Nâzım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakov’a Anlatıyor: Güneşli Rüzgârı Nâzım’ın

277

Vera’ya
İri iri damlalarıyla yağmur üzüm salkımıydı doğum gününde

senin şaşkın ve sırılsıklam durdum önünde senin
altın kubbeli bir ağaçtın
denizin ortasında
ilk ergenlik düşümden geliyorum sana
bu şehrin bana verdiği en tatlı yemiş en akıllı söz en insan sokaksın
günlük güneşlik rüzgârım benim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi karım benim
Mayıs1962, Moskova

Nâzım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakova Hikmet, 9. TÜYAP Kitap Fuarı dolayısıyla Cem Yayınevi’nin konuğu olarak on günlüğüne İstanbul’a geldi. Nâzım’ın “hasretimin şehri” dediği İstanbul’a ilk gelişiydi bu Vera’nın.Kendi deyişiyle de “turistik bir gezi” değildi yaptığı.Bu yüzden çok istediği halde Nâzım’ın yaşadığı İstanbul’u pek içine sindirerek gezemedi bile…On gün süresince Vera ile aradan otuz yıla yakın bir süre geçmesine karşın hep Nâzım Hikmet’i konuştuk; nasıl tanıştıklarını, şairin bir gününü nasıl geçirdiğini, neleri sevip sevmediğini, bir de İstanbul’u…
Söz artık Vera Tulyakova Hikmet’in…Onun adına bir anlamda da Nâzım Hikmet’in…

Uykudan uyanan İstanbul’a“1955 yılının ayazlı bir aralık ayında karşılaştık.”Nâzım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakova Hikmet, Nâzım Hikmet ile ilk kez yüz yüze gelişini böyle anımsıyor.“Ayazlı aralık” ayının üzerinden tam otuz beş yıl geçmiş, Nâzım aramızdan ayrılalı ise yirmi yedi yıl olmuş…Vera, on günlük bir gezi için ilk kez İstanbul’da.Nâzım’ın “uykudan uyanan büyük İstanbul”unda…Uçaktan ineli daha iki saat bile olmamış…Valizini otele bırakır bırakmaz soluğu hemen Salacak’ta, Boğaz’ı gören bir meyhanede alıyor…Pencerenin önünde oturuyor Vera. Ama gözleri Boğaz’ın sularında ışıldayan yakamozlarda.Sesi, gerçekten ince mi, yoksa heyecandan mı böyle konuşuyor, kestirmek mümkün değil.Peki, Nâzım Hikmet’in ömrünün sonbaharında tanıştığı, beş yıl evli kaldığı,son şiirlerinde sık sık “saçları saman sarısı, kirpikleri mavi” diye mısralar düşürdüğü bu kadın kim?İstanbul’da kalacağı on gün içinde herkesin “Nâzım’ın son eşi” olarak bağrına basmak isteyeceği bu kadın nasıl bir insan?Yaşamı, Nâzım ile mi sınırlı yalnızca?Nâzım’dan önce ve sonrasında nasıl bir hayatın izini sürdü?İşte karşımda oturuyor. Oldukça şişmanlamış, saçlarının saman sarısı biraz sararmış, kirpiklerinin mavisi de…Ama her “ince” kadın gibi doğum tarihini atlayarak konuşmaya başlıyor:“Moskova’da doğdum. Annem Volga ırmağının üzerinde bulunan Saratov kentinden. Hem annem, hem babam ailelerinin son çocuklarıydı. Yanionlar doğdukları zaman büyük abileri, ablaları üniversite öğrencisi imişler.

Annem, babamla evlenince Moskova’ya gelmişler. Babamın annesi, yani babaannem çok kültürlü bir kadındı. Eski Rus kültürleri ile çok yakın bir ilişki içindeydi. Bu yüzden 1917 Devrimi’nden önceki eski Rus ailelerinde olduğu gibi çocuklarını öyle eğitmek isterdi. Onun bu isteği üzerine bana bakmak ve eğitmek üzere bir kadın tutuldu. Bu, Alman asıllı çok iyi bir kadındı, yaşlıcaydı. On üç yaşıma kadar bana bakan ve eğiten işte bu kadındır.”“Adını anımsıyor musunuz?” diye soruyorum.“Adı Antonina Aul’du. Ama ben ona ‘Büyükannem Aul’ derdim. Annem hiç karışmazdı onun yaptıklarına. Örneğin Aul, kurbağa yedirirdi bana, ısırgan otundan çorba yapardı. Annem ise bunları gördükçe neredeyse bayılacak duruma gelirdi. Çünkü bu tür yemekler ona yabancıydı. Ama ne olursa olsun yine de karışmazdı Aul’un yaptıklarına.”- Başka kardeşiniz var mıydı, yoksa tek kızı mıydınız ailenin?“Evet” diye yanıtlıyor Vera Tulyakova, “Ailenin tek kızı idim.”
Babam savaşta öldürüldü Sonra çocukluğunu anımsamaya çalışarak durup düşünüyor. Elli yıl öncesinin anılarında yol almaya çalışır gibi…“İkinci Dünya Savaşı patladığı zaman bizi Moskova’dan uzakta bir Tatar köyüne göndermişler ve büyükannem Aul da bizimle birlikte gelmiş. 1943yılında babam savaşta öldürüldü. Çok iyi hatırlıyorum, babam cepheden çok güzel mektuplar yazardı. Çevremizde sürekli ağlayanları görürdüm.Bu mektupları okudukça sanki çevremizdeki bu insanların başına bir bela gelmiş de babama hiçbir şey olmamış diye düşünürdüm. Babama karşı işte böyle bir duygu içindeydim.”- Babanızın ölüm haberi nasıl geldi?“Babamın ölüm haberi geldiğinin ertesi sabahı, büyükannem Aul, her zaman olduğu gibi ‘guten morgen’ dedi. Bu sözü duyar duymaz Aul’a bağırmaya başladım, ‘Bir daha katillerin dilinden hiçbir sözcük duymak istemiyorum’ diye… Aul, hiçbir şey söylemedi. Yalnızca kısa bir süre sonra,‘Bu kız artık büyümüş, artık ayrılmalıyız’ dedi. Sanırım öfkemi anlamıştı.Aslında ben bu olayı unutmuştum ama, Nâzım ile evlendikten sonra birgün aklıma geldi ve Nâzım’a da anlattım.”
Vera, hayatıyla ilgili hangi olayı anlatsa sözü, sonunda getirip Nâzım’abağlıyor:“Nâzım, Aul adına benden özür dilemek gereğini duydu.Sanki suçumu hafifletmek ister gibiydi. Ben Nâzım ile evlendikten sonra Aul da Moskova’da yaşıyordu. Çok güzel bir kadındı. Çok da sempatikti.Kıvır kıvır, bembeyaz saçları vardı. Nâzım, onun baleyi çok sevdiğini öğrenmiş. Bu yüzden ölümüne kadar her hafta sonu Bolşoy Balesi’ndenbir bilet gönderdi ona. Uzun yıllar, sanırım 92 yaşına kadar da yaşadı. Ben,Nâzım’ı kaybettikten sonra da öldü.”- Savaştan sonraki yaşamınız?“Bizde lise yok. On yıllık bir okul dönemi var. İşte bu okulu bitirdim.Annem, çocuk doktoru olmamı istiyordu. Her anne çocuğunun bir şeyolmasını ister ama, ben ondan gizli olarak sinema enstitüsüne dilek çeverdim. Gönlüm sinemadan yanaydı. Aslında sinema enstitüsüne girmek isteyen çok kişi vardı. Ve bunlar sinemayla ilgili bir sürü şey biliyordu,bütün artistleri falan… Bense hayatımda hiç artist görmediğim gibi,sinema bilgim de yok denecek kadar azdı. Üstelik yaş bakımından da ben herkesten küçüktüm.”Sağ elinin parmak uçlarıyla saçlarını tarar gibi yapıyor:“O sıralar çok kalın örülü saçlarım vardı. Oysa herkesin saçı kısaydı. Bu yüzden benim örgülü saçlarımdaydı herkesin gözü. Bu da belli ediyordu kiben sinema çevresinden bir insan değilim. Bu çevreye yabancı bir çocuğum.”

Vera, hayatıyla ilgili hangi olayı anlatsa sözü, sonunda getirip Nâzım’abağlıyor:“Nâzım, Aul adına benden özür dilemek gereğini duydu.Sanki suçumu hafifletmek ister gibiydi. Ben Nâzım ile evlendikten sonra Aul da Moskova’da yaşıyordu. Çok güzel bir kadındı. Çok da sempatikti.Kıvır kıvır, bembeyaz saçları vardı. Nâzım, onun baleyi çok sevdiğini öğrenmiş. Bu yüzden ölümüne kadar her hafta sonu Bolşoy Balesi’nden bir bilet gönderdi ona. Uzun yıllar, sanırım 92 yaşına kadar da yaşadı. Ben,Nâzım’ı kaybettikten sonra da öldü.”- Savaştan sonraki yaşamınız?“Bizde lise yok. On yıllık bir okul dönemi var. İşte bu okulu bitirdim.Annem, çocuk doktoru olmamı istiyordu. Her anne çocuğunun bir şey olmasını ister ama, ben ondan gizli olarak sinema enstitüsüne dilek çeverdim. Gönlüm sinemadan yanaydı. Aslında sinema enstitüsüne girmek isteyen çok kişi vardı. Ve bunlar sinemayla ilgili bir sürü şey biliyordu,bütün artistleri falan… Bense hayatımda hiç artist görmediğim gibi,sinema bilgim de yok denecek kadar azdı. Üstelik yaş bakımından da ben herkesten küçüktüm.”Sağ elinin parmak uçlarıyla saçlarını tarar gibi yapıyor:“O sıralar çok kalın örülü saçlarım vardı. Oysa herkesin saçı kısaydı. Bu yüzden benim örgülü saçlarımdaydı herkesin gözü. Bu da belli ediyordu kiben sinema çevresinden bir insan değilim. Bu çevreye yabancı bir çocuğum.” Pek genç bir kızdım- Sınavlar ne oldu?“Sınavları pekiyi derece ile verdim ve enstitüye girdim. Ama annem benim için çok korkuyordu. Çünkü köken olarak geleneksel bir Rus ailesinden geliyorduk.Sinema çevresi ise bu aile içinde hafife alınıyordu. Üstelik de ben daha pek genç bir kızdım.”- Kaç yıllarında oluyor bütün bunlar?“Sinema enstitüsüne 1950 yılında girdim. Şunu da söyleyeyim, benim çok ciddi çalıştığımı görünce annem her şeyi kabul etmek zorunda kaldı.”

– Kaç yıl okudunuz sinema enstitüsünde?

“İki yıl öğrenim gördüm. İkinci sınıfta iken de aynı sınıfta olan bir arkadaşımla evlendim.”Evlendiği arkadaşının adını soruyorum Vera’ya.Durup düşünüyor bir süre, sonra ellerini sallayarak “Adını boş verin,bilmeseniz de olur” anlamına bir şeyler mırıldanıyor.Ve sözü sürdürüyor:“Bir yıl sonra bir kızımız oldu. Yani sinema enstitüsünden mezun olduğum zaman üç yaşında bir kızım vardı. Fakat kocamla ben, kızımızdan ayrı bir dairede oturuyorduk. Kızıma başka bir yerde, bir kadın bakıyordu. O zaman Sovyetler Birliği’nde hayat böyleydi işte. Mutfağı ortak, komünal yaşayan bir aile…”- Kocanızla ilişkileriniz nasıldı?“Kocamın ailesi çok seviyordu beni. Hayatımız oldukça normaldi. İyi ve sağlam bir aile idik. Kısaca, bir dramın olacağının hiçbir işareti yoktu hayatımızda. Hayatın bu akışı içinde ben, enstitüyü bitirdim ve bir kukla tiyatrosunda çalışmaya başladım.Diyeceğim, genç bir Sovyet sinemacı ailesi böylece yeni bir hayata başlamış oldu.”İşte tam bu sırada Vera’nın “hayatımızda bir dramın işareti” dediği olay başlıyor:Vera Tulyakova, Nâzım Hikmet ile tanışıyor.

VERA’YA
Bir ağaç var içimde
fidesini getirmişim güneşten.
Salınır yaprakları ateş balıklar gibi
yemişleri kuşlar gibi ötüşür.

Yolcular füzelerden çoktan indi içimdeki yıldıza.
Düşümde işittiğim dille konuşuyorlar,
komuta, böbürlenme, yalvarıp yakarma yok.

İçimde ak bir yol var.
Karıncalar buğday taneleriyle
bayram çığlıklarıyla kamyonlar gelir geçer ama yasak,
geçmez cenaze arabası.

İçimde mis kokulu kızıl bir gül duruyor zaman.
Ama bugün cumaymış, yarın cumartesiymiş,
çoğum gitmiş de azım kalmış,
umurumda değil.

15.1.1960, Kislovo

Ayazlı bir aralık ayında Nâzım, o sıralar Moskova’da yaşamaktadır. Yalnız Sovyetler Birliği’nindeğil, dünyaca da ünlü bir şairdir. Adı gazete sayfalarından eksik olmaz,radyoda konuşmalar yapar. Ama halktan uzak bir yaşantısı vardır, çünkü o dönemde ünlü kişilerin halk arasına karışması biraz zordur.Vera ise sinema enstitüsünü bitirdikten sonra “Soyuzmultifilm” stüdyosunda çalışmaya başlamıştır. Bir Arnavut masalından, çeşitli ülkelerin çocuklarına gösterilecek bir film yapmakla görevlendirilir.Ressamlar işe karışıncaya kadar her şey yolunda gider. Fakat iş, Arnavut yaşamı üzerine bilgilere gelince tıkanır. Çünkü hiç kimse Arnavutların nasıl giyindiklerini, nasıl davrandıklarını bilmemektedir.Ve çalışma durur.Bu konuları bilen bir danışmana gereksinimleri vardır.Bir gün sinema yönetmenlerinden biri, “Neden Nâzım Hikmet’e başvurmuyorsunuz, tarihte Arnavutların Türkler ile yakın ilişkileri vardı. O,bu konuları bilebilir” der.Bu işi de Vera üstlenir.Önce Yazarlar Birliği’nden iki telefon numarasını alır Nãzım’ın.Biri Peredelkino’daki yazlığın, öteki Moskova’daki dairesinin…Fakat telefon etmeye çekinir, birlikte çalıştığı yönetmen arkadaşı Valentina Brumberg’den rica eder.

Brumberg, Vera’nın bu isteğini reddeder.Araya stüdyo şefi girer.Nâzım’ın telefonunu çevirir ve Vera’ya verir.Nâzım, hemen gelebileceğini söyler Vera’ya.Vera ile Brumberg, zaman yitirmeden Nâzım’a giderler. Kapıyı Nâzım açar.Üstlerini çıkarmalarına yardım eder.Ortasında kocaman bir masa bulunan bir odaya geçerler.Nâzım’ın yanında Ekber Babayef vardır.Vera, derdini anlatır.Nâzım, bir kurşun kalemle yoksul bir köylü çocuğunun nasıl olmasıgerektiğini çizer bir kâğıda. Ve, film hakkında konuşmak için stüdyoya gelmeye razı olur.“İşte böyle” diyor Vera Tulyakova, “1955 yılının ayazlı bir aralık ayı idi ilk karşılaştığımızda…”Ama aralarında aşk, 1957 yılının güzünde filizlenecektir.Vera, yine anıların dehlizine dalıyor:“Aşkımı nasıl duyumsadım, nasıl öğrendim? Önce nasıl göründü bana,nasıl bir kılıkta, söylemek güç. Herhalde aşktan önce Nâzım’ı özlemeyi öğrendim. Evet, evet bununla başladı her şey, özlemle…”Ve bu özlem, Nâzım ile Vera’yı bir yıl sonra onları beş yıl sürecek bir evliliğe götürür.Vera “Anılarımda yazdım bunları” diyerek pek anlatmak istemiyor.
Haber beklerdi Türkiye’den Nâzım’ın bir gününü nasıl geçirdiğini soruyorum.“En çok dört-beş saat uyurdu. Uyuyamadığı zaman kitap okurdu. Yatarak okurdu. Yatak odasından salona geçer, orada okurdu. Bu, bazan sabah7.30’a kadar sürerdi. Çünkü bu saatte posta gelirdi. Posta kutusuna mektuplar, gazeteler, kitaplar atılırdı. Posta gelince Nãzım, yerinde duramaz, hemen fırlardı. Heyecanla gelen postayı alırdı. Ve hep gelecek güzel bir haber beklerdi. Türkiye’den gelecek güzel bir haber… Bunu ben,daha sonra anladım. Bu haberle onu Türkiye’ye çağıracaklar, Nâzım da buçağrıyı bekliyor. Güne bu çağrının heyecanıyla başlardı işte bu yüzden…”

– Nereden, kimlerden gelirdi gazeteler?

“Çok gazete gelirdi. Moskova’da çıkan gazeteler, Fransa’da, Türkiye’de çıkan gazeteler… Dostlarının gönderdiği gazeteler… Hepsini okurdu onların.Geceleri ise radyodan hep Türkiye’yi dinlerdi. Yani radyo aracılığı ile Türkiye’deki hayatı izlemeye çalışırdı. Bu hayatın bu kısmı ona ait…”- Daha sonra?“9-9.30’da kahvaltı yapardık. 9.30’dan sonra insanlar gelmeye başlardı. Osıralar Rusya’da 450 tiyatro vardı. Bir çok tiyatroda Nâzım’ın oyunları sahnelenirdi. Oyuncular, yönetmenler bu yüzden onunla tanışmak için gelirlerdi.”- Başka çalışmaları?“Nâzım, gazeteci olarak da çalışırdı. Çeşitli konularda onun düşüncelerini öğrenmek isterdi insanlar. Çünkü çok aktif bir yaşamı vardı. İşte, oyunları sahneye konuyor, şiirleri sahneden okunuyordu.”Vera, Nâzım’ın “Kızçocuğu” başlıklı şiirinden “Kapıları çalan benim /kapıları birer birer / gözünüze görünemem / göze görünmez ölüler”dizelerini okumaya çalışıyor ve bu şiirin bütün dünyada sahneden söylendiğini belirtiyor.Sözü, yeniden Nâzım’ın gazeteciliğine getiriyorum.“Çok namuslu bir gazeteci idi. Onun düşüncelerini öğrenmek isteyen pekçok insan vardı. Herkes adeta ‘Nâzım’ın sözüyle bir tartışma baş latalım’ diye evinin kapısını aşındırıyordu.”- Yazılar da yazıyor muydu gazetelere?“Hem de durmadan, sürekli yazıyordu. Yalnız Sovyet gazetelerine değil,başka ülkelerde çıkanlara da yazıyordu.”- Hangi konularla ilgili görünüyordu?“Politik konular yanında edebiyat akımlarıyla da ilgileniyordu. Dünya edebiyatı ile yani… Örneğin Rus klasik edebiyatı, ki bunca önemli yazar vermiş o edebiyat için çok üzülüyordu. Çünkü o sıralarda Sovyetler Birliği’nde bu edebiyata pek iyi bir gözle bakılmıyordu. Sanki ‘Bu edebiyatta ne buluyorsunuz?’ gibi bir hava vardı. Bu yüzden de yöneticileri hep eleştiriyordu.”- Peki, Sovyet yazarlarının, aydınlarının tavrı nasıldı o sıralar Nâzım’a karşı?“Elbette her çeşit aydın vardı ülkemizde. Bazıları Nâzım’ı küçük, beyaz bir köpeğe benzetiyordu. Hani, sahibi ne derse, onu yapan köpek var ya,ona…Bazıları bir çıkış yolu göremeyince inkâr yoluna sapıyordu. Çoğu aydın, o zamanki düzeni eleştiriyordu ama, seslerini yükseltmeden, fısıldayarak…Çünkü korkunç bir zamandı.

İşte, Nâzım’ı da en çok üzen buydu: Namuslu insanlar gerçeği fısıldayarak söylüyor, yalancılar ise yüksek sesle yaygara yapıyor. Yalancılar ayrıca inanmadıkları düşünceleri haykırıyorlar.Çünkü Nâzım’ın hayatta en nefret ettiği şey yalandı. Müthiş bir alerjisi vardı yalana karşı ve düşüncelerini asla saklamak istemeyen bir tavır içindeydi. Oysa ülkemizde ta 1930’lardan beri yalan fırtınası bütün şiddeti ile esmekteydi.

Devamını oku >>

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz