FYODOR DOSTOYEVSKİ: HİÇBİR DEVİR ŞİMDİKİNDEN KÖTÜ OLMAMIŞTIR!

İnsanlardan az çok nefret edenler, Tanrıya inanmayı severler

— Fikrimce, bir kanaati olan her insanın bir duygu beslemeye hakkı vardır… tabii böyle bir kanaat için kimse kendisini kınamamak şartıyla… dedim.
Bunları cesaretle söylemiştim, ama sanki söyleyen ben değilim, ağzımda da sanki başkasının dili kımıldıyordu.
Dergaçov’un sözünü kesen, Kraft’a da Alman diye bağıran aynı ses, sözlerimi alayla
karşılayarak heceleri uzata uzata hemen seslendi :
— Acaba?
Onu bir hiç sayarak, sanki bana bağıran oymuş gibi, öğretmene döndüm.
Artık uçuruma yuvarlandığımı bile bile, hem de titreye titreye:
— Benim kanaatim şu ki, kimseyi yargılamaya hakkım yoktur dedim.
Gene hiçliğin sesi duyuldu:
— Neye bu kadar gizli?
Gözlerimi öğretmenin gözlerinin içine dikerek :
— Herkesin kendine göre bir ülküsü vardır, dedim, öğretmeme susuyor, gülümseyerek beni gözden geçiriyordu.
Hiç:
— Sizin de mi? diye bağırdı.
— Anlatması uzun sürer… Ama ülküm biraz da rahat bırakılmaklığımdır. Cebimde iki rublem varken yalnız kalarak hiç kimseye bağlı olmamak (hiç üzülmeyin, itirazları biliyorum), hiçbir şey de yapmamak isterim, hatta bay Kraft’ı uğruna çalışmaya davet ettiğiniz insanlığın o yüce geleceği için bile… En önde kişi hürriyeti, yani benim hürriyetim gelir, ondan ötesini bilmek bile istemem.

Bütün hata, kızmış olmamdaydı.— Yani, tok bir ineğin rahatlığını vazediyorsunuz.
— Varsın öyle olsun, inekten insana hakaret gelmez. Kimseye bir borcum yok, beni soymamaları, dövmemeleri, öldürmemeleri için de topluma vergi olarak birtakım paralar veriyorum, bundan fazlasını da benden hiç kimse isteyemez. Ben, kişi olarak belki de başka ülkülere bağlıyım, insanlığa hizmet etmek istersem belki de ederim, hem de belki bütün, o vaizlardan on kere fazla hizmet ederim; ancak hiç kimsenin bunu benden istemeye hakkı olmamalı, hiç kimse bay Kraft’ı zorladıkları gibi beni buna zorlamamalı; hattâ parmağımı bile kımıldatmasam gene tam mânâsiyle hür olmalıyım, insanlığa karşı sevgi duyuyorum diye herkesin boynuna sarılmak, yufka yüreklilik, edip göz yaşları dökmek gösterişten başka bir şey değildir. Hem de niçin yakınımı yahut sizin sözünü ettiğiniz  geleceğin insanlığını sevmeğe mecbur olayım, geleceğin o insanlığı ki kendisini hiç görmeyeceğim; o da beni hiç tanımayacak, o insanlık ki sırası gelince hiçbir iz, hiçbir hâtıra bırakmadan geçip gidecek (zamanın burada bir tesiri yoktur), o zaman sırası gelince toprak da bir buz parçasına çevrilerek kendisi gibi sayısı belirsiz buz parçalarıyla birlikte hava boşluğunda uçacak, yani bundan daha manasız bir şey akla gelmez!

İşte sizin nazariyeniz! Madem ki her şey bir dakika kadar kısa bir zaman sürüyor, neden ben mutlaka asaletli olmalıyım?
.. Ses:
— Hoppala! diye bağırdı.
Bütün bunları sinirli sinirli, hem de kızgınlıkla birdenbire bütün ipleri kopararak söyleyivermiştim. Çukura yuvarlandığımı anlıyordum, ama itirazlardan korkarak acele ediyordum. Saçma sapan, bağlantısız konuştuğumu, on düşünceden ancak birini anlatabildiğim! de çok iyi anlıyordum, ama onları kandırmaya, yenmeye acele ediyordum. Bu benim, için öyle önemliydi ki! Buna tam üç yıldan beri hazırlanmıştım! Ama işin hoş tarafı şu ki hepsi, birdenbire sustular, hiçbir şey söylemeden sadece dinlemeye başladılar. Bense hep öğretmene söylüyordum.
— Evet, efendim. Çok akıl ı bir adam; “Neden mutlaka asaletli olmak gerektir?”
sorusuna cevap vermekten daha zor bir şey yoktur, demiş. Biliyor musunuz, dünyada üç tip alçak vardır: safdil alçaklar, yani alçaklıklarının en yüksek asalet olduğuna kanaat getirmiş olan alçaklar, utanma duyan alçaklar, yani kendi alçaklıklarından utanan, ama mutlaka niyet edince gene başladıkları alçaklığı tamamlayan alçaklar, nihayet bayağı alçaklar, safkan alçaklar.
Müsaade buyurun, Lambert adında bir arkadaşım vardı, daha henüz on altı yaşındayken, fakirlerin çocukları açlıktan ölürken köpekleri ekmekle, etle beslemekten büyük bir zevk duyacağını, yoksuların yakacak bir şeyleri olmadığı zaman da bir ardiye dolusu odun satış alıp kırda yığarak yakacağını, yoksulara bir odun parçası bile vermeyeceğini söylemişti, işte onun duyguları! Şimdi söyleyin: “neden o mutlaka asîl olmalı?” diye sorduğu zaman bu safkan alçağa ne cevap verebilirdim? Hele çok değiştirdiğiniz bu zamanda… çünkü hiçbir devir şimdikinden kötü olmamıştır. Bizim toplumda hiçbir şey açıkça anlaşılmıyor, baylar. Siz, yaratanı inkâr ediyorsunuz, kahramanlığı inkâr ediyorsunuz, değil mi?

Öyleyse başka türlü hareket etmek bence daha kârlıyken hangi kör, sağır, duygusuz kuvvet beni şu veya bu şekilde hareket etmek zorunda bırakabilir? Diyorsunuz ki: “insanlığa karşı akıllıca davranmak da senin için bir menfaattir”; ya ben sizin o akılıca dediğiniz şeyleri, kovuşlarınızı, falanlarınızı akıllıca bulmuyorsam? Hem mademki dünyaya yalnız bir defa geliyorum, onlardan, insanlığın geleceğinden bana ne? Müsaade edin de kendi menfaatimi kendim bileyim, bunun böyle olması daha zevklidir. Mademki yasanıza göre fedakârlığıma karşılık bana ne aşk, ne gelecek dünyadaki hayatım verilecek, ne de kahramanlığım bir, kahramanlık olarak kabul edilecek, öyleyse bu insanlığınızın bin yıl sonraki geleceğinden bana ne? Hayır, mademki bu böyledir, ben de en kaba bir tarzda sırf kendim için yaşayacağım, benden başka da hepsinin canı cehenneme!

— Çok güzel bir dilek!
— Ama, daima beraber gitmeye de hazırım.
— Bu daha iyi! (Bu hep o ses).
Ötekilerin hepsi susmaya devam ediyor, beni gözden geçiliyorlardı; ama yavaş yavaş odanın her yanından gülüşmeler duyulmaya başladı, bu gülüşmeler henüz yavaştı, ama hepsi gözümün içine bakarak gülüyorlardı. Yalnız Vasin ile Kraft gülmüyorlardı. Siyah favorili bay da gülmüyordu, aynı zamanda da gözlerini gözlerimden ayırmadan dinliyordu.

Bütün vücudumla titriyerek:
— Baylar, dedim, ne olursa olsun ülkümü size söylemem, ama tersine, gene sizin görüşünüze göre sorayım, kendi görüşüme göre sorduğumu sanmayın, çünkü ben hepiniz bir araya gelseniz gene sizden bin misli fazla insanlığı severim! Söyleyin, (şimdi artık mutlaka cevap vermelisiniz, çünkü gülüyorsunuz) söyleyin peşinizden gelmem için beni ne ile kendinize çekebilirsiniz? Söyleyin, sizinkinin daha iyi olacağını ne ile temin edersiniz? Sizin o kovuşlarınızda kişiliğimin isyanım ne yapacaksınız? Sizinle karşılaşmayı çoktan istiyordum, baylar! Kovuşlarınız, beraber oturduğunuz evler, çocuksuz müşterek karılarınız olacak, işte gayeniz bu, bilmez miyim? Bütün bunlar için zekânızın bana temin edeceği o küçük ortalama menfaat için bir parça yiyecek, ısınacak şey için bütün kişiliğimi alacaksınız!

Müsaade buyurun: ötede karımı alıp götürecekler, hasmımın kafasını ezmemem için kişiliğimi yola getirebilir misiniz? Diyecekciniz ki o zaman kendin de akıl anmış olursun; ama kadın, tabii kendisine karşı az çok saygısı varsa, böyle bir koca için ne der? Bu tabiî bir şey değil yahu, utanın! Hiçin bir çeşit garez dolu sevinçle:
— Kadın meselesinde ustaymışsınız, doğrusu, dediği duyuldu. Bir an geldi ki üzerine atılıp yumruklamayı düşündüm. Bu orta boylu, saçları kızıla çalan, çili yüzlü birisiydi… e, bütün eşkaliyle cehennemin dibine gitsin.

İlk defa ona dönerek:
— Hiç üzülmeyin kadınlarla henüz hiçbir alışverişim olmamıştır, diye kesip attım.
Zaruri ihtiyaçlar.
— Burada kadınlar bulunduğu için onların önünde daha nazik bir tarzda söylenebilecek pek kıymetli bir bilgi!
Bu sırada hepsi birden bir kitle halinde kımıldadılar; şapkalarını almaya başladılar, gitmeye hazırlanıyorlardı, tabiî benim yüzümden değil, vakitleri gelmişti de ondan; ama bana karşı gösterdikleri bu ilgisizlik yerin dibine geçirdi beni. Ben de ayağa kalktım.
Öğretmen birdenbire yüzünde en alçakça bir gülümsemeyle bana doğru geldi:
— Müsaade ederseniz soyadınızı sorayım, demin hep bana bakıyordunuz? dedi.
— Dolgorukiy. .-‘”
— Prens Dolgorukiy mi?
— Hayır, sadece Dolgorukiy, eski kölelerden Makar Dolgorukiy’in oğlu, aynı zamanda da eski
efendim bay Versilov’un gari-meşru oğlu. Hiç üzülmeyin, baylar, bunları hemen boynuma sanlasınız, biz de içlenerek hep birden danalar gibi böğürüp ağlayalım diye söylemiyorum. Şiddetli, hem de en laubali kahkaha gürleyişi birdenbire top gibi patladı, öyle ki kapının arkasında uyuyan çocuk uyanarak viyaklamaya başladı. Hırsımdan tir tir titriyordum. Hepsi Dergaçov’un elini sıkarak bana hiç aldırış etmeden çıkıp gidiyorlardı.

Kraft, beni dürterek;
— Gidelim, dedi.
Dergaçov’a yaklaştım, bütün kuvvetimle elini sıkarak gene var kuvvetimle birkaç defa sarstım.
Dergaçov;
— Kudryumov hep sizi kırdığı için özür dilerim, dedi. (Kudryumov, o çil i adamdı).
Kraft’m arkasından gittim. Hiçbir şeyden utanmıyordum. Tabii o zamanki benle şimdiki ben arasında dağlar kadar fark var.
“Hiçbir şeyden utanmamaya” devam ederek, Kraft’ı ikinci derece bir insan saydığım için kendisinden biraz geride kalıp daha merdivende Vasin’e yaklaştım, sanki bir şey olmamış gibi, en tabiî bir tavırla sordum;
— Siz galiba babamı, yani Versilov’u tanıyordunuz?
Vasin hemen;
—• Doğrusu kendisiyle tanışmıyorum, diye cevap verdi, (bunları söylerken de kibar kimselerin, kepaze olan insanlarla konuşurken takındıkları o insanın gücüne giden nezakete hiç baş vurmadı); ama kendisini biraz tanıyorum, bîr zamanlar karşılaşmış, hattâ konuşmasını dinlemiştim.

— Mademki dinlemişsiniz, öyleyse pek tabiî olarak onu biliyorsunuz demektir, çünkü siz, sizsiniz!
Hakkındaki düşünceniz nedir? Böyle acele sorduğum için özür dilerim, ama bunu mutlaka bilmem gerekir Yani onun hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Daha doğrusu sizin fikriniz bana çok lâzım.
— Bana çok şey soruyorsunuz, doğrusu. Fikrimce bu kendi nefsinden birçok şeyler istiyebilecek, hem bunları yerine getirebilecek bir insandır, ancak hareketlerinde hiç kimseye hesap vermek istemez.
— Bu doğru, evet, pek gururlu bir adam! Ama bakalım temiz bir insan mı? Bana bakın, onun katolikliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Ha sahi, bu yolda belki bir şey bilmiyorsunuz, bunu düşünemedim…
Böyle heyecanlanmış olmasaydım, hiçbir zaman konuşmadığım, sadece adını duyduğum bir insanı tabiî boşu boşuna soru yağmuruna tutmazdım. Vasin’in benim bu deliliğimin farkında olmamasına şaşıyordum.

Gene eski sakin haliyle:
— Buna dair de bir şeyler duymuştum, ama ne dereceye kadar doğru olabileceğini bilmiyorum, dedi.
— Asla! Bu onun için uydurulan bir yalandır! Onun Tanrıya inanabileceğim sanır mısınız?
— Demin sizin de söylediğiniz gibi, pek gururlu bir insandır, pek gururlu olan insanların çoğu, hele insanlardan az çok nefret edenler, Tanrıya inanmayı severler. Kuvvetli insanların çoğunun, galiba, önünde tapınacak bir kimse yahut bir şey arayıp bulmak gibi bir ihtiyaçları
vardır. Kuvvetli bir insana bazen kendi kuvvetini taşımak pek güç gelir. Ben gene;
— Beni dinleyin, herhalde çok, çok doğru olmalı! diye bağırdım, ancak şunu anlamak isterdim ki…
— Bunun sebebi apaçık: bu gibiler, insanlara tapmamak için Tanrıyı seçerler; bunun, kendi varlıklarından nasıl meydana geldiğinin tabiî farkında olmazlar; Tanrıya tapmaksa o kadar güce gitmez. Bu gibilerin arasından, bütün kalpleriyle Tanrıya inananlar, daha doğrusu, bütün kalpleriyle inanmak istiyenler çıkıyor; ama bu inanmak isteğini onlar iman olarak kabul ediyorlar. İçlerinden en sonunda sık sık hayal kırıklığına uğrayanlar oluyor. Benim düşünceme göre bay Versilov’-un karakterinde pek samimi taraflar da var. Hem umumiyetle o bende kendisine karşı ilgi uyandırmıştır.
— Vasin diye! bağırdım, beni sevindiriyorsunuz! Zekânıza şaşmıyorum, hayır,, bu kadar yüksekte duran bir insan olduğunuz halde sanki hiçbir şey olmamış gibi benimle yan yana yürüyerek böyle sade, böyle nazik konuşmanıza şaşıyorum!

Vasin gülümsedi:
— Beni pek fazla övüyörsunuz, orada olanlar da mücerret şeylerden konuşmasını sevdiğiniz için olmuştur. Anlaşılan bundan önce uzun zaman susmuştunuz.
— Tam üç yıldan beri susuyordum, üç yıldan beri konuşmaya hazırlanıyordum… Beni bir budala olarak kabul edemezsiniz, çünkü çok zekisiniz, gerçi bundan daha budalaca hareket etmek imkânsızdır, ama beni belki de bir alçak sayabilirsiniz! ,
— Alçak mı?
— Evet, şüphesiz, Versilov’un gayrimeşru oğlu olduğumu söyleyerek… bir kölenin oğlu oluşumla övündüğüm için gizliden gizliye benden nefret etmiyor musunuz?
— Kendinize çok eziyet ediyorsunuz. Fena bir şey söylediğinize inanıyorsanız, bunu bir daha tekrar etmemek yeter; önünüzde daha eli yıl ömrünüz var. ,
— Oh, zaten insanların arasında konuşmadan susup oturmam gerektiğini biliyorum. Bütün alçaklıklardan en kötüsü başkalarının boynuna sarılmaktır; bunu demin onlara söylemiştim, bakın işte ben de şimdi sizin boynunuza sarılıyor, size yaltaklanıyorum : Ama arada bir fark var, var değil mi? Bu farkı anladıysaynız, anlayabildiyseniz bu anı kendim için kutsal sayarım.
Vasin gene gülümsiyerek :
— istediğiniz zaman bana gelin, dedi. Şimdi çok işim var, çalışıyorum, ama gelirseniz memnun olurum.— Demin orada yüzünüze bakarak, karakteri çok çetin, duygularını başkalarıyla paylaşmayan bir insan olduğunuza kanaat getirmiştim.
— Bu, belki de çok doğrudur. Geçen yıl Luga’da kızkardeşiniz Lizaveta Makarovna ile tanışmıştım…
Kraft durdu, galiba sizi bekliyor, başka sokağa sapacak.
Vaşin’in elini sıktım, ben Vasinle konuşurken hep önden giden Kraft’a koşarak yetiştim, Hiç konuşmadan evine kadar gittik; henüz onunla ne bir şey konuşmak istiyor, ne de konuşabiliyordum.
Kraft’ın karakterinin en belirgin vasıflarından biri de nezaketiydi.

Fyodor Dostoyevski
Kaynak: Delikanlı 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz