Hasta Birey ve Hasta Toplum: Yabancılaşma en ölümcül hastalıktır – Erich Fromm

Freud ve Marks’ta ruhsal bozukluk anlayışı nedir? Freud’un bu konudaki düşünceleri iyi biliniyor. O’na göre, eğer insan Oedipus kompleksini çözümlemede başarısızlığa uğrar ya da başka bir deyişle, çocukluğa ilişkin uğraşılarının üstesinden gelip olgun bir cinsel yönlenme geliştiremezse, içindeki çocuğun istekleriyle yetişkin biri olarak duyduğu istekler arasında bölünür. Nevrotik belirti, çocuk ve yetişkin gereksinmeleri arasındaki bir uzlaşmayı temsil eder. Oysa psikoz, çocukluk istek ve düşlemlerinin (fantezilerinin) yetişkin ben’i boğmuş oldukları ve bu yüzden bu iki dünya arasında artık uzlaşmanın bulunmadığı bir bozukluk biçimidir.

Kuşkusuz, Marks hiçbir zaman dizgesel bir psikopatoloji geliştirmemiştir. Ama o yine de toplumculuğun yenmeyi amaç edinmiş olduğu bir ruhsal sakatlanma biçiminden söz ediyor. O’na göre, psikopatolojinin en temel anlatımı olan bu ruhsal sakatlık yabancılaşmadır.1

1. Yabancılaşma kavramı, Marks’ın düşüncelerinin tartışılmasında Yugoslavya ve Polonya’da olduğu kadar İngiltere, Fransa, Almanya ve A.B.D.’de artan bir ilginin odağı olmuştur. İnsancı Toplumcular (Hümanist sosyalistler) kadar Protestan ve Katolik din adamlarını da içeren tartışmacıların çoğunluğu, Marks’ın toplumcu hümanizminin ve toplumculuğun odağının yabancılaşma ve bundan kurtulma görevi olduğunu; Bundan başka, terminolojideki değişmelere ve vurgulamalara karşın, genç Marks’la olgun Marks arasında tam bir sürekliliğin bulunduğunu öne sürüyorlar. (Bir kaç ad verecek olursak Rubel, Goldman, Bottomore, Fromm, Petroviç, Markoviç, Vranicki, Bloch, Lukacs bu gruba giriyorlar. D. Bell, L. Feuer, ve bir ölçüde, C. W. Mills gibi başka bazı yazarlar ise yabancılaşmanın Marks’ta yararlı ya da önemli bir kavram olmadığı kanısındalar.) Bkz. R. Tucker, Philosophy and Myth in Kari Marx Cambridge Uni. Press, 1961 s. 85.

Marks, yabancılaşma ile ne demek istiyor? Hegelce ortaya atılıp geliştirilmiş olan bu kavramın özü, dünyalım (doğanın, nesnelerin, başkalarının ve insanın kendisinin) insana yabancılaşmış olduğu düşüncesidir. Bu düşünceye göre, insan kendisini kendi edimlerinin öznesi olarak yani, düşünen, duyan, seven bir kişi olarak değil, kendi güçlerinin dışlaşmış açılımlarının objesi olarak algılıyor. O kendisiyle ancak yarattığı ürünlere kendisini teslim ederek ilişki kurabiliyor.

Tanrı’yı tarihin öznesi olarak ele alan Hegel, onu bir kendine yabancılaşma durumunda insanda görmüş ve tarih sürecini Tanrı’nın kendisine dönüşü olarak kabul etmiştir.

Feuerbach, Hegel’i başaşağıya çevirmiştir.1 Böylece, ona göre, Tanrı belli güçlerin sahibi olan insandan, kendisi dışındaki bir varlığa aktarılmış olan insan sal güçleri temsil etmektedir. Bu nedenle, insan kendi özgüçleriyle ancak Tanrı’ya tapınarak ilişki kurar. Tanrı ne denli zengin ve güçlü olursa insan, o denli zayıflar ve yoksullaşır.

1. Bkz. R. Tucker’in Philosophy and Myth in Kari Mars’ındaki Yabancılaşma üstündeki tartışma. Cambridge Uni. Press, 1961, s. 85.

Marks, yabancılaşılmış emek kavramından insanın kendine, başka insanlara ve doğaya yabancılaşması kavramına geçiyor. O, özgün ve yabancılaşmamış biçiminde emeği ‘yaşam etkinliği, üretici yaşam’ (‘Lebenstaetigkeit, das produktiv Leben’) diye tanımlıyor ve sonra insanın tür özyapısını (karakteristiğini) ‘özgür, bilinçli etkinlik’ (‘Freie bewusste Taetigkeit’) olarak tanımlamayı sürdürüyor. Yabancılaşmış emekte insanın özgür ve bilinçli etkinliği, yabancılaşmış bir etkinin şeklinde çarpıtılıyor. Böylece «yaşamın kendisi yaşamın ancak bir aracı olarak görünüyor.»[5]

Bu alıntının da gösterdiği gibi, Marks, ne yalnızca insanın ürettiklerine yabancılaşması ne de yalnızca emeğine yabancılaşması ile ilgilenmektedir. O, aynı zamanda insanın yaşama, kendisine ve başka insanlara yabancılaşması üstünde de durmaktadır. Bu düşünce şu pasajda dile getirilmektedir: «Böylece yabancılaşmış emek, insanın tür yaşamın ve aynı zamanda tür özelliği olarak düşünsel doğasını yabancı bir varlığa ve kendi bireysel varoluşu için bir araca dönüştürür. İnşam kendi bedenine, dış doğaya, kendi düşünsel ve insansal yaşamına yabancılaştırır. İnsanın emeğinin ürününde, kendi yaşam etkinliğine ve tür yaşamına yabancılaşmasının kaçınılmaz bir sonucu da insanın öteki insanlara yabancılaşmasıdır. İnsanın işi ile olan ilişkisi, emeğinin ürettiği, kendisi için geçerli olan şey, onun başka insanlarla olan ilişkileri, onların emekleri ve emeklerinin objeleri için de geçerlidir. Kısacası, insanın kendi tür yaşamına yabancılaşmış olduğu önermesi, her insanın öteki insanlara yabancılaştığı ve ötekilerden her birinin de insansa! yaşama aynı şekilde yabancılaştıkları anlamına gelir.» [6] [7]

Marks’ın Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda dile getirdiği şekliyle yabancılaşma kavramı sözcük olarak olmasa bile kavram olarak, Kapital de dahil daha sonraki tüm temel yapıtlarında odak noktasındaki önemini korur. Marks, örneğin, Alman İdeolojisinde şöyle yazmaktadır: «Özel ve ortak çıkar arasındaki çelişki sürdüğü sürece, emek insanın kendi eylemi tarafından denetlenecek yerde onu köleleştiren, kendisine karşıt ve yabancı bir güç olur.»! Ve daha sonra devam etmektedir: «Toplumsal etkinliğin bu billurlaşması; kendi ürettiğimiz şeylerin giderek denetimimizden çıkan beklentilerimize karşıt, hesaplamalarımızı hiçe indirgeyen, bizi aşan, üstümüzdeki nesnel bir güç halindeki bu birleşmesi, şimdiye kadar ki tarihsel gelişmenin ana etkenlerinden biridir.»3 Kapital’de de yabancılaşmayı konu edinen pek çok düşünceyle karşılaşıyoruz. İşte birkaç örnek: «El zanaatında ve imalatta işçi bir el aracı kullanılır. Fabrikada ise makine işçiyi kullanmaktadır. İlkinde emek aracının devinimleri işçinin kendisinden çıkar. İkincisinde ise onun izlemek zorunda olduğu şey, makinelerin devinimidir. İmalatta işçiler, canlı bir düzeneğin parçalarıdırlar. Fabrikada ise, işçiden bağımsız, cansız bir düzeneğimiz vardır. Ve işçi, yalnızca bu düzeneğin canlı bir eki durumundadır.» [8] [9] [10] «Geleceğin eğitim dizgesi üretici emeği, büğe ve beden eğitimi ile birleştirecektir. Bunun nedeni, böyle bir eğitimin yalnızca üretimi arttırma yöntemlerinden biri olması değil, aynı zamanda tam anlamında gelişmiş insanlar ortaya koyabilmenin biricik yöntemi olmasıdır da.»2 «Gerçekte modem endüstri, toplumu, yaşamı boyunca bir ve aynı sudan işlemi yinelemek yüzünden sakatlanmış ve böylece yalnızca bir makine parçasına indirgenmiş günümüz işçisinin yerine, gerçekleştirdiği farklı toplumsal işlevler kendi doğal ve kazanılmış güçlerine çok çeşitli, özgür etkinlik biçimleri vermekten başka bir şey olmayan, tam anlamında gelişmiş emekçiyi koymak üzere zorluyor.» J Öyleyse yabancılaşma, Marks’a göre, insanın hastalığıdır. Zorunlu olarak işbölümünün başlangıcı üe başladığından, bu hastalık yeni bir hastalık olmayıp ilkel toplumu aşmış olan uygarlıkların hastalığıdır. Kendini en ağır şekilde işçi sınıfında göstermesine karşın herkesin çektiği bir hastalıktır. Bu hastalık ancak doruğuna ulaştığı zaman tedavi edilebilir. Ancak tümüyle yabancılaşmış olan insan, yabancılaşmayı yenebilir. Çünkü o, hem tümüyle yabancılaşmış hem de ruhsal dengesi yerinde biri olarak yaşamım sürdüremeyeceği için, yabancılaşmasını yenmeye zorlanır. Marks’a göre, burada yanıt toplumculukta (sosyalizmde), insanin tarihin bilinçli öznesi olduğu, kendisi kendi güçlerinin öznesi olarak kavrayıp nesnelere ve koşullara olan bağlarından böylece kurtulduğu bir toplum biçimindedir. Marks, Kapital’ in üçüncü cildinin sonlarında yer alan aşağıdaki pasajda bu tür bir toplumculuğa ve özgürlüğün gerçekleşmesine ilişkin düşüncelerini şöyle dile getiriyor: «Gerçekte özgürlük dönemi emeğin gereksinim ve dışsal yarar için gereksinilmesi zorlaması aşılmadan başlayamaz. Özgürlük alanı şeylerin asıl özünde, terimin en kesin anlamında özdeksel üretim alanının ötesinde uzanır. Tıpkı yabanılın yaşamım kazanmak, isteklerini yerine getirmek için doğa üil savaşıp onu yeniden üretmesi gibi, uygar insan da aynı şeyi yapmak zorundadır. Ve o bunu tüm toplum biçimlerinde ve tüm olası üretim biçimleri altın, da yapmalıdır. İnsanın gelişimiyle doğal gereksinim alam da genişler. Çünkü istekleri artar; ama aynı zamanda arandıklarıyla bu isteklerin yerine getirileceği üretim güçleri de çoğalır. Bu alandaki özgürlük, toplumsallaşmış insanın, birleşmiş üreticilerin, doğa ile değiş tokuşlarını ussal bir şekilde düzenlemeleri, kör bir güç tarafından yönetiliyormuşçasına doğa tarafından yönetilecek yerde onu ortak denetimleri altına almaları olgusundan başka bir şeyde oluşamaz. Toplumsallaşmış insanlar ödevlerini en az güç tüketerek ve insan doğasına en uygun ve en yakışan koşullar altında başarırlar. Ama, her zaman bir zorunluluk alanı vardır. Kendi kendisinin ereği olan insansa! gücün gelişimi, gerçek özgürlük alam, bu zorunluluk alanının ötesindedir. Ama, temel olarak ancak bu zorunluluk alanım alarak gelişebilir.» [11]

