Yolayırımı
Yalnızca birkaç kişinin açıkça gördüğü bir hayalet dolaşıyor aramızda. Şu bildiğimiz komünizm ya da faşizm hayaleti değil bu. Yepyeni bir tehlike… Tek amacı maddi üretimi ve maddi tüketimi en üst düzeyde gerçekleştirmek olan, bilgisayarlar tarafından yönlendirilen, tümüyle makinalaşmış bir toplum şeklinde kendini gösteren korkunç hayalet. Bu toplumsal süreç içinde, insanoğlu, toplum makinasının karnı tok, gözü pek, ancak etkin olmayan, canlı olmayan ve duygudan hemen hemen yoksun bir parçası haline getiriliyor. Bu yeni toplumun utkuya ulaşmasıyla bireycilik ve özel yaşam yok olacak; başkalarına karşı beslenebilecek duygular, ruhbilimsel koşullandırmalarla ve başka araçlarla, ya da yeni bir içgözlemsel deneyim olarak değerlendirilen uyuşturucularla düzenlenecek.
Zbigniev Brzezinski’nin sözleriyle: “Teknoloji toplumunda şöyle bir eğilim göze çarpıyor: Birbirinden farklı düzeylerde bulunan milyonlarca yurttaşı duyguları saptırmada ve mantığı denetlemede en gelişmiş iletişim tekniklerini başarıyla sömüren çekici kişileri destekleyecek konuma getirmek.” Bu yeni toplum biçiminin doğacağı, roman türünde Orwell’in 1984 ve Aldous Huxley’nin Brave New World (Yürekli Yeni Dünya) adlı yapıtlarında önceden söylenmişti.
Belki de şu anda işin en kötü yanı, kendi sistemimizi denetleyemez duruma gelmiş olmamızdır. Bilgisayarların bizim adımıza verdiği kararları uyguluyoruz. Biz, insanoğlu olarak, daha çok, daha çok üretmek ve daha çok tüketmekten başka amaç gütmüyoruz. Hiçbir şeye karşı bir amaç beslemiyoruz, ya da her şeye karşı amaçsızlık içindeyiz. Karar verme sorumluluğundan yoksun bırakılmışımızın yarattığı edilginlik yüzünden, tinsel ölüm tehlikesiyle, ve ayrıca nükleer silahlarla yok edilme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Bu nasıl oldu? Nasıl oldu da, insanoğlu, doğaya karşı kazandığı utkunun doruğundayken, kendi yarattığı şeylerin tutsağı haline geldi, nasıl oldu da, ciddi olarak kendi kendini yok etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı?
İnsanoğlu, bilimsel hakikatin araştırılması süreci içinde, doğaya egemen olmada yararlanabileceği bilgiye rastladı. Bu alanda büyük başarılar elde etti. Ancak tekniğe ve maddi tüketime tek taraflı ağırlık vermekle, kendisiyle ve yaşamla olan bağını yitirdi. Dinsel inancını ve ona bağlı olan insansal değerleri yitirince, teknik ve maddi değerler üzerinde yoğunlaştı; derin coşkular duyma yetisini, bu duyguların getirdiği sevinç ve üzüntüyü duyma yetisini yitirdi. İnsanoğlunun inşa ettiği makina öylesine gelişti ki, onun düşünme biçimini saptayan yeni bir güç haline geldi.
Şu anda sistemimizin en tehlikeli yönlerinden biri, ekonomimizin silah üretimine (ayrıca bütün bir savunma mekanizmasını ayakta tutmak için yapılan çalışmalara) ve maksimum tüketim ilkesine dayandığı olgusudur. İyi işleyen bir ekonomik sistemimiz var, ancak bu sistemin işlemesi için bizi maddi olarak yokolma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan şeyleri üretmemiz, bireyi tümüyle edilgin bir tüketiciye dönüştürmemiz ve dolayısıyla onu ölüleştirmemiz ve bireyin kendisini güçsüz ve yetkisiz hissetmesini sağlayan bir bürokrasi yaratmamız gerekli oldu.
Çözümlenmesi olanaksız trajik bir ikilemle mi karşı karşıyayız? Sağlıklı bir ekonomiye sahip olmak için hasta insanlar üretmek zorunda mıyız, yoksa maddi kaynaklarımızı, buluşlarımızı, bilgisayarlarımızı, insanoğlunun yararına hizmet edecek şekilde kullanabilir miyiz? Güçlü ve iyi işleyen bir düzene sahip olmak için bireylerin edilgin ve başkalarına bağımlı olmaları zorunlu mudur?
Bu sorulara değişik yanıtlar verilebilir. “Megamakina’nın insan yaşamına getirebileceği devrimci ve korkunç değişikliği görebilenler arasında yeni bir toplum düzeninin kaçınılmaz olduğunu, dolayısıyla toplumsal değerler konusunda tartışmanın anlamsız olduğunu söyleyen yazarlar var. Bu yazarlar, yeni toplumun, günümüz insanı üzerindeki etkileri konusunda az da olsa kaygı duymakla birlikte, ondan hoşlandıklarını da gizlemiyorlar. Zbigniev Brzezinski ile H. Kahn, bu anlayışın iki temsilcisi örneğin. Tayfın diğer ucunda, Technological Society (Teknoloji Toplumu) adlı kitabında, oluşmakta olan yeni toplumun büyük gücünü ve onun insan üzerindeki yıkıcı etkisini betimleyen Jacques Ellul var. Yazar, sözünü ettiğmiz hayaleti, insanlıktan korkunç derecede yoksun nitelikleriyle ele alıyor. İçinde bulunduğumuz durumun içerdiği olasılıklar açısından yeni toplumun baskın çıkacağı kanısında olmasına karşın, kesinlikle ya da kaçınılmaz olarak utkuya ulaşacağı sonucuna varmıyor. Ancak, “Teknoloji dünyasının insanoğlunun kişisel ve tinsel yaşamını tehlikeye attığının bilincine varan insan sayısının artması ve bu insanların, söz konusu evrimin gidişine engel olarak özgürlüklerini savunmaya kararlı davranması halinde” insanlıktan çıkarılmış toplumun başarısız olabileceği görüşünü dile getiriyor. Lewis Mumford’un yaklaşımı da Ellul’unkinin aynıdır, denebilir. Yazar Tlıe Myth of the Machine (Makina Miti) adlı derin ve eşsiz incelemesinde “megamakina”yı, Mısır ve Babil toplumlarında ilk ortaya çıktığı dönemden başlayarak ele alıyor.
Öte yanda, daha önce andığımız yazarlar gibi hayaletin varlığını hoşnutlukla ya da dehşetle kabul edenlerin tersine, aydın olsun sıradan yurttaş olsun, korkunç hayaleti fark etmeyen büyük bir çoğunluk var. Bunlar, on dokuzuncu yüzyılın modası geçmiş inancını taşıyor, makinanın, insanoğlunun yükünün hafiflemesine katkıda bulunacağını, insanın başarıya ulaşması için her zaman gerekli olacağını sanıyorlar; teknolojinin kendi mantığına uygun akışını sürdürmesine dur denmemesi halinde, bireysel ve toplumsal yaşamın kurulmuş dizgesini tehlikeye sokacak kanser gibi bir ur haline geleceğini görmüyorlar.
Bu kitapta izlenen yaklaşım, Mumford ve Ellul’un görüşleriyle çakışmaktadır. Yalnız, insanın toplumsal dizge üzerindeki denetimini yeniden sağlayabilmesi olasılığının büyük olduğuna inanmam bakımından onlardan ayrılabilirim belki. Bu konudaki umutlarım şu etmenlerden kaynaklanmaktadır:
1. Düzen “İnsanı”, sistemin bir uzantısı olarak ele alınırsa, şu andaki toplumsal dizgemiz çok daha iyi anlaşılır. İnsan doğası, bir soyutlama olmadığı gibi, sonsuz sayıda kalıba girebilen, istenilen yöne çekilebilen, dolayısıyla dinamiği yokumsanacak bir sistem değildir. Kendine özgü nitelikleri, yasaları ve seçenekleri vardır. Sistem Adamı’nın incelenmesi, sosyoekonomik düzendeki belirli etmenlerin insana neler getirdiğini, Düzen İnsan’ındaki rahatsızlıkların nasıl bütün bir toplumsal dizgede dengesizlikler oluşturduğunu görmemizi sağlar. Sistemin çözümlenmesinde insan faktörünü dikkate almakla, onun işlemeyişinin nedenlerini daha iyi anlar, toplumsal dizgenin ekonomik işleyişinin sağlıklı oluşuyla onun parçaları olan insanların mutlu ve sağlıklı olması arasındaki ilişkiyi oluşturan ölçütleri saptayabiliriz. Elbet bütün bunlar, yalnız ve yalnız, insan doğasının kendi yapısının sınırları içinde maksimal ölçüde gelişmesinin, yani insanın esenliğinin her şeyden önemli olduğuna herkesin inanması halinde geçerlidir.
2. Umutlarım bir de sürdürmekte olduğumuz yaşam biçimine, bunun gizlilikten ve kişisellikten yoksun oluşuna, edilginliğine ve suskun sıkıcılığına duyulan hoşnutsuzluktan; insanoğlunun bilgisayardan olduğu gibi hayvandan da ayıran bir varoluş biçimine, tarihin son birkaç bin yılı içinde geliştirdiği o özgül gereksinmelerine yanıt veren sevinç dolu, anlamlı bir varoluşa duyulan özlemden kaynaklanmaktadır. Nüfusun büyük bir çoğunluğunun eksiksiz maddi doyumun tadını tatmış bulunması, ancak tüketici cennetinin, vaat ettiği mutluluğu sağlamadığını anlaması, bu hoşnutsuzluk ve özlemi güçlendirmiştir. (Elbet yoksullar, “bir insanın isteyebileceği her şeye sahip olanlar” daki sevinçten yoksunluğu, neşesizliği görerek öğrenmek dışında bu konuda bilgilenme fırsatı bulamadılar henüz.)
İdeolojiler ve kavramlar, çekiciliklerini büyük ölçüde yitirdiler; “sağ”, “sol” gibi, “komünizm”, “kapitalizm” gibi geleneksel kalıplar anlamlarını yitirdiler. İnsanlar kendilerine yeni bir yön, yeni bir felsefe — fiziksel ve tinsel açıdan ölümün önemini değil de yaşamın önemini konu alan yeni bir felsefe arayışı içindeler. Birleşik Devletler’de ve bütün dünyada, giderek büyüyen bir kutuplaşma olayı görülmekte: Bir yanda zor kullanmayı, “yasa ve düzeni”, bürokratik yöntemleri ve giderek yaşamsızlığı çekici bulan, bunlara doğru çekilenler, diğer yandaysa yaşama — bir kalıptan çıkmış taslaklardan ve bir diğerinin tekrarı olan kopyalardan çok, yeni yaklaşımlara özlem duyan insanlar var. Bu yeni cephe, ekonomik ve toplumsal yaşantımızla, yaşama olan ruhsal ve tinsel yaklaşımımızda köklü değişiklikler yapmak istiyor. Çok genel çizgilerle bu hareketin amacı, bireyi etkin hale getirmek, insanın toplumsal düzen üzerindeki denetimini yeniden sağlamak ve korumak, ve teknolojiyi insancıllaştırmaktır. Bu, yaşam adına doğmuş bir harekettir; günümüzde yaşama karşı boygösteren tehlike, tek bir sınıfa, tek bir ulusa karşı değil, herkese yönelik bir tehlike olduğundan, bu hareket çok geniş bir ortak tabana sahiptir. Ancak her şeyden önce açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta var: Bugün, tutmuş olduğumuz yolu değiştirebileceğimiz konusunda yaygın bir umutsuzluk vardır. Bu, genellikle bilinçsiz bir umutsuzluktur; aslında insanlar bilinçli olarak “ iyimser” dir ve daha ileri bir “gelişme”yi umut etmektedirler. İçinde bulunduğumuz durumu ve ondaki umut yeşertme yetisini tartışmaya başlamadan önce, umut görüngüsünü ele almamız gerekir.
Birleşik Devletler’de ve bütün dünyada, giderek büyüyen bir kutuplaşma olayı görülmekte: Bir yanda zor kullanmayı, “yasa ve düzeni”, bürokratik yöntemleri ve giderek yaşamsızlığı çekici bulan, bunlara doğru çekilenler, diğer yandaysa yaşama — bir kalıptan çıkmış taslaklardan ve bir diğerinin tekrarı olan kopyalardan çok, yeni yaklaşımlara özlem duyan insanlar var. Bu yeni cephe, ekonomik ve toplumsal yaşantımızla, yaşama olan ruhsal ve tinsel yaklaşımımızda köklü değişiklikler yapmak istiyor. Çok genel çizgilerle bu hareketin amacı, bireyi etkin hale getirmek, insanın toplumsal düzen üzerindeki denetimini yeniden sağlamak ve korumak, ve teknolojiyi insancıllaştırmaktır. Bu, yaşam adına doğmuş bir harekettir; günümüzde yaşama karşı boygösteren tehlike, tek bir sınıfa, tek bir ulusa karşı değil, herkese yönelik bir tehlike olduğundan, bu hareket çok geniş bir ortak tabana sahiptir.
Ancak her şeyden önce açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta var: Bugün, tutmuş olduğumuz yolu değiştirebileceğimiz konusunda yaygın bir umutsuzluk vardır. Bu, genellikle bilinçsiz bir umutsuzluktur; aslında insanlar bilinçli olarak “ iyimser” dir ve daha ileri bir “gelişme”yi umut etmektedirler. İçinde bulunduğumuz durumu ve ondaki umut yeşertme yetisini tartışmaya başlamadan önce, umut görüngüsünü ele almamız gerekir.
Erich Fromm