Mehmet Ali Aybar, Nazım Hikmet’in Açlık Grevini ve Yurt Dışına Kaçışını Anlatıyor

“Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz…”

“‘Nâzım Hikmet’i getirdiler!..’ Paşakapısı Cezaevi’nde haber bomba gibi patlamıştı. Güneşli bir bahar günüydü. Mayısın ilk günleri olmalı. Yıl 1950. Fırladım Müdüriyet’e. Merdivenleri bir solukta çıktım. Tam kapının önüne gelmiştim ki, camlı kapı açıldı : Nâzım… Sarıldık birbirimize. Yıllar nasıl da geçmişti. Bakışıyorduk konuşmadan. Ve birden Nâzım : ‘Ne iyi ettin de komünist oldun,’ dedi. ‘Aman yerin kulağı var,’ dedim. Gülüştük.

“Bir an Nâzım’ı benim koğuşa verirler diye umutlandım; boşuna umutlandığımı bilerek. Nâzım komünistlerin koğuşunda kalacaktı tabii. İndik merdivenleri. Bir gardiyan bizi bekliyordu. Koğuş hemen oradaydı. Mutluluk sahneleri bir daha yaşandı. Galip Usta ile arkdaşları Nâzım’ın yatağını hazırlamışlardı bile.

“Kâh ben onların koğuşuna gidiyordum, kâh Nâzım bana geliyordu. Mutluyduk beraber olmaktan. Nâzım Bursa’da başladığı açlık grevini sürdürmeye kararlıydı. Oysa Millet Meclisi seçimler için tatile girmişti. Yani açlık grevinin ‘muhatabı’ yoktu. Ama Nâzım, kamuoyunda yanlış yorumlara neden olmasından çekindiği kadar, yeni Meclis’i ve hükümeti de duvara dayamak için, greve hemen başlamak kararındaydı. Demir sıcakken dövülürdü. Haklıydı. Bizlerse onu kaybetmekten korkuyorduk. Biz de haksız sayılmazdık.

“Greve başladı. Yalnız su içiyordu. Ve sigara… Yatmasını söylüyordum. Boş veriyordu. Ziyaretçilerin de biri gidiyor, biri geliyordu. Nâzım’ın Paşakapısı’nda ilk günleri Müdüriyet’te geçti desem yalan olmaz. Neşesinden bir şey kaybetmemişti. Ama günler geçtikçe sanki hareketleri yavaşlıyordu. Grevi doktor kontrolünde sürdürmesini önerdim. ‘Sen de başlama,’ dedi. Ziyaretine gelen dostların hastaneye yatmasını istediklerini biliyordum. ‘Ben olaya politik açıdan bakıyorum. Sen Türk solunun en güçlü kozusun; ölmeye hakkın yok,’ dedim. Güldü. ‘Abartma,’ dedi.

“Nâzım’ın açlık grevi geniş yankılar uyandırmıştı. Gazetelerde olayla ilgili haberler çıkıyordu. Artık Nâzım’ın ‘donanmayı isyana teşvik’ filan gibi bir suç işlemediğini, hemen herkes biliyordu. Ve kulaktan kulağa bunun Mareşal Çakmak’ın işi olduğu söyleniyordu. Üniversiteli gençler bir dergi çıkarıyorlardı; adı ‘Nâzım Hikmet’. Ve kimi aydınlar imza topluyorlardı serbest bırakılması için. Annesi elinde bir levha, köprü üstünde oğlunun salıverilmesine halkın yardımcı olmasını istiyordu. Yabancı basında da haberler çıkıyordu. Nâzım’ın açlık grevi günün olayı haline gelmişti.

“Bir gün laf arasında Nâzım, ‘Senin Vatan’daki yazılarını okudum,’ dedi. Bunlar İnönü’nün çok partili rejime ışık yakması üzerine kaleme alınmış taşlamamsı yazılardı. Ne var ki dizinin sonunda, ne tür bir sosyalizm düşündüğüm de açıklanıyordu. Amacı insan olan bir sosyalizm öneriyordum (Vatan, 13 Ekim 1945). Bir an Nâzım’la konuyu tartışmak aklımdan geçti. Yormaktan korktuğum için vazgeçtim. Bir daha da fırsat çıkmadı. Oysa her şiiri insanla, insan sevgisiyle dopdolu olan Nâzım’ın, bu konuda söyleyeceği kim bilir ne ilginç şeyler vardı.

“Günler geçtikçe Nâzım’ın durumu ağırlaşıyordu. Sonunda hastaneye gitmeyi kabul etti. Cerrahpaşa’ya götürüldü. Doktorlar durumun ciddi olduğunu söylemişler. Vâlâ ile Zekeriya da Meclis tatilde olduğu için boşuna ölmüş olacağını bir kez daha vurgulayarak, Nâzım’ın açlık grevine son vermesini sağlamışlardı. İktidara gelen Demokrat Parti bir süre sonra ‘genel af’ ilan etti ve Nâzım’ın 13 yıldır süren çilesi de böylece sona erdi.

***

“Nâzım İpekçiler’de iş bulmuştu; senaryo yazıyordu; imzasız tabii. Münevver’le, annesinin Cevizlik’teki evinde oturuyorlardı. Biz de Siret’le Kuzguncuk’ta. Pek uzak sayılmazdık. Sık sık buluşuyorduk. Münevver hamileydi. Tosun gibi bir oğlan doğurdu. Adını Mehmet koydular : Memo. Mutluydular.

“Derken Nâzım askere çağrıldı. Oysa Deniz Harp Okulu’ndan sonra çürüğe çıkarılmıştı. Yıllardır cezaevinde ikide bir kalbi tekliyordu. Karaciğeri de iyi değildi. Cezaevi Müdürlüğü durumu biliyordu. Dolayısıyla Adalet Bakanlığı da. Bildikleri halde Nâzım’ın askere çağrılması, bir şeylerin döndüğü kuşkusu yaratıyordu. Nâzım Şube’ye gitti. Durumu anlattı. Şube başkanı anlayışla karşılamış, Ankara’ya bildireceğini söylemişti. Aradan aylar geçip de ses seda çıkmayınca, hepimiz ferahlamıştık.

“Ama günün birinde Şube’ye tekrar çağrıldı. Askere alınması için emir gelmiş. Adını şimdi anımsamadığım doğu illerinden birine sevkedilecekmiş. Bir hafta sonra gel demişler. Hepimiz şaşırmıştık. Nâzım iki yıl askerliğe dayanamayacağını söylüyordu. Ama asıl onu da, hepimizi de düşündüren, bu çağrının arkasındaki maksatlardı. İki yalancı tanıkla yeniden içeriye alınabilirdi. Ya da bir kaza kurşunu…

“Hepimizin kara kara düşündüğümüz o günlerin birinde, Nâzım, ‘Gidiyorum,’ diye çıkageldi. Baba tarafından bir akrabası, gencecik bir insan; milyonda bir rastlanan ya da rastlanmayan, yürekli bir delikanlı, Refik Erduran, ‘Abi, hani uçar gibi denizde kayıp giden tekneler var ya, seni o teknelerden biriyle Karadeniz’e çıkaracağım. Yukarıya çıkan gemilerden birine binip gidersin,’ demiş. Refik’e güveniyordu. ‘Çok rizikolu,’ dedim. ‘Evet, rizikolu. Ama başka çarem yok,’ dedi.

“Sarıldık, vedalaştık. Nâzım’ı bir daha görmedim. Yıllar sonra öldü; yad ellerde. Güzel günler göreceğimize olan inancını hiç kaybetmeden.” [7 Ekim 1990]

Yurt Dışına Kaçışı

Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın (1908-1995) İsveç’te Osman İkiz tarafından Nâzım Hikmet için hazırlanan bir radyo programına verdiği röportaj kaydı.

Program kaydının tamamına TÜSTAV sitesi Görsel-İşitsel Arşivi‘nden arşivlerden yararlanma koşulları uyarınca ilgili Yararlanma Formu doldurularak erişebilirsiniz.

  1. Mehmet Ali Aybar Nâzım Hikmet’in Yurtdışına Çıkışını Anlatıyor

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz