Halil Cibran: “Özgürlük için ölmek boyun eğerek yaşamaktan iyidir!”

285

Ölüler benim halkım*

Ölüler benim halkım, gidenler benim halkım. Ama ben sessizce onların yasını tutarak hâlâ yaşıyorum. Ölüler benim dostum ve onların ölümleri ile hayatım cehennemden de kötü. Ülkemin küçük tepeleri gözyaşlarıma ve kanıma işlemiş. Halkım ve sevdiklerim gitti. Ve ben burada sanki halkım ve sevgili dostlarım hayattaymış ve onun keyfini çıkarıyorlarmış gibi ve ülkemin tepeleri güneş ışığı ile kutsanmış ve yutulmuş gibi yaşıyorum.
Halkım açlıktan öldü ve açlıktan ölmeyenler de bir kılıca kurban gittiler. Ve ben bu uzak ülkede yumuşacık yataklarında uyuyan ve sabah yüzlerinde gülümseme ile uyanan mutlu insanların yanındayım.
Halkım acı ve utanç dolu ölümler yaşadılar ve ben burada bolluk ve barış içindeyim. Bu, kalbimin geçirdiği en derin trajedi. Halkım kafeslere mahkûm edilmiş kanadı kırık kuşlar gibi ve bu dramı kimse yaşamak istemez.
Ben aç olsaydım ve aç ailemle yaşasaydım ve halkım gibi işkence görseydim, bu kara günlerin ağırlığı kâbuslarımda daha hafif olurdu. Ve gözlerimin önündeki, kanayan kalbimdeki ve yaralı ruhumdaki gece karanlığı bu kadar koyu olmazdı. Halkı ile acıyı ve ıstırabı paylaşan kişi, bu kurban edilmenin rahatlığını hissedecektir. Masum halkı ile masum olarak öldüğünde bile kendini barış içinde hissedecektir. Ama ben aç ve işkence çeken, şehitliğe doğru sırayla yürüyen halkımla yaşamıyorum. Ben, okyanuslar ötesinde rahatlığın gölgesinde ve barışın ışığında yaşıyorum. Stresten ve günah dolu arenadan uzaktayım ve kendi gözyaşlarımdan bile zerre kadar gurur duymuyorum.
Sürgündeki biri aç halkı için ne yapabilir? Yok olan bir şairin ağıtları onlara ne ifade eder?
Ülkemin topraklarında yetişmiş bir mısır koçanı olsaydım, aç çocuklar beni koparır ve ruhunu ölümün ellerinden tanelerimi yiyerek kurtarırdı. Ülkemin topraklarında yetişmiş olgun bir meyve olsaydım, aç kadınlar beni toplar ve hayata tutunurdu. Ülkemin mavi gökyüzünde uçan bir kuş olsaydım, aç kardeşim beni avlar ve bedenine ait mezarın gölgesinde bedenimden ruhumu çıkarırdı. Ama maalesef. Ben ne Suriye ovalarında büyüyen bir mısırım, ne de Lübnan vadilerindeki olgun bir meyve. Bu benim felaketim ve ruhumu ve gecenin hayaletlerini bile aşağılayan sessiz bir afet. Bu, dilimi ve kolumu kanadımı sıkıca bağlayan ve gücümü, isteklerimi ve hareketlerimi gasp eden acı dolu bir trajedi. Bu, Tanrı ve insan daha yaratılmamışken alnıma yazılmış bir lanet.
Bazen bana, ‘Ülkenin felaketi dünyanın felaketi yanında sıfır; halkının döktüğü gözyaşı ve kan dünyada her gün ve her gece dökülen ve nehir gibi akan kanların yanında hiçbir şey değil, ’ diyorlar.
Evet, ama benim halkımın ölümü sessiz bir suçlama; görünmez sürüngenlerin beyinleri ile işlenmiş bir suç. Sahnesiz bir trajedi. Eğer halkım despotlara, baskıcılara saldırıp da isyancı olarak ölseydi, o zaman şunu derdim, “özgürlük için ölmek zayıf şekilde boyun eğerek yaşamaktan iyidir. Çünkü gerçeğin kılıcı ile ölümü karşılayanlar Gerçeğin Ölümsüzlüğü ile ebedileşecekler. Çünkü Yaşam Ölümden daha zayıf, ama Ölüm de Gerçek’ten zayıftır.
Eğer ulusum dünya savaşına katılmış ve savaş meydanında ölmüş olsaydı, o zaman azgın fırtınanın onu yeşil yaprakları ile birlikte yıktığını ve fırtınanın gölgesi altındaki kuvvetli ölümün güçsüz silahlar ile yavaşça yok olmaktan daha onurlu bir şey olduğunu söylerdim. Ancak kapanan çenelerden kaçış yoktu. Halkım düştü ve ağlayan meleklerle birlikte ağladı.
Eğer bir deprem ülkemi alaşağı etmiş ve toprak insanlarımı içinde yutmuş olsaydı, “Kutsal gücün takdiri ile gizemli kanun yerine geldi. Biz zayıf ölümlülerin bu sırları araştırmak için çabalamamız tam bir delilik olur,” derdim.
Ama halkım isyancı olarak ölmedi, savaş alanında öldürülmedi ya da deprem ülkemi ve insanları yutmadı. Ölüm onların tek kurtarıcısı, açlık da tek ganimetleri oldu.
Halkım geçitte öldü. Kolları doğu ile batı arasında gerilirken gözleri de gökyüzünün karanlığına takılmış olarak öldüler. İnsanlık çığlıklarına kulaklarını tıkamışken, onlar sessizce öldüler. Düşman ile dost olamadıkları için öldüler. Komşularını sevdikleri için öldüler. Tüm insanlığa güven kavramını yerleştirdikleri için öldüler. Zalimleri ezmedikleri için öldüler. Ezen ayaklar değil ezilen çiçekler oldukları Barışçıl oldukları için öldüler. Süt ve bal verimliliği olan topraklarda açlıktan öldüler. Cehennem zebanilerinin yükselip topraklarda yetişen ürünleri yok etmesi ve son hasadı da kendilerinin yemesi yüzünden öldüler. Engereklerin ve onların oğullarının evrene zehir dağıtması ve Kutsal Sedir, gül ve yasemin çiçeklerinin bu kokuyu içine çekmeleri yüzünden öldüler.
Benim halkım ve senin halkın -Suriyeli kardeşlerim- öldüler. Ölmek üzere olanlar için ne yapılabilir? Ağıtlarımız açlıklarını gideremez ve gözyaşlarımız da susuzluklarına yetmez. Onları açlığın demir pençelerinden kurtarmak için ne yapabiliriz? Kardeşim, hayatını kaybetmek üzere olan herhangi bir insan için hayatının bir parçasını vermeyi istemen, geceni huzurlu gündüzünü de nurlar içinde yapan bir erdemdir. Unutma Kardeşim, önüne açılmış avucun içine koyacağın kuruş, senin zengin kalbini yaratanın sevgi dolu kalbine bağlayan tek altın köprüdür.

*Halil Cibran bu hikâyeyi 1914-1918 yılları arasındaki Birinci Dünya Savaşı sırasında Lübnan dahil birçok ülkede kıtlık varken yazdı.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz