Gazetelerin hemen hemen hepsi, kurtuluş için başkaldıran Sırp ve Karadağlı kardeşlerimize Rus halkının derin ilgisini haber yapmış. Rus toplumu bütün tabakalarıyla onların çatışmalarda elde ettikleri başarıları heyecanla takip ediyor. Ama Slavlara yardım gerek. Alınan haberlere göre -sağlam olduğuna kuşku yok- kaynağı belirsiz olmakla birlikte Avusturya ve İngiltere’nin Türklere etkin biçimde yardım ettikleri söyleniyor. Aslında ne olduğu belli: Para, silah, araç gereç, mühimmat ve insan yardımı yapılmış; Türk ordusunda çok sayıda yabancı subay bulunuyor. Büyük bir İngiliz donanması İstanbul açıklarında demir atmış durumda, siyasal mülahazalara göre, daha doğrusu ne olur ne olmaz diye tetikte bekliyor. Avusturya da her olasılığa karşı büyük bir orduyla beklemede… Avusturya basını Sırplara ve Rusya’ya karşı öfke kusuyor. Belirtmek gerekir ki şimdi Avrupa Slavlara böylesine duygusuzca bakıyorsa bunun tek nedeni elbette Rusların Slav olmalarıdır. Yoksa Avusturya basını durduk yerde, Avusturya karşısında askeri güç olarak hiçbir önemi olmayan Sırplardan çekinmez ve onları Piemonte’yle{156} bir tutmazdı…
İşte bu nedenle Rus toplumu Slavlara tekrar kollarını açmalı, yardım etmelidir, elbette yalnızca para, araç gereç vs… General Çernyayev, Petersburg’da, Sırp ordusunun seyyar askeri hastanelerinin son derece yetersiz olduğunu bildirdi: Doktor yokmuş, yaralıların tedavisi için ilaç yetersizmiş. Moskova Slav Komitesi, Sırp Kilisesinde düzenlenen ayinde çok sayıda kalabalığın huzurunda, ayaklanan Sırp soydaşlarına yardım için tüm Rusya’ya kesin bir dille çağrıda bulundu. Sırp ve Karadağ ordularının zaferi için dualar okundu. Petersburg gazetelerinde okurları bilgilendirmek amacıyla şehit olanların listesi yayınlanmaya başladı. Bu hareket “ölü yaz mevsimine karşın” gözle görülür biçimde ülkenin dört bir yanma yayılıyor. Petersburg’da ölü olan “yaz” sadece…
Günlüğümü tamamlamış, son hazırlıkları gözden geçiriyordum ki kapımın çıngırağı çaldı, gelen genç bir kızdı. Günlüğümü yayınlamaya başladıktan sonra kışın karşılaşmıştık. Zorlu bir sınava girecekmiş, harıl harıl hazırlanıyormuş, kuşkusuz başaracak. Varlıklı bir aileden, geçim sıkıntısı gibi bir derdi yok, ama varsa yoksa eğitim, çok istekli. Neler okuması ve en çok nelere dikkat etmesi gerektiği vs… gibi konularda bana akıl danışmaya gelirdi. Ayda bir kez uğrar, on dakikadan fazla kalmazdı, sadece işinden söz eder, utana sıkıla ve az konuşurdu, çok alçakgönüllüydü. Bana son derece güvenle bakardı. Kararlı, tuttuğunu koparan bir yapısı vardı. Yanılmamıştım. Bu kez de konuya doğrudan girdi:
“Sırbistan’da yaralıların bakıma ihtiyaçları var” dedi. “Sınavımı şimdilik ertelemeye karar verdim, hemşire olarak oraya gitmek istiyorum. Bu konuda bana ne söylerdiniz?”
Bana çekinerek bakmıştı, ama kararını verdiği, asla dönmeyeceği yüzünden okunuyordu. Yol yordam göstermem gerekiyordu. Aramızda geçen konuşmanın ayrıntılarına girmeyeceğim, küçücük bile olsa gizliliği bozmamak için bir bölümünü vermekle yetineceğim.
Birden içim bir tuhaf olmuştu; henüz çok gençti, onun adına üzülmüştüm. Karşılaşacağı zorluklarla, savaşla, revirlerdeki bulaşıcı hastalıklarla, ne bileyim, tifoyla vs… korkutmak tam anlamıyla yersiz olurdu: Yangına körükle gitmek demekti. Burada yalnızca özveri, kahramanlık, yararlı bir davaya hizmet isteğiyle dolup taşan bir yürek vardı. En önemli tarafı da şöhret peşinde koşma, bir esrime hali değildi, evet, bu her şeyden daha değerliydi; “yaralılara” bakmak, insanlara yardımcı olmak isteğiydi bu.
“Ama yaralılara bakamazsınız ki?”
“Doğru, ama araştırdım, komiteye gittim. Gönüllülere iki haftalık süre veriyorlar, bu sürede kuşkusuz hazır olurum.”
Hazırlanacağına kuşku yok, sözle iş omuz omuza gider.
“Dinleyin!” dedim. “Sizi ne ürkütmek, ne de caydırmak isterim, ama sözlerimi anlamaya çalışın, vicdanınıza göre ölçün. Bakın, o ortamda büyümediniz, hayatınız iyi bir çevrede geçmiş; etrafınızda terbiyeli, ahlaklı, kavgasız gürültüsüz insanlar yaşıyor, ama oradakiler savaşıyor, kimi zaman ağır koşullarda insan çok farklı davranış özellikleri gösterir. Gece sabaha kadar tek tek hastaları yoklamışsın, onlara bakmışsın, oraya buraya koşturmuş, ayakta duramayacak derecede yorulmuşsun ve birden doktor -kendi halinde, iyi bir insan olabilir- daha birkaç dakika önce kol bacak kesmiş, canı burnunda, yorgun mu yorgun, size dönüyor: ‘Bozmaktan başka bir iş yapmıyorsun!’ diye durduk yerde bağırıyor. ‘Madem bu işe bulaştınız, daha dikkatli çalışmanız gerekir vs… vs… vs…’ Bu ağırlığı kaldırabilecek misiniz? Mutlaka hesaba katmanız gerekir bunları, anlattıklarım yalnızca en hafif olanları. Bazen insan en umulmadık olaylarla karşılaşabiliyor. Nihayet buna dayanabilecek misiniz? Gitmeye kesin kararlı olmanıza rağmen bu ağır koşullara dayanacağınıza gerçekten inanıyor musunuz? Ölümler, yaralılar, ameliyatlar… Görünce düşüp bayılmaz mısınız? Kişinin istenci dışında olur bunlar, bilinçsizce…”
“Eğer bana çalışmadığımı, işi bozduğumu söylerse, bu doktorun yorgun, sinirli olduğunu düşünürüm, içimden de kabahatli olmadığımı, verilen her görevi gerektiği şekilde yerine getireceğimi geçiririm.”
“Ama daha çok gençsiniz, kendinize nasıl hâkim olabilirsiniz?”
“Genç olduğumu da nereden çıkardınız? Ben artık on sekizindeyim, genç sayılmam…”
Sözün kısası, kızı ikna etmek olanaksızdı: Onu yüreklendiremediğimin üzüntüsüyle yarın olsun hiç düşünmeden giderdi kuşkusuz.
“Gidin öyleye!” dedim. “Tanrı yanınızda olsun! Olaylar yakında biter, çabucak dönersiniz.”
“O, elbette, sınava girmem gerek” dedi ve ekledi: “Ah, bana nasıl cesaret verdiğinizi bir bilseniz!..”
Aydınlanan bir yüzle çıkıp gitti, sanırım bir hafta sonra orada olacak.
Bu Günlüğün başında George Sand’la ilgili yazımda, onun çok beğendiğim erken dönem yapıtlarından birindeki bir genç kız karakterinden söz etmiştim. İşte aynı kız karşımdaydı. Özü sözü doğru, onurlu ve dürüst, ama ahlaksızlıkla iç içe yaşasa bile kendisine bulaşacağından asla korkmayan, gururlu, ahlak güzelliğiyle dolu, deneyimsiz bir kız… Sanki kendisinden bekleniyormuş gibi, özveri bir dava talebidir burada olan, başkalarından beklediğin ve talep ettiğin iyi adına ne varsa, tereddüt etmeden başlamaya kendini zorunlu hissetme inancıdır, son derece sağlam ve tinsel, ama heyhat, çoğu kez, ilkgençlik masumiyetine ve saflığına özgü bir inançtır. Ama asıl önemlisi, yine söylüyorum, bu davada ne en ufak bir şöhret peşinde koşma, ne kendini beğenmişlik, ne bireysel kahramanlık, ne de bir esrime söz konusudur, tersine, bu inancı günümüz gençliğinde, yeniyetmelerde bile sık sık görüyoruz.
Kızın bu gidişi üzerine ülkemizde kadınların yükseköğrenim talebini düşünmeden edemedim, zamanımız kadınının eğitime, ortak davaya katılma ve ciddi çalışma isteğine baktığımızda bunun ısrarlı bir talep olduğu görülüyor. Babalar ve anneler, çocuklarını gerçekten seviyorlarsa, kendileri için kızlarını buna hazırlamada ısrarlı olmak zorundadırlar diye düşünüyorum. Gerçekten yükseköğretim, kadınlarımız arasında başlayan bu heyecanı yatıştıracak kadar öneme, çekiciliğe ve güce sahiptir. Zihni güçlendirmek için, daha doğrusu çelişken, tutarsız düşünceleri gözetim altına almak için onların sorunlarına yalnızca eğitim yanıt verebilir. Bu kıza gelince, gençliğine üzüldüm, ama onu durduramazdım; başka türlü davranmak elimden gelmezdi, bir dereceye kadar bu yolculuğun ona yararlı olacağını düşünüyorum: Yine de orası kitaplarda yazılan dünya değil, soyut inançlara, görüşlere orada yer yok, ama ona ölçüsüz yarar sağlayacağı, geleceğe yönelik büyük bir deneyim kazandıracağı kuşkusuzdur, onu korumak için Tanrı yanında olacaktır. Burada gerçek hayatın ona hazırladığı bir ders var, burada kızın gelecekteki düşünce ve bakış açılarının derinliği var, burada mayıs Günlüğünde yer verdiğim canına kıyan bahtsız Pisareva gibi hayata küsmeyerek, yorulmayarak, onu hayata sıkı sıkıya sarılmaya yönelten, katıldığı davadaki değerler ve güzellikler üzerine ömrünün sonuna kadar geleceğe taşıyacağı kutsal hatıralar olacaktır.
Yine Kadınlar Üzerine
Bir Yazarın Günlüğü – Fyodor Dostoyevski