öyleyiz. Haydi daha açık edeyim, şu bizde, bütün insanların açık veya doğumunda gizli, fakat mutlaka mevcut olan kıskançlık, kendini beğenmişlik hislerini başkalarına karşı duyduğum çok oldu. Nâzım’a karşı bunları, hatta kendi içimde, kendime karşı dahi olsa duymadım, duyamadım. Ona en kızdığım zamanda bile nazarımda o erişilemeyecek kadar büyük, eri-şilemeyecek kadar kocaman bir şiir makinasıydı.
Bunları yazmaktan amacımın ne olduğunu bilmem. Sadece çok iyi bildiğim şu: onu çok seviyorum. Bir ağabey, bir hoca, bir ne bileyim üstat falandan çok daha başka türlü. Örneğin bu sevgide babama, anama, kız kardeşlerime, kızıma karşı duyduğum sevgi cinsleri de dahil, kocaman bir sevgi çığı taşıyorum içimde. Düşünüyorum bir gün -belli olmaz hangimiz daha evvel amma- onun ölümünü nerde ve nasıl haber alacağım? Onun ölümü karşısında ne yapacağım? Onun ölüsünü ekseriya Abdülhak Hamid’in ölüsü gibi hayalliyorum. Ben bu hisleri çok sevdiğim insanlara karşı sık sık duyarım.
Sözün kısası Nâzım Hikmet’i o kadar seviyorum ki ona bazan “çok iyi insan, büyük, ulaşılamayacak kadar büyük, büyük insan olabildiği” için kızıyorum. Laf sırası gelmişken şunu da ilâve edeyim:
Bazen o, o kadar vurdum duymaz görünür ki, hırsımdan kendi kendimi yer, yanından ayrılır, kaçarım. Örneğin hapishanede çehrelerini sık sık görmeye mecbur olduğumuz bir topluluk var, kıravatlı, bey ıskartası, muhasip, kasadar -hakaret olsun diye veznedar demiyorum-kâtip, tahsildar, maliye memuru, ne bileyim ben, bu çeşit “küçük burjuva”lar. Bunların karakterleri malum: Hem kel, hem fodul. Bütün hareketlerinden, sözlerinden kendini beğenmişlikleri akar. Meselâ Nâzım Hikmet’e bunlardan birisi der ki:
— Bana bak Nâzım, (bunu Nâzım Hikmet’e “üstat veya Nâzım Bey gibi” kendilerinin fazlaca itibar ettikleri ve kendilerine hitap edilirken isimlerinin arkasına, falan bey, filan bey gibi bu “bey”lik konulmazsa derhal alınır, kızar, içten içe size kin besler, surda burda arkanızdan atar tutarlar) sen insandan anlamıyorsun azizim, sen insan ayırt etmekten yoksunsun, derler.
Bunu söylerken düşünmezler ki en büyük şairi, tiyatro yazarı, siyasi yazarı, sinema senaryocusu, hattâ hikayeci ve romancısı bir kelimeyle “ruhların mühendisi” aşamasına bilmem ne üniversitesinin diplomasında değil, eskilerin “dad-ı hak” dedikleri özelliği sayesinde varmış bir insana hitap ediyorlar. Ben kudururken Nâzım Hikmet “Sen insan ayırt etmekten yoksunsun,” diyen “serseriye” hiç kızmaz, özellikle gülümser ve ona bomboş gözlerle bakar. Biliyorum bu bakış o kadar anlamsız ve boştur ki, anlayana sivrisinek saz… O böyle bakarken kim bilir hangi konu üzerinde düşünüyor, çok iyi bildiği karşısındaki bu budalayı -kim bilir kaç milyoncu misalini- tekrar önündeki bir aynaya bakar gibi okuyor.
İşte beni kızdıran onun bu ilgisiz halidir. Bir an isterim ki ona “Sen insan ayırt etmekten acizsin, Nâzım” diyene bağırıp çağırsın, onu terslesin. Hattâ bu işi özellikle ben yapayım diye aklımdan geçiririm, fakat düşünürüm ki eğer bir şeyler söylemek lazımsa Nâzım Hikmet bunu benden daha iyi takdir eder. Nihayet o kendi hakkını ko-rumaktan yoksun bir insan değil ki ben tutup ona avukatlık edeyim. Gerekirse başka türlü yardımda bulunayım. Sağduyumun bütün baskısına rağmen yine dehşetli bir sinir buhranı içinde kalkar, küfrederek -bu küfürü kime ve neye ettiğimi hiçbir zaman kimse anlamaz- ordan savuşurum.
Sadede gelelim. Nâzım Hikmet devam ediyordu:
– Bir de at kestanesini tanırım, o da kestaneyi verdikten sonra… Çiçeklerden gül, papatyayı bilirim.
Bursa Cezaevi
05.04.43 Pazartesi
Orhan Kemal’in Not Defterinden