Ahlaksal ve ruhbilimsel bir sorun olarak yabancılaşmaya, eğer Marks’ın bu iki bakımdan öne sürdüğü düşünceleri gözden geçirirsek daha da yaklaşmış oluruz. Marks’a göre, yabancılaşma tüm insansal değerleri yozlaştırıp saptırır. Ekonomik etkinlikleri ve özlerindeki «kazanç, çalışma, tasarruf, ölçülülük[12] gibi değerleri yaşamın saltık değerleri kılarak insan, insanlığın gerçekten ahlaksal olan değerlerini, «iyi bir törelbilincin (vicdanın), erdemin v.s.’nin zenginliklerini geliştirmekte başarısızlığa uğrar. Ama, eğer yaşamıyorsam nasıl erdemli olabilirim? Ve eğer hiçbir şeyin bilincinde değilsem nasıl iyi bir törelbilincim olabilir?» [13] [14]

Yabancılaşma durumunda yaşamın her alanı birbirinden bağımsızdır. Örneğin, ekonomik ve ahlaksal alanlar. Bunlardan her biri dikkatini yabancılaşmış etkinliğin belirli bir alanı üstünde yoğunlaştırıp öteki alanlara yabancılaşır.

Marks, yabancılaşmış bir toplumda insanın gereksinmelerinin nasıl saptırılarak gerçek zayıflıklara dönüşebileceğini şaşırtıcı bir açlıkla önceden görmüştür. Marks’ın görüşüne göre kapitalizmde «her insan, bir başkasında onu yeni bir özveriye zorlamak, yeni bir bağımlılık içine sokmak ve bir yeni haz türü üe kandırıp böylece ekonomik bakımdan yıkmak için, yeni bir gereksinme yaratma konusu üstünde durur. Herkes, başkaları üstünde yabancı bir güç kurmak ister. Kendi bencil gereksinmesi için bu yolla bir doyum sağlamaya çalışır. İşte bu yüzden, objeler çokluğuyla birlikte insanın karşılaştığı yabancı varlıklar alanı da genişler. Her yeni ürün, yeni bir karşılıklı aldatma ve hırsızlık olanağındır. İnsan, insan olarak artan bir şekilde yoksullaşır. Düşman olan varlığı ele geçirebilmek için, daha fazla paraya gereksinme duyar. Üretimin niceliğinin artmasıyla paranın gücü azalır. Paranın gücünün artışıyla insanın gereksinmeleri de çoğalır. Bu nedenle, modem ekonominin yaratmış olduğu gerçek gereksinme, para gereksinmesi olup bu onun yarattığı biricik gereksinmedir. Modem ekonominin biricik önemli niteliği, artan bir şekilde, paranın niceliği haline gelir. Bu ekonomi, tıpkı her varlığı kendi soyutlamasına indirgediği gibi, kendi gelişmesi içinde, kendisini de nicel bir varlığa indirger. Gerçek ölçütü ise, aşırdık ve ölçüsüzlük olur. Bu durum öznel bir şekilde, bir bölümüyle üretimin ve gereksinmelerin büyümesinin her zaman insansal olmayan, bozulmuş, doğal olmayan ve imgesel iştahlara hünerli ve hesaplı bir kölelik olduğu, olgusuyla gösterilmiştir. Özel iyelik, kaba gereksinmeyi insansal gösterilmeye nasıl dönüştüreceğini bilmez. Onun ülkücülüğü fantezi, kapris ve hayaldir. Hiçbir haremağası, efendisine özel iyelik içindeki girişimciden daha utanç verici bir şekilde dalkavukluk etmez. Onun yorgun iştahım uyarmak için girişimcinin kullandıklarından daha rezil araçlar bulmaya çalışmak. Haremağasının efendisinin hoşnutluğunu kazanmak üzere yapmadıklarım endüstri ağası ya da girişimci, en yakın sevgili komşusunun cüzdanından paralarım ele geçirebilmek için yapar. (Her yeni ürün, her bireyin aracılığıyla öteki kişinin özünü, parasını ayartmaya çalıştığı bir tuzaktır. Her gerçek ya da olası gereksinme, kuşu ökseye düşürecek olan bir zayıflıktır. İnsanın her yetkinsizliği öbür dünya ile bir bağ, kalbini papaza açabileceği bir nokta olduğu gibi, her istek de insanın komşusuna bir dostluk havasıyla yaklaşıp ‘Sevgili arkadaşım, gereksindiğin şeyi sana vereceğim, ama bunun karşılığı olan koşulu biliyorsun. Kendini bana terketmeden önce imzanda hangi mürekkebi kullanman gerektiğini biliyorsun. Sana haz sağlarken seni dolandıracağım’ demek fırsatıdır. Tüm bunlar, insanın komünal yaşamının evrensel sömürüsünü oluşturur.) Girişimci, komşusunun en yozlaşmış hayalleri, ne uyar. Onunla gereksinmeleri arasında muhabbet tellalı rolünü oynar. Onda sağlıksız iştihalar uyandırır ve daha sonra bu sevgi işi için haketmiş olduğu ödülü istemek üzere her zayıflığı kollar.’’ Bu şekilde yabancılaşmış gereksinmelerinin boyunduruğu altına girmiş olan insan, anlıksal ve fiziksel yönden insanlığını yitirmiş olan bir varlıktır, bilinçli ve kendi kendine işleyen bir robot, bir eşyadır.’[15] [16] [17] Bu eşya insan, kendisi ile dış dünya arasında bağlantı kurmak için yalnızca bir yol bilir. Bu da dış dünyaya sahip olmak ve onu tüketmek, kullanmaktır. İnsan ne kadar çok yabancılaşırsa, sahip olma ve kullanma duygusu dünya ile olan ilişkisini o kadar çok oluşturur. «Sen ne kadar az sen olursan, yaşamım ne kadar az dile getirirsen, o kadar çoğuna sahip olursun. Yaşamın ne denli yabancılaşmışsa yabancılaşmış varlığının biriktirdikleri de o denli fazla olur.»3

Marks’ın yabancılaşma kavramım tartışırken yabancılaşma olayı ile Freud’un dizgesindeki en temel kavramlardan biri olan aktarma (transference) olayı arasındaki yakın ilgiye değinmek yararlı olabilir. Freud, ruh hastalarının, çözümlemelerini (analizi) yapan kişiye aşık olmaya, ondan korkmaya, ya da nefret etmeye eğilim gösterdiklerini ve tüm bunların doktorun gerçek kişiliğine bakılmaksızın olduğunu gözlemlemişti. Freud, bu olayın kuramsal açıklanmasını hastanın çocukken anne ve babasına karşı duymuş olduğu sevgi, korku, nefret gibi duygulan çözümlemeyi yapan kişiye aktardığı varsayımı ile bulmuş olduğuna inandı. Böylece, Freud aktarma sırasında hastadaki çocuk yanın çözümlemeyi yapan kişiyle o sanki annesi ya da babasıymış gibi ilişki kurduğunu çıkarımsadı. Hiç kuşkusuz, Freud’ un aktarma olayım yorumlayışında doğru olan pek çok yan vardır ve bu durum, çok sayıda kanıtla desteklenmektedir. Yine de bu yorum, tümüyle doyurucu bir yorum değildir. Yetişkin hasta, bir çocuk olmayıp onun içindeki çocuktan ya da bilinçdışından sözetmek olguların karmaşıklığına uygun olmayan topolojik bir dil kullanmaktadır. Nevrotik yabancılaşmış hasta yabancılaşmış bir insandır. Kendisini güçlü hissetmez. Korkmaktadır ve çekingendir. Çünkü, kendini kendi eylem ve yaşantılarının öznesi ve yapıcısı olarak görmez. Yabancılaşmış olduğu için nevrotiktir. İçsel boşluk ve yetersizlik duygusunu yenmek için tüm insansa! niteliklerini, sevgisini, anlağım (zekasını), cesaretini v.b.g yansıtacağı bir obje seçer. Bu objeye boyun eğerek kendi nitelikleriyle ilişkide olduğunu duyar. Kendisini güçlü, akıllı, cesur ve güvende hisseder. Bu objeyi yitirmek onun için kendini yitirmek tehlikesi demektir. Bireyin yabancılaşması olgusu üstünde temellenen bu düzenek, bu bir objeye çılgınca tapınma durumu, aktarmaya kuvvet ve yeğinliğini veren ana dinamizmdir. Daha az yabancılaşmış biri de çocukluk yaşantılarından bazılarım çözümlemeyi yapan kişiye aktarabilir. Ama, bu aktarman yeğinliği çok daha az olacaktır. Bir put arayışı ve gereksinmesi içinde olan yabancılaşmış hasta, karşısında çözümlemeyi yapan doktoru bulur ve genellikle çocukken tanımış olduğu iki güçlü kişi olan anne ve babasının niteliklerini ona yükler. Bu yüzden, aktarmanın içeriği genellikle çocukluktaki örneklerle bağlantılı olduğu halde yeğinliği hastanın yabancılaşmasının sonucudur. Aktarma olayının yalnız ruhsal çözümlemede ortaya çıkmadığım söylemeye gerek yok. Bu olayla siyasal, dinsel ve toplumsal yaşamda yetke figürlerinin putlaştırıldığı çeşitli biçimlerde karşılaşıyoruz.

Aktarma, ruhsal bozukluklarda yabancılaşmanın anlatımı olarak kavranabilecek biricik olay değildir. Gerçekte Fransızcadaki aliene, İspanyolcadaki alienado sözcüklerinin ruh hastasını dile getiren eski sözcükler olmaları ve İngilizce’deki ‘alienist’ sözcüğünün çıldırmış, tam olarak yabancılaşmış birine bakan doktor anlamına gelmesi rastlantı değildir.[18]

Ben’in bir hastalığı olarak yabancılaşma, psikoz kadar aşırı olmayan biçimlerinde bile, çağdaş insanın ruhsal bozukluklarının çekirdeği olarak düşünülebilir. Bazı klinik örnekler bu süreci göstermek için yardımcı olabilir. Yabancılaşmanın en sık ve çok bilinen örneği, belki de yalancı ‘büyük aşk’tır. Adamın biri büyük bir coşkuyla bir kadına aşık olur. Kadın başlangıçta kendisine karşılık verir ama artan kuşkular yüzünden huzursuz olup ilişkisini sona erdirir. Bunun üzerine adam, kendisini nerdeyse intihara sürükleyecek kadar büyük bir bunalıma girer. Yaşaman kendisi için artık bir anlam taşımadığını düşünür. Durumu, bilinçli olarak, olanların kaçınılmaz bir sonucu diye açıklar. Gerçek aşkı ilk kez bu kadınla yaşamış olduğuna, aşkı ve mutluluğu yalnız onunla duyabileceğine inanır. Eğer bu kadın onu terkederse onda artık hiç kimse aynı etkiyi uyandıramayacaktır. Bu nedenle o, sevdiği kadını yitirmekle sevme konusundaki tek şansını yitirmiş olduğunu düşünür. Bu yüzden, ölmesi daha iyidir. Bütün bunlar kendisine inandırıcı geldiği halde arkadaşları bazı sorular sorabilirler: Şimdiye kadar sevme eğilimi sıradan kimselerden bile daha azmış gibi görünen bu adam, şimdi niçin böyle sevgilisinden uzak yaşamaktansa ölmeyi isteyebilecek kadar aşık oluyor? Böylesine sırılsıklam aşık olduğu halde, niçin sevdiği kadının istekleriyle çelişen kendi isteklerinden vazgeçmek için özveride bulunmaya gönüllü görünmüyor? Neden yitirdiğinden söz ederken hep kendisinden ve başına gelenlerden söz edip böylesine sevdiği kadının duygularına göreli olarak çok az ilgi gösteriyor? Eğer insan, bu mutsuz adamla uzun boylu konuşursa onun bir noktada artık kendisini bomboş sanki gerçekte kalbini, yitirmiş olduğu kızla terketmiş gibi, hissettiğini söylemesi karşısında şaşırmayacaktır. Bu adam eğer söylediği tümcenin anlamım anlayabilseydi, bu tümcenin bir yabancılaşma türü olduğunu kavrayabilecekti. O, hiçbir zaman etkin bir biçimde sevme, kendi ego’sunun büyülü çemberini terkedip dışarıya çıkma ve bir başkasıyla tek bir varlık halinde birleşme yeteneğine sahip olmamıştı. Yaptığı, sevgi için duyduğu özlemleri kıza aktarmak ve onunla birlikteyken ‘aşkım’ yaşadığım sanmak olmuştu. Oysa, gerçekte o, yalnızca bir sevgi yanılsamasını (illusionunu) yaşamaktaydı. Kıza yalnız sevgi için duyduğu özlemleri aktarmakla kalmayıp canlılık, mutluluk v.b.g. şeyleri de aktardığı ölçüde yoksullaşmakta ve kızdan ayrıldığı zaman, bu yüzden, kendini bomboş hissetmektedir. Gerçekte, kadım putlaştırdığı, bir sevgi tanrıçası yaptığı ve onunla birleşmekle aşkı yaşadığına inandığı için, bir sevgi aldanışı içindedir. Kadının başlangıçta kendisine bir yanıt vermesini sağlayabilmiş ama kendi içsel dilsizliğini (suskunluğunu), yenmeyi başaramamıştır. Kadım yitirmesi onun düşündüğü gibi, sevdiği birini yitirmesi olmayıp sevme gücü olan bir kişi olarak kendisini yitirmesidir.

Düşünce yabancılaşması, yüreğin yabancılaşmasından farklı değildir. İnsan çok kez bir şey aracılığıyla düşünmüş olduğuna, düşüncelerinin kendi düşünce etkinliğinin sonucu olduğuna inanır. Gerçekte ise, beynini kamuoyunun putlarına, gazetelere, iktidara ya da siyasal bir lidere aktarmıştır. Onların kendi düşüncelerini dile getirdiklerine inanmaktadır. Oysa gerçekte onlara ait olan düşünceleri kendi düşünceleriymiş gibi benimsemektedir. Çünkü, onları putları, bilgelik ve bilgi tanrıları olarak seçmiştir. Putlarına kesinlikle bu nedenden bağımlıdır ve onlara tapınmaktan bir türlü vazgeçemez. O, bu putların kölesidir. Çünkü, beynini onlara emanet etmiştir.

Bir başka yabancılaşma örneği, içinde geleceğin putlaştırıldığı umut yabancılaşmasıdır. Bu tarih putlaştırması Robespierre’in görüşlerinde apaçık bir şekilde görülebilir:

Ey gelecek kuşaklar! İnsanlığın tatlı ve sevgili umudu, siz bize yabancı değilsiniz. Zorbalığın tüm belalarına sizin için, cesaretle katlanıyoruz. Sizin mutluluğunuz bizim acı verici savaşımlarımızın ödülü olacak. Çok kez çevremizi kuşatan engeller yüzünden cesaretimiz kırıldığından tesellilerinizin gereksinmesini duyuyoruz. Uğraşmalarımızı tamamlama ödevi ve doğmamış tüm insan kuşaklarının yazgısı konusunda size güveniyoruz.

Ey gelecek kuşaklar, eşitlik, adalet ve mutluluk saatini çalmak için acele edin.» ‘

Marks’ın tarih felsefesinin çarpıtılmış bir örneği de çok kez buna benzer bir şekilde ve aynı anlamda komünistler tarafından kullanılmıştır. Bu savın mantığı şudur: Tarihsel eğilimle uyum içinde olan her şey zorunludur. Bu yüzden de iyi ya da kötüdür. İster Robespierre’in isterse komünistlerin savında olsun bu görüşe göre, tarihi yapan insan olmayıp, inşam yapan tarihtir. Ümit eden, geleceğe inanan, insan olmayıp onu yargılayan ve doğru inancı olup olmadığına karar veren, gelecektir. Marks, alıntıladığımız bu tarih görüşüne karşıt olan kendi tarih görüşünü çok özlü bir şekilde dile getirmiştir. O, Kutsal Aile’de (The Holy Family) «Tarih hiçbir şey yapmaz. Hiçbir savaşı savaşmaz. Bütün bunları yapan, daha çok insandır. Gerçek ve yaşayan insan. Tarih, inşam, kendisi sanki ayrı bir kişiymiş gibi, kendi erekleri için bir araç olarak kullanmaz. O, ereklerin peşinde koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir» diye yazmıştır.

Yabancılaşma olayının burada kısaca değineceğimiz daha başka klinik görünümleri de vardır. Tüm bunalım, bağımlılık ve putlaştırma durumları (fanatik olanlar dahü) yabancılaşmanın doğrudan anlatımları ya da yabancılaşma için ödediğimiz bedeldir. Bunlara ek olarak ruhsal bozukluk olaylarının kökenindeki önemli bir olay olan, insanın kendi kimliğini yaşamada başarısızlığa uğraması da, yabancılaşmanın bir sonucudur. Yabancılaşmış biri kendisine özgü duygu ve düşünce işlevlerini dışındaki bir objeye aktarmış olduğu için, artık kendisi değildir. Onda hiçbir “ben’ ya da kimlik duygusu yok[19] tur. Kimlik duygusundan yoksun olmanın pek çok sonuçlan vardır. En temel ve yaygın olanı, kişiyi kendi içinde çözülmüş bıraktığı için tüm kişiliğin bütünlenmesini engelleyendir. Kendi içinde çözülmüş olan birey ya “bir şeyi isteme’ ’ yeteneğinden yoksundur ya da eğer bir şey istiyormuş gibi görünüyorsa, istenci sağlıksızdır.

En geniş anlamanda, her nevroz bir yabancılaşmanın sonucu olarak ele alınabilir. Bu doğrudur. Çünkü, nevroz bir tutkunun (örneğin, para, mevki, kadın v.b.g.) tüm kişilikten ayrılarak başat duruma gelmesi, böylece o kişinin yöneticisi olması olgusu ile belirlenir. Bu tutku, insan putunun özünü ussallaştırıp ona çok değişik ve çok kez kulağa hoş gelen adlar verse bile, gerçekte hastanın boyun eğdiği puttur. Hasta, kısmi bir istek ta. rafından yönetilmekte, kendisinde artakalan her şeyi bu isteğe aktarmaktadır. Bu tutku güçlendikçe hasta güçsüzleşir. Kendisine yabancılaşır, çünkü kendisinin bir parçasının kölesi olmuştur.

Ancak, yabancılaşmayı patolojik bir olay olarak görmemiz, Hegel ve Marks’ın bu olayı insansal evrimin özünde bulunan zorunlu bir olay olarak gördükleri gerçeğini belirsizleştirmemelidir. Bu durum, sevgi ya. bancılaşması için olduğu kadar, us yabancılaşması için de geçerlidir. Ben dış dünya ile kendimi ayırt edebildiğim zaman, yani eğer dış dünya benim için bir obje olursa, ancak o zaman onu kavrayabilir ve kendi dünyam kılar ve yine onunla birleşirim. Dünyayı henüz bir obje olarak algılayamayan çocuk, onu usu ile kavrayıp onunla birleşemez de. İnsanın us etkinliğindeki bu ayrılığı yenmesi için yabancılaşması zorunludur. Aynı şey, [20] sevgi için de sözkonusudur. Çocuk, kendisini dış dünyadan ayırmadığı sürece onun bir parçasıdır. Bu nedenle de sevemez. Sevmek için ‘öteki’, bir yabancı olmalıdır.

Sevgi ediminde yabancı artık yabancı olmaktan çıkar ‘ben’ olur. Sevgi, yabancılaşmayı önceden varsayar ve aynı zamanda yabancılaşmayı ortadan kaldırır. Aynı düşünce Mesih döneminin insanın kurtuluşuna ilişkin sözlerinde ve Marks’ın toplumculuk tasarımında da vardır. Cennette insan, henüz doğa ile özdeştir. Doğadan ve türdeşi olan insanlardan ayrı bir varlık olarak kendisinin bilincine varmamıştır. İnsan, başkaldırma edimi ile kendi bilinçliliğini kazanır, dünya ona yabancılaşmış olur. Peygamberlere göre, insan tarih süreci içinde insansa! güçlerini öylesine yetkinlikle geliştirecektir ki sonunda başka insanlar ve doğa ile yeni bir uyum kazanacak duruma gelecektir. Marks’ın anladığı anlamda toplumculuk ise ancak, insan bir kez tüm önceki bağları kopardığında, tümüyle yabancılaşıp böylece bütünselliğini ve bireyselliğini feda etmeksizin insanlar ve doğa ile yeniden birleşebildiğinde gerçekleşecektir.

Yabancılaşma kavramının kökleri Batı geleneğinin daha da önceki bir aşamasında, EskiSözleşme peygamberlerinin düşüncelerinde ve özellikle onların putperestlik anlayışındadır. Tektanrıcılığın peygamberleri barbar dinleri öncelikle, bir yerine birkaç tanrıya tapındıkları için putperestlikle suçlamamışlardır. Tektanrıcılıkla çoktanrıcılık arasındaki temel ayrım, tanrıların sayıları ile ilgili olanı değil, yabancılaşma olgusunu ilgilendiren ayrımdır. İnsan, gücünü, sanatsal yeteneklerini bir put yapmak için harcar. Sonra kendi insansal çabasının bir sonucundan başka bir şey olmayan bu puta tapar. Burada insanın yaşam güçleri bir ‘nesneye’ ad olmuş ve bir put olan bu şey, insanın kendi üretici çabasının bir sonucu olarak değil de insandan ayn, onun üstünde ve ona karşı, insanın taptığı ve boyun eğdiği bir şey olarak benimsenmiştir. Peygamber Hosea’nın dediği gibi (XIV, 8): «Assur bizi kurtarmayacaktır. Atlara binemeyeceğiz. Kendi ellerimizle yaptığımız şeylere de artık ‘siz tanrılarımızsınız’ diyemeyeceğiz. Çünkü, yetimler sevgiyi şimdi sende buluyorlar.» Putperest insan, kendi elinin emeği önünde eğilir. Yaptığı put o insanın yaşam güçlerini yabancılaşmış bir biçimde dışlaştırır.

Buna karşıt olarak tektanrıcılığın ilkesi, insanın sınırlanmış olduğu, insandaki tek tek niteliklerden hiçbirinin onun tüm varlığım temsil edemeyeceğidir. Tanrıya benzer olarak yaratılmış olan insan da sınırsız niteliklerin taşıyıcısıdır. Putperestlikte ise insan, kendi niteliklerinden bir parçasının izdüşümüne boyun eğip onun önünde eğilir. Kendini canlı sevgi ve us edimlerinin oluşturduğu bir merkez olarak görmez. Tıpkı tanrılarının da birer nesne olması gibi hem kendi hem komşusu nesneleşir. «Barbarların putları gümüş ve altındandır. İnsan elinin emekleridirler. Bu putların konuşmayan ağızlan, görmeyen gözleri, duymayan kulakları vardır. Hiç soluk almazlar. Onları yapanlar da onlar gibidir; bu nedenle, onlara inanan herkes de.» (Mezmur 135)

Endüstri toplumunda çağdaş insan, bu putperestliğin biçim ve yeğinliğini değiştirmiştir. O, yaşamını yöneten kör ekonomik güçlerin objesi haline gelmiştir. Kendi ellerinin emeğine tapmakta, kendisini bir nesneye dönüştürmektedir. Yalnız işçi sınıfı değil, herkes yabancılaşmıştır. (Gerçekte, yetenekli işçi, insanları ve simgeleri güdümleyenlerden daha az yabancılaşmış görünüyorlar.) Siyasal yapılan sözkonusu olmaksızın Avrupa ve Amerika’nın endüstrileşmiş ülkelerinde ortaya çıkan bu yabancılaşma süreci, yeni tepki akımlarının doğmasına neden olmuştur. Toplumcu İnsancılığın (Sosyalist hümanizmin) yeniden doğuşu, bu tepkinin bir belirtisidir. Yabancılaşma kesinlikle endüstrileşmiş dünyada çılgınlık sınırına varan bir noktaya ulaştığı, bu dünyanın dinsel, tinsel ve siyasal geleneklerini altüst edip yıktığı, nükleer silahlar aracılığıyla genel bir yıkıma neden olma tehlikesini gösterdiği içindir ki pek çok kimse artık Marks’ın çağdaş insanın hastalığının temel sorununu tanılamış olduğunu iyi görebiliyor. Marks, Peuerbach ve Kierkegaard’ın yapmış olduğu gibi, bu hastalığı yalnızca görmekle kalmamış; aynı zamanda çağdaş putperestliğin çağdaş üretim biçiminden kaynaklandığım ve ancak insanın tinsel özgürlüğü ile birlikte sosyoekonomik yapının tümüyle değişmesi sonucu değiştirilebileceğini göstermiştir.

Freud ve Marks’ın ansal (zihni) hastalıklara ilişkin görüşlerini tartışırken Freud’un öncelikle bireysel patolojiye ilgi gösterdiğini, Marks’ın ise bir toplumdaki ortak ve o toplumdaki özel bir dizgenin sonucu olan bozuklukla ilgilendiğini açıkça görüyoruz.

Psikopatolojinin içeriğinin Freud ve Marks için hayli farklı olduğu konusunda kuşkuya yer yok. Freud, bozuklukları temelde, id ve ego, içgüdüsel isteklerle gerçek istekler arasındaki uygun dengeyi bulma konusundaki başarısızlıkta görüyor. Marks ise 19. yüzyılın la maladie du Siecle diye adlandırdığı ana hastalığı, insanın kendi insanlığına, bu nedenle de türdeşi olan insanlara yabancılaşması olarak görüyor. Ama, Freud hiç de her zaman bireysel patoloji aracılığıyla düşünmediği halde bu nokta çok kez gözden kaçırılmıştır. O, ‘toplumsal bir nevroz’dan da söz ediyor. Bu konuda şunları yazıyor: «Eğer uygarlığın evriminin bireyin gelişmesi ile böylesine bir benzerliği varsa, ve eğer her ikisinde de aynı yöntemler kullanılabiliyorsa şu tam haklı çıkmayacak mıdır? Uygarlığın pek çok dizgesi —ya da uygarlığın çeşitli dönemleri— uygarlaştırıcı eğilimlerin baskısı altında ‘nevrotikleşmiştir’. Bu nevrozların çözümsel teşrihini büyük ölçüde pratik ilgiyi gerektiren sağaltıcı (tedavi edici) öneriler izleyebilir. Ruhsal çözümlemeyi uygar topluma uygulama girişiminin şekilce tuhaf ya da sonuçsuz kalmaya yargılanmış olduğunu söylemeyeceğim. Ama, yalnızca benzetmelerle (analojilerle) uğraşmakta olduğumuzu unutmamamız ve çok dikkatli olmamız gerekiyor. Çünkü yalnız insanları değil ama kavramları da kaynaklandıkları ve olgunlaştıkları alandan başka alanlara çekmek doğru değildir. Ayrıca ortaklaşa nevrozların bilimsel yönden incelenip tanılanmaları özel bir güçlükle karşılaşacaktır. Biz, bir bireyin nevrozunda başlangıç noktası olarak, hasta ile ‘normal’ olduğunu varsaydığımız çevresi arasındaki karşıtlığı kullanabiliriz. Aynı şekilde etkilenmiş hiçbir toplum için böylesi bir artalan bulunamayacaktır. Bu artalanın başka bir şekilde sağlanması gerekecektir. Bilgimizin herhangi bir iyileştirici uygulanımına gelince, hiç kimse toplumu sağaltımı (terapiyi) benimsemeye zorlama gücüne sahip olmadığına göre, toplumsal nevrozların en duyarlı bir şekilde çözümlenmelerinin ne yaran olacaktır? Tüm bu güçlüklere karşın, yine de bir gün birinin ‘uygarlaşmış toplumların bozukluklarım araştırma gibi bir işe girişmek yürekliliğini göstereceğini bekleyebiliriz.» [21]

Freud’un ‘Toplumsal nevrozlara’[22] duyduğu ilgiye karşın, Freud ve Marks’ın bu konudaki düşüncelerinde temelli bir ayrım vardır: Marks, insanı toplum tarafından biçimlendirilmiş bir varlık olarak gördüğü için, bozuklukların köklerini toplumsal düzenin belirli niteliklerinde görür. Freud ise, inşam öncelikle aile içindeki deneylerinin biçimlendirdiğine inanır. Ailenin, toplumun yalnızca bir temsilcisi ve öğesi olması olgusuna pek az önem verir. O, çeşitli toplumlara temelde düzenlerinin niteliği ve bu toplumsal niteliğin herhangi bir toplumun üyelerinin düşünce ve duygularının niteliğine etkisinden çok, talep ettikleri baskının niceliği aracılığıyla bakar.

Marks ve Freud’un ruhsal bozukluklara ilişkin görüşlerinin bu kısa karşılaştırmasında içinde her iki düşünürümüzün düşüncelerinin aynı yöntemi izlediği bir yön daha dile getirilmelidir. Freud’a göre, çocuğun başlangıçtaki özseverliği (narsisizmi) ve sonraki libido gelişiminin ağızcıl (oral) ve dışkıl (anal) aşamaları evrim sürecinin zorunlu evreleri olduğu ölçüde ‘normaldirler de. Bağımlı, açgözlü bebek, hasta bir bebek değildir. Buna karşın, çocuğun ağızcıl evresine patolojik bir. şekilde saplantılanmış ya da bastırma sonucu o evrede kalmış olan bağımlı ve açgözlü yetişkin, hasta bir insandır. Temel gereksinme ve çabalar, bebekte de yetişkinde de aynıdır. Öyleyse biri niçin sağlıklı sayılıyor da öteki hasta oluyor? Burada yanıt, çok açık bir şekilde evrim kavramında yatmaktadır. Belli bir evrede normal olan bir şey, bir başka evrede patolojiktir. Ya da farklı bir şekilde dile getirirsek, bir evrede gerekli olan şey, aynı zamanda normal ya da ussaldır. Evrim açısından gereksiz görülen şey ise, usdışı ve patolojiktir. Büyümüş olduğu halde, bu dönem içinde bebeklik evresini ‘yineleyen’ bir yetişkin, gerçekte bu evreyi yineleyemez çünkü o, artık bir çocuk değildir.

Hegel’i izleyen Marks da toplumda insanın evrimini gözden geçirirken aynı yöntemi kullanıyor. İlkel insan, ortaçağın inşam ve endüstri toplumunun yabancılaşmış insanı hem hastadır hem değildirler. Çünkü gelişme evreleri gerekli birer evredir. Tıpkı bebeğin bir yetişkin olmak üzere fizyolojik bakımdan olgunlaşması gerektiği gibi, insan ırkı da tam anlamında insansallaşmak için, doğanın ve toplumun yöneticiliğini kazanma süreci içinde, toplumsal bakımdan olgunlaşmak zorundadır. Geçmişte şimdi esef ettiğimiz tüm ussal olmayan durumlar, kendi dönemleri içinde gerekli oldukları ölçüde ussaldırlar da. Ama insan ırkı, geçmesi gereken bir gelişme evresinde durduğu, kendini tarihsel durumun önerdiği olanaklarla çelişki içinde bulduğu zaman, varoluş durumu usdışı ya da eğer Marks bu terimi kullansaydı, patolojik bir varoluş durumudur. Marks ve Freud’un patoloji anlayışları ancak evrimci bireysel ve insansal tarih anlayışlarım bilirsek, tam anlamında kavranabilir.

[1] Economic and Philosophical Manuscripts, s. 95. Marks’ın kapitalist evrim süreci içinde işçinin artan yoksullaşmasına ilişkin yanlış kuramının, onun ekonomik kuramı emek kuramının, değer ve başka etkenlerin mantnksal ürününden başka bir şeymiş gibi görünmemesine rağmen, dinsel ve ekonomik yabancılaşma arasındaki bu benzetmeden etkilenmiş olduğunu düşünmek pek fazla zorlama olmayacaktır.
[2] a.g.k. s. 95-96
[3] a.g.k s. 99
[4] a.g.k. s. 101
[5] a.g.k. s. 101
[6] a.g.k. s. 103
[7] German Ideology, s. 220 3 a.g.k. s. 22, 23
[8] Capital I, s. 461-2
[9] Marx’ın düşüncesinde yabancılaşma kavramının sürekliliği sorununun tümü R. Tucker’in Philosophy and Myth in Kari Marx adlı kitabında çok yetkin bir biçimde işlenmiştir. Bkz. aynı zamanda E. Fromm, Marx’s Concept of Man adlı kitabının Marx’ın düşüncesinde süreklilikle ilgili bölümü. (New York: Frederick Ungar Publishing Co.1961)
[10] Capital 1. s. 529-33
[11] Capital III, s. 954
[12] a.g.k. s. 146. Bu değerler yalnız 19. yüzyıl kapitalizminin değil, çağdaş Sovyet Rusya’nın da ana değerleridir. Bu noktanın ayrıntılı tartışması için Bkz. E. Fromm, May Man Prevall? New York: Doubleday and Anchor Books, 1961)
[13] Economic and Philosophical Manuscripts, s. 146
[14] Economic and Philosophical Manuscripts.
[15] Ekonomic and Philosophical Manuscripts. s. 140-2
[16] a.g.k. s. 111
[17] a.g.k. s. 114
[18] Bu nokta için Bkz. E. Fromm, The Sane Society s. 121 Tucker, Philosophy and Myth in Karl Marx, s. 144 Karen Homey, Neuroses and Human Growth
[19] Cari L. Becker, The Heavenly City of Eighteenth-Century Philosophers, s. 142-3 Yale Uni. Press, 1932.
[20] Bkz. S. Kierkegaard, Purity of Hearts is to Will One Thing, Torch Books.
[21] Bkz. S. Freud, Civilization and Its Discontents, (London, The Hogarth Press, 1953, s. 141-142)
[22] The Sane Society, (Sağlıklı Toplum) adlı kitabımda (New York, Rinehart and Comp. Inc., 1955) ben zamanımızın ‘toplumsal nevrozlarının’, ‘Normalliğin patolojisinin’ bir çözümlemesini yapma denemesinde bulundum.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz