Küçük mutluluklarımın en büyüğü: Deniz Tutkusu – Mina Urgan

291

Deniz tutkum çok küçükken başladı. İyi yüzen annem Sefika, bir bebeğin korkmazsa boğulmayacağım bilirdi. Çünkü bebelerin doğal ortamı sudur. Ceninler su içinde yasarlar dokuz ay. Bir dergide, tüy gibi saçları kafalarına yapışmış, yüzleri gözleri ıslak, keyifle yüzen altı yedi aylık bebeklerin fotoğraflarını görmüştüm. Onları korkutan su değil, suyun soğukluğuymuş meğer. Eğer su beden ısısındaysa, bütün canlılar gibi, onlar da rahat rahat yüzerlermiş. Her beden suyun üstünde kalabildigine göre, insanın boğulmasının nedeni su değil, korkudur. Korkuya kapılıp, beş karış suda çırpına çırpına boğulanlar vardır.

Korkmadığımı bilen annem, beni kucağına alır, suyun üstüne bırakırdı. Daha sonraları, iki üç yaşındayken, sandaldan eğilip beni denize koyardı. Gözünü benden hiç ayırmadan, “gel, Mîna, gel” derdi bana. Ben de köpekleme yüzerek, sandalın peşinden giderdim. Annem, klâsik stilde kurbağalama yüzdüğünden, büyüyünce benim kulaç atarak yüzmemi hiç beğenmedi.

Sefika beğensin beğenmesin, iyi bir yüzücüydüm gençliğimde. Bir eylül günü, okullar yeni açılmışken, kaçmış, Moda plajında yüzüyordum. Sudan çıkar çıkmaz, tanımadığım iri yarı bir delikanlı yanıma geldi. “Fahri Bey seni istiyor, hemen gel” dedi. Ben, “Fahri Bey de kim oluyor? Ona neden gidecek misim?” diye terslendim. Ama delikanlı, beni kolumdan tuttuğu gibi, biraz ötede olan Fahri Bey’e sürükledi. Fahri Bey, o sıralarda ünlü bir deniz kulübünün kaptanıymış. Öyle sert, öyle gözü pek bir adammış ki, lâkabı “Yedi Belâ Fahri” imiş. Kırkında, yakışıklı bir adamdı. Benim yüzmemi beğenmiş, beni yetiştirecekmiş. Buna öyle sevindim ki, hemen çantama koştum, bir sigara alıp yaktım. “O ne? Yoksa sen sigara mı içiyorsun?” dedi Yedi Belâ. “Evet, içiyorum” dedim. “İçmeyeceksin! İste o kadar!” diye bağırdı. Ben, “içeceğim” diye direnince de, sigara içen birini yetiştirmek için bir tek dakikasını bile boşuna harcamayacağını söyledi; küfrede ede uzaklaştı. Yedi Belâ’nın yerden göğe kadar hakkı vardı elbette. Onun sözünü dinleseydim keşke. Hem sigaradan kurtulur, hem de belki yüzme şampiyonu olurdum gençliğimde.

Beş altı yaşındayken, Büyükada’da Yat Kulübü’ne bitişik büyük bir konakta oturan İtalyan kökenli bir aile vardı. Ailenin, kızıl saçlı, çilli ve yakışıklı büyük oğlu, beni çok sever, çok şımartırdı. Ondan hoşlanmamış baslıca nedeni, beni sırtına alıp tâ uzaklara açılmasıydı. Ata biner gibi sırtına oturur, düşmemek için suda koyulaşan kızıl saçlarına sıkı sıkı yapışırdım. Delikanlının adını çoktan unuttum da, sırtındaki çiller hâlâ gözümün önünde.

Çocukluğumda, deniz hep düşlerime girerdi. Hazreti İsa gibi dalgaların üstünde yürürdüm kimi zaman. Kimi zaman, eyersiz dizginsiz bir ata biner, atı dörtnala denize sürerdim. Simdi düşünüyorum da, erotik bir yanı olan bu çocukluk düşümün nedeni, çilli delikanlının sırtına binmemdi belki de. Zâten çocukluk arkadaşım “Fou Celâl” e bakılacak olursa, kadınların “erotojen” bölgesi bütün bedenlerine yayıldığı için, sular tarafından okşanmak üzere, denize girmeye bayılırlarmış.

Bebekliğimden beri denizle hasır nesir olduğum halde, denizde ya da deniz kıyılarında gördüklerim her zaman hayret uyandırır bende. Örneğin kirlenen Boğaz yüzülemeyecek hale gelmeden önce, sularda çok büyük denizanaları ortaya çıkmıştı. Bunlar, varlıklı ama zevksiz burjuvaların salonlarındaki mor ipekten yapılmış, o koskocaman, püsküllü sakil abajurlara benziyorlardı tıpkı. İnsana değince de, asit gibi yakıyorlardı. Ne var ki, genellikle denizlerde görünenler, bu devanaları gibi çirkin değil, güzeldir, çoğu zaman. Bir defasında, hava yeni kararmışken, büyük mavi bir yıldızın suya yansıdığını görmüştüm.

Bir yıldız değil, ancak batan ay böylesine belirgin gümüş bir iz bırakabilirdi suların üstünde. Hayran kaldım. Turgut Reis’ten Akyarlar’a doğru giderken, Fener denilen genis bir kumsal vardır. İçinde, camın ana maddesi silisyum bulunduğundan, kumsallar her zaman biraz ısıldar günesin altında. Ama bu kumsal baksa türlü ışıldıyordu. Oraya ilk gidişimde, elime bir avuç kum alınca, hayretlere düştüm. Hiçbir deniz kıyısında görmemiştim böyle bir şey: Kum cam kırıntılarıyla doluydu. Doğanın bize sunduğu küçük bir mucize saydım bu camlı kumu.

Anlaşılan deniz askı konusunda bana çeken torunum Yunus, küçükken onu zorla sudan çıkarınca, “Nene, bırak da suyu bir defa daha öpeyim” der, tuzlu suları içmek isterdi. Ben de çocukluğumda aynı şeyi yapardım herhalde.

Her koşul altında denizi sevdim. Ilık suları da, buz gibi suları da. Denize girmek beni bütün sıkıntılarımdan arındırır, dertlerimi alıp yok eder, hastalıklarımı iyilestirir. Ağır bronşitlerle denize girdim, öksürüğüm azaldı; yüksek ateşle denize girdim, ateşim düştü. Su sırada, seksen iki yasındayken ve dört kaburga kemiğim kırıkken, havalar biraz ısınınca denize gireceğim günleri özlemle bekliyorum. Eminim ki, altı aydır birbirlerine yapışamayan kaburga kemiklerim hemen kavuşacaklar; bu acıklı durumdan, yani kırık kemikli bir ihtiyar olmaktan kurtulacağım.

Hava kapalıyken de denize girerim. Hele yagmur altında yüzmek büyük bir keyiftir benim için. Zâten yağmura özel bir düşkünlüğüm vardır. Gökyüzünden yeryüzüne suların damlamasını doğal bir şey değil de, şaşılacak bir mucize saydım öteden beri. Kar yağınca da aynı hayranlığı duyarım. Eskiden yağmur ya da kar yağınca sokaklara fırlardım hemen. Simdi pencereme oturup seyrediyorum bunları. Üstelik, yağmura ve kara duyduğum aska yoğun bir suçluluk duygusu da karışıyor. Çünkü ben, damı akmayan sıcak evimden seyrediyorum bunları. Ama gecekondularda barınan fakir fukara yağmurun da karın da sadece kahrını çekiyor.

Denize girmek tutkusu deyince, çok garip bir olay gelir aklıma: Kadıköy iskelesinde vapurdan çıkmıs evime gidiyordum. Hava kararmak üzereydi; lapa lapa kar yağıyordu. Mühürdardan Moda’ya kadar uzanan o güzel gezi yolu yapılmamıştı henüz. Yola hemen bitişik, çakıl taslı daracık bir kıyı şeridi vardı sadece. İskeleyi geçip yolda yürürken, bir de baktım ki, suda biri var. Bu karda kışta denize girenin intihar etmek istediğim sandım ilkin. Yoldan atladım, çakıl taslarının üstünde koştum, “hemen geri dön!” diye bağırdım sudakine. Ancak dokuz on yaslarında bir oğlan görünce, allak bullak oldum. Giysilerini katlamış, çakıl taslarının üstüne koymuş, donuyla suya girmişti. Ben, “hemen çık!” diye bagırınca, çocuk korktu, sudan çıkıp eşyalarını kaptı, kaçmak istedi. Sıska bedeni buz tutmuş, zangır zangır titreyen oğlanı zorla tuttum. Kaskolumla onu biraz kurutmaya çalıştım. Bir yandan da, “anan nerede? Baban nerede? Nerede oturuyorsun? Seni taksiyle evine götüreyim” diyordum. Ama çocuk elimden kurtuldu, koşarak kayboldu karanlıklarda.

Nerdeyse otuz yıl önce oldu bu acayip olay. Ama kara gözlü, kara saçlı çocuk hâlâ aklımdan çıkmıyor. Yüzmeyi benim kadar sevse de, hava kararmış, lapa lapa kar yağarken acaba neden suya girmişti? Bilinçsiz bir intihar mıydı bu yaptığı? Yoksa deli miydi? O buz gibi sulara girdikten sonra zatürree falan olup ölmüş müydü acaba? Ölmemişse, simdi kırkında olmalıydı. Acaba nasıl gelişmişti, ne is yapıyordu? Yanıtsız kalacak bu sorular, bugün bile kafamı kurcalamakta.

O çocuk belki ölmüştür; ama kendim o buz gibi sulara seksenimde bile girseydim, gene de ölmezdim gibi geliyor bana. Çünkü denizin içinde ya da üstündeyken kendimi resmen ölümsüz hissederim. Karada her an ölebilirim. Bir otomobilin altında kalıp doğru öteki dünyayı boylamadığıma hâlâ sasıyorum. Neden derseniz, dogma büyüme bir kentli gibi değil, şaşkın bir köylü karısı gibi yürürüm sokaklarda. Bir defasında karsıdan karsıya geçerken, bir otobüsün arkasından çıkıverip, bir taksinin önünde buldum kendimi. Taksi saniyesinde durma-saydı ezilip gitmiştim. Delikanlı şoför, penceresini indirdi, ana avrat küfretti bana. Elimi kaldırıp, “ne dersen hakkın var” dedim. Genç şoför çok terbiyeliymiş aslında. Çünkü ben özür dileyince, “ah teyze! Ben sana nasıl söyledim o lâfları!” diye paralanmaya başladı. Onu bağışlamam için, beni arabasına bindirip ille gezdirmek istedi.

Karada ölmek çok kolay, ama denizde asla ölmem. Belki bu sarsılmaz inancım yüzünden, denizdeyken geçirdiğim iki rahatsızlığı da kolayca atlattım. Birincisinde Heybeli plajından suya girmiş, Kasık Adası’na yüzmüştüm. Dönüşte korkunç bir kramp girdi sol tarafıma. Ben kramp olayını, acemi yüzücülerin bir uydurması sanırdım. Öyle değilmiş meğer. El parmaklarımdan tutun da ayak parmaklarıma kadar, bedenimin bütün sol tarafı hem felce uğramış gibiydi hem de korkunç bir sancı içindeydi. Sırtüstü yatıp dinlenirsem geçer diye düşündüm. Ama o dayanılmaz ağrının geçtiği filân yoktu. Suda çırpmıyor, kıvranıyordum. Acaba hangisi daha yakın diye, Kasık Adası’na ve Heybeli’ye baktım. İkisinin tam ortasındaydım. Beni alacak bir sandal çıkar umuduyla Heybeli’ye yöneldim. Yüzmek için gereken hareketleri yapmamın yolu yoktu. Sağlam kalan sağ elimi suya sap sap vurabiliyordum ancak. Altımdan kocaman yunus balıkları geçiyordu. İki üç saatte Heybeli’ye varabildim. Kıyıya çıkınca bitik bir haldeydim. Ama boğulma olasılığı hiç aklıma gelmemişti gene de.

İkinci olayda, çok iyi bir yüzücü olan arkadaşım Dr. Fikret Ürgüp ile Kınalıada açıklarında yüzüyorduk. Birdenbire, sanki bir sis sokulmuş gibi, korkunç bir ağrı girdi sağ gözüme. “Fikret, bir balık gözümü soktu!” diye bağırdım. Fikret, “saçmalama!” deyip yüzmeye devam etti. Yüzümde müthiş bir zonklamayla kumsala döndüm. Beni görenler dehşete düştüler. İki gözüm de birer kan çanağına dönmüştü. Yüzüm de saatlerce yumruklanmışçasına çürümüş, mosmor kesilmişti. Denizden çıkan Fikret yanıma gelince, “inanmadın ama iste görüyorsun, balık soktu” diye söylendim. Fikret yüzümü dikkatle inceledikten sonra, “hayır, balık falan sokmamış, vagotoni” dedi. Vagotom’nin ne olduğunu açıkladı ama, pek anlayamadım. Bunun çaresinin ne olduğunu sorduğumda, sinir sisteminin gevşemesi gerektiğini söyledi. “Peki, nasıl gevşeyecek sinir sistemim?” diye sordum. Fikret, “simdi görürsün” demekle yetindi. Giyindik. Kınalı’da Ermeni sivesiyle “Garden” (jardin yani bahçe) denilen kır gazinosuna gittik. Fikret uğradığımız manavdan bir kilo şeftali almıştı. Ağaçların gölgesinde oturunca, önümüze bir büyük sise rakı getirildi. Benim o saatte, o öğle sıcağında, o sancıyla içmeye hiç niyetim yoktu. Ama Fikret, tepeden tırnağa hekim kesilivermisti. Önüme bir bardak rakı sürdü. “Vagoto-m’nin tek çaresi budur. İç!” diye emretti. Benim öteden beri saygım vardır tıp bilimine. Hem dâhiliye hem de psikiyatride iki uzmanlığı olan arkadaşım Fikret’e güvenmeyeceğim de kime güveneceğim? Şeftalileri meze ederek rakıyı içtik. Biraz sonra zonklama geçti. Akşamleyin gözlerim kan çanağı olmaktan çıktı; yüzüm normal rengine geldi. Fikret’in teşhisinin de, tedavisinin de yüzde yüz doğru olduğu anlaşıldı böylece. Deniz tutkuma bağlı iki isteğim oldu ömrüm boyunca. Ne yazık ki, ikisi de gerçekleşemedi.

Birincisi bir teknem olmasıydı. Ne han istedim ne apartman; ama o tekneyi siddetle istedim. Tıpkı büyük bir ütüye benzeyen, Mercedes otomobiller gibi varlıklıların toplumsal statüsünün bir belirtisi haline gelen o direksiz, yelkensiz, sâdece motörle isleyen lüks yatlara hiç mi hiç benzemeyecekti benim teknem. Dokuz on metre boyunda bir tirhan-dil olacaktı. (Bodrum’da herkes, “h” harfini atlayarak “tirandil” der bu tip teknelere. Oysa doğrusu, Cevat Sakir’in dedigi gibi “tirhandü”dir.)

Emekli olur olmaz, nisan basında, kimi zaman iki üç dostla, kimi zaman yalnız, tirhandilime binip oradan oraya yelken açacak, Türkiye’nin denizlerinde cirit atacaktım yedi ay. Ancak ekim sonunda karaya çıkacaktım. O küçük tekneyi alacak kadar, alabilsem bile bakımım sağlayacak kadar param olmadığından, bu düşüm bir gerçeğe dönüşemedi hiçbir zaman.

Vaniköy’de otururken, geceleyin Boğaz’dan geçen silepler beni büyülerdi. Nereden geliyorlar, nereye gidiyorlardı böyle? Kimi zaman kocaman bir davulun sesini çıkartırlardı karanlıklarda. Bu dramatik davul sesinin gizemini yıllarca sonra öğrendim: Yükleri hafifleyince, suya havadan çarpan pervanelerinden çıkarmış bu davul sesi. İste ikinci düsüm, bu gemilere benzeyen bir sileple uzun bir yolculuğa çıkmaktı. Lüks bir oteli andıran büyük bir yolcu gemisiyle degil; ya hiç yolcu almayan ya da ancak üç dört yolcu alan küçük bir sileple. O koskoca transatlantiklerde, altı katlı bir apartmanın en üst katmdaymıs kadar uzaksınızdır denizden. Oysa küçük bir silepte yakın bir ilişki kurarsınız sularla. Öyle yakın bir iliksi ki, suyun şıpırtısını duyarsınız. Elinizi aşağıya sarkıtsanız, parmaklarınız ıslanacaktır nerdeyse. Her bir yanı sıkı sıkı kapalı kutular gibi o iskeleden bu iskeleye seken deniz otobüslerinden hiç hoşlanmamamın nedeni de denizle iliksilerini kesmiş olmalarıdır. Bir tek kez bindim o kapalı kutuya; klostrofobiye kapılacaktım az kalsın. Oysa o güzelim eski sehir hatları vapurlarına binince, açık havada oturabilir, bir sigara yakıp çevrenize bakabilir, denizi görür, denizi duyarsınız. Deniz otobüslerinden yararlananlar, vakit kaybetmemek için binerlermiş o kapalı kutulara. Oysa benim hiç acelem yok. Çok vaktim var denizlerde harcayacak.

İdeal silebimin belirli ve kesin bir rotası olmayacak. Sahibi olan şirketten aldığı telgraflara göre, bir limandan ötekine yönelecek. Örneğin Liverpool’a gidiyorum diye bineceksiniz silebe.

Derken oradan bir haber alıp, Hong Kong’a dogru yol alacaksınız. Hong Kong’dan San Francisco’ya gidecek, San Francisco’dan Odessa’ya, Odessa’dan Amsterdam’a vb. Böylece, hiç görmediğiniz limanlan göreceksiniz, aylarca dolanacaksınız dünyanın okyanuslarında. Tirhandil düşü gibi, bu silep düşü de gerçekleşemedi hiçbir zaman.

Ne gariptir ki, o silebi hep özledim de, milyarder Hutton ailesinin The Sea-Cloud (Deniz Bulutu) adlı görkemli yatıyla Akdeniz’de on günlük bir tur atmak önerisini hiç çekici bulmadım.

1985’te, Bodrum’da, Orhan’ın Yeri’nde, çok sevimli Amerikalı genç bir çiftle dostluk kurdum. Az sayıda yolcu alarak, bir turizm şirketi hesabına bu yatı isletiyorlarmış. “Bodrum’a yatla geldiğimizde sizi de konuk etmek isteriz” dediler; telefon numaramı aldılar. Ben bunu, meyhanelerin sıcak havasında verilen ve dakikasında unutulan o hoş alaturka vaatlerden biri sandım. Meğer öyle değilmiş. Birkaç ay sonra, bana telefon ettiler. Bodrum’a varmışlar; ama yüz metre boyundaki yat rıhtıma yanaşmıyormuş. Aksama beni ve başka dostlarını almak üzere bir motor göndereceklermiş. Birlikte yemek yiyecekmişiz. Sonra öteki dostlar Bodrum’a geri dönecek, ben yatta kalacakmışım.

The Sea-Cloud’u uzaktan görebilmek için, hemen kumsala koştum. Dört direkli, bembeyaz, şahane bir gemiydi. O dört direğe bağlı tam otuz dört yelkeni olduğunu daha sonraları gemiyi gezerken örgendim. Hutton ailesi, 1932’de sâdece sekiz çift yolcu almak üzere sekiz kamaralı olarak yaptırmış bu yatı. Kamaraların sekizini de gezdik. Gemi kamaralarına değil, Belle Epoque denilen dönemin en lüks otellerinin suzte’lerine benziyordu bunlar. Hele Barbara Hutton’ın Gary Grant ile ya da başka ünlü bir sinema oyuncusuyla evliyken kullandığı şömineli, koskocaman yatak odasının mobilyaları, rüküş denecek kadar süslü geldi bana. Böylesine zevksiz bir burjuva süsünün denizle ilişkisini göremediğim için, genç çiftin onlarla birlikte Akdeniz turu yapma önerisini kabul etmedim. Etseydim tedirgin olacaktım. Çünkü yolcularla konuşmak, gerekirse İngiliz edebiyatı, özellikle Shakespeare üstüne küçük konferanslar vermek üzere davet ediyorlarmış beni. Ne var ki, kendim yaslı olduğum halde, gençlerden hoşlanırım. Bu yatta ise bir çeşit kültürel animatör olarak benden yararlanmak isteyen çiftten başka genç yoktu. Az sayıda yolcunun hepsi altmışın üstündeydi; çogu da kadındı. Çünkü malum ya, Amerikalı erkekler para kazanmak, çok çok para kazanmak amacıyla, stres altında fazla çalıştıklarından, eslerinden önce ölürler. Paraya konan dullar da, kırmızılar giyip, boyunlarına bes altı kilo ağırlığında gerdanlıklar ve zincirler, kulaklarına omuzlarına kadar sarkan küpeler takarak, ölen kocalarının kazandığı paralarla böyle pahalı gezilere çıkarlar. Bir Amerikalı turist grubuna bakarsanız, bu yüzden yaslı kadınların hep çoğunlukta olduğunu görürsünüz.

Yemek salonunda, o aşırı süslü kokonalardan biri piyano çalıp şarkı söylerken, bu şahane yat sinirime dokundu. İlkin hayran olduğum dört direğini de otuz dört yelkenini de, vahşi kapitalizmin en vahşisi olan Amerikan kapitalizminin bir ürünü olarak görmeye başladım. The Sea-Cloud benim yıllardır özlediğim tirhandile de, küçük silebe de hiç mi hiç benzemiyordu. Bir gemi değil, yüzen lüks bir oteldi sanki.

Deniz tutkumun doğal bir sonucu olarak, çocukluğumdan beri deniz kabuklarına merakım vardır. Onları küçükken de toplardım, simdi de topluyorum. Dalmam çoktandır yasaklandığı için, sığ sularda, kayaların arasında düşse kalka ararım onları. Bu yüzden kollarım bacaklarım yara bere içindedir. Bir defasında da dört dikiş atıldı kafama.

Deniz kabukları düşlerime bile girer. Saydam sularda ısıl ısıl ışıldarken görürüm onları. Elime almak için uzanırken, hep uyanırım. Dış ülkelere yolculuklarımda, deniz kabuğu satan dükkânların vitrinine baka baka içimi çekerim. Öyle pahalıdırlar ki, satın almamın yolu yoktur.

Beyoğlu’nda Oğuz Bey’in Denizkızı adlı dükkanında da içimi çekerim. Aynı tutkuyu paylasan eski dalgıç Oğuz Bey, derdimi anlar, bana deniz kabukları armağan eder ara sıra. Güzel bir deniz kabuğunun benim gözümde en pahalı mücevherlerden daha kıymetli olduğunu bilen arkadaşlarım dış ülkelerden döndüklerinde, Akdeniz’de ve Ege’de bulunmayan deniz kabuklarım armağan ederler. Bir defasında rahmetli arkadaşım Azra İnal, Uzakdoğu’dan bir harika almıştı bana. O deniz kabuğunun fiyatını öğrenen Türk hanımı, “ise yaramayan bu zırıltı yerine arkadaşınıza ipekten bir Çin elbisesi alsaydınız daha iyi olmaz mıydı?” diye sormuş. Azra da, “hayır, olmazdı” diye hanımı terslemiş. İyi ki, sık sık kongrelere giden arkadaşım ve doktorum Profesör Sengün Ulutin, dış ülkelerden aldığı deniz kabuklarının en güzellerini getirir bana. Bunları özel yaptırdığım vitrinlere ve evimin dört bir yanına koyduğum cam kâselere yerleştiririm. Konuklarım hayranlığımı paylaşmayınca; üstelik o doğa mucizelerini boyanmış sanınca, fena halde bozulurum.

Mina Urgan
Bir Dinozorun Gezileri

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz