6. Latin Amerika Sinemasından Bir Örnek…
<öncesi] Bu sinemanın manifestosunu ve en etkin örneğini Fernando Solanas ve Octavio Getino artık efsaneleşen Fırınların Saati adlı filmiyle verdi.[32] Filmin yapım tarihi tarihsel bir dönem olarak 1968 yılına denk düşmüştür; bu dönem bir bütün olarak devrim öforisinin olduğu (aşırı zindelik hissi) bir dönemdir. “Fırınların Saati” bir manifestoyla birlikte üretildi ve aynı zamanda kendisi bir manifesto olarak kullanıldı. Üretiminden gösterimine her aşamada militan olarak tasarlandı ve geniş bir katılımla tartışıldı. Deyim yerindeyse, bugün Latin Sineması denildiğinde dünya genelinde akla gelen ilk film Fırınların Saati olmaktadır.
Tam da 68 baharında bu film sansür için özel olarak üretilen bir kurguyla başarıyla geçmiş ve bütün gösterimleri bir siyasal forum halinde yapılmıştır. Neredeyse Arjantin’in tüm nüfusunu (4 milyon) aşan sayıda izleyici Latin Amerika’da bu filmi seyretmişti.[33] Filmin kurgusu değiştirilmiş ve bir karmaşa içerecek hale getirilmişti, izleyicilere seyrettirilecek kopyada metin yeniden yazılmış ve öykü, belgeler ve diyaloglar yeniden kurgulanmıştı.
Getino-ve-Solanas sinemayı bütünüyle yeniden tanımladılar ve kendilerine örnek olarak Küba Devriminin büyük önderlerinden Che’de gördükleri yeni insan için, yarının sanatı için çalışan özgürlükçü ve anti-emperyalist olarak nitelediler. Sinema tanımları ayrı bir terminolojiye sahipti; gerilla mücadelesinden aldıkları imgelerle yüklü olarak film bir “fitil”, kamera bir “tüfek”, projektör ise “saniyede 24 kare ateş edebilen bir silah”tır. Sinemacı da, “palasıyla kendine açtığı yoldan ilerleyen” bir gerillaya benzetilir. Solanas ve Getino için, sinemanın sömürgecilikten-arındırılması birbirini tamamlayan iki işlem içerir: sinemanın eski algılanış biçimleri ile sömürgecilik ve yeni-sömürgeciliğin biçimlendirdiği eski imajı yıkmak ve “tüm ifade biçimlerinde doğruyu yeniden yakalayan, yaşayan bir gerçeklik kurmak”, yani yeni bir sinema yaratmak.
Fırınların Saati üç bölümden oluşuyordu; “Yeni Sömürgecilik ve Şiddet”, “Kurtuluş için Eylem” ve “Şiddet ve Kurtuluş”. Hem bir belgeseldi, hem de emperyalizmin kültürel ve siyasi egemenliğinin ve etkilerinin acımasızca eleştirildiği didaktik bir yapıya sahip bir kolâjdı. Ancak film malzemesini inanılmaz dolaylı yollardan edinmiş ve özellikle 1945 sonrası Arjantin’in siyasi tarihini yeniden yazmıştı. Dolaylı yollardan edinmişti, çünkü tarih boyunca Arjantin’deki siyasal mücadeleler içinde çekilen görüntülerden derlenmişti, bunun için ciddi olarak araştırılmış, elde edilen görüntüler bunlar için yazılan metinlerle birlikte kurgulanmıştı. Doğrudan film için çekilen sahneler filmin onda birini bile oluşturmuyordu. Fırınların Saati bir anlamda 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Arjantin’in tarihini siyasal olarak yeniden yazıyordu. Dahası bir eylem planı içeriyor ve yeni Arjantin’in nasıl kurulacağını geçmişin tarihinden ve bu tarihin eleştirisinden çıkarmaya çalışıyordu. Bir yandan Arjantin özelinde bir çalışma iken, kurtuluşa ilişkin bütün fikirler Latin Amerika’nın geneline uyarlanabilecek ve bütününün kurtuluşu için tasarlanmış bir projeyle ilişkilendiriliyordu. Film bir militan eylem gibi tasarlanan gösterimlerinde her bölüm sonunda projeksiyon cihazı durdurulup seyircilerle tartışılıyordu, bu tartışmalara seyirciler kendi hazırladıkları görsel ve işitsel malzemeleri sunarak katılan izleyiciler tartışmanın baş aktörleri oluyordu. Böylece hiç kimse seyirci kalmıyor, bir şekilde filmin eylemcisi/oyuncusu haline geliyorlardı. Zaten filmin oluşumunda bütün Arjantin’in mücadeleci insanları el birliği etmiş, gönderdikleri mektuplarla Arjantin’deki direniş mücadelesinin ayrıntılarıyla yeniden yazılmasına çalışılmıştı. Ayrıca 1955’teki seçimlerde toplumun üçte ikisinin desteğini alan Peron’la geçmiş üzerine Brezilya’da film için yapılan 2 Eylül 1968 tarihli söyleşiyi aktarıyordu;
“General hükümetinizin devrilmesinden 13 yıl sonra ortaya çıkan olaylarla ilgili nasıl bir öz-eleştiriniz olacaktır?”
“Peron: bu soru çok soruldu bana, zaman zaman kendim de sordum. Kuşkusuz, Arjantin’li seçmenlerin üçte ikisinin oylarını alarak hükümet kuran bir hareket gerçekleştirdik. Bu sonradan seçmenlerin yaklaşık %70’ine ulaştı. Biz savunduğumuz devrimci reformları, kansız bir devrim aracılığıyla gerçekleştirmeye adamıştık kendimizi. Bu yüzden ilk yıkıcı şiddet hareketleri gerçekleştiğinde, özellikle de generaller bu şiddete başvurduğunda onları adalete teslim etmek zorundaydık. Adalet de onları hapse mahkûm etti. Kuşkusuz şiddete şiddetle karşılık verseydik onları vurmak zorunda kalacaktık ki, bu de belki hepsine bir son verecekti. Böylece 16 Eylül 1955’e geldik, bazı generaller birliklerinin başında ayağa kalkmışlardı. Onları gayet güzel ezebilirdik. Başkanlık ofisinde danışmanlarımla yaptığım bir toplantıyı anımsıyorum. Askeri Sekreterim General Molina dedi ki, “Peron’un yerinde olsaydım dövüşürdüm.” Ben de ona “Molina’nın yerinde olsaydım ben de dövüşürdüm” dedim. Ama omuzlarımda çok ciddi bir sorumluluk vardı. Bunu o sırada bütün yetkimi kullanarak savunmalıydım. Bu yüzden hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Ülkede ulusun üstünde hiçbir şeyin olmadığını düşündüm ve dokuz yıldır gerçekleştirdiğimiz her şeyi yağmalayacak olan olası bir şiddet karşısında teslimiyet tercih edilebilir bir şeydi. Cumhuriyeti bir iç savaşa, kanlı bir çatışmaya sürüklemek istemedim. Böylece, geriye istediklerini yapmalarına izin vermekten başka yapacak bir şey kalmadı. Adaletçilik, doğru bir şey idiyse geri dönecekti. Yanlış bir şey idiyse de geri dönmemesi belki daha iyi olacaktı. O zamandan bu yana neredeyse 13 yıl geçti. Elbette, geçen zamanla düşüncelerim de değişti. Bugün, ciddi bir hata yaptığımı düşünüyorum. Bütün isyancı generalleri, ihanet içindeki şefleri, memurları kurşuna dizerek bir seferlik başlatmalıydım ve bu isyanı, bizi nasıl bir şiddetle devirmek istiyorlarsa, aynı şiddetle bastırmalıydım. Şu an bunu yapmak zorunda olsam, yapardım. Çünkü bugün o sıralar bilmediğim şeyleri biliyorum, bu insanlar ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüğü yapacaklardı. Böylesine vatan düşmanı Arjantinliler olabileceğini, ülkeyi istedikleri yere götürebileceklerini asla düşünmedim. Bu yüzden, şimdi 13 yıl sonra, düşmanı yok etmeliydim diye düşünüyorum, çünkü sadece bizim değil, Cumhuriyetin de düşmanıydı.”
…
Benzeri bir süreç Allende başkanlığındaki Şili’de de yaşandı, aynı şekilde CIA işbirliğindeki Pinochet başkanlığındaki generaller halkı ve başkanlık sarayını topa tuttular ve ardından sayıları milyonu bulan insanı katlettiler, bu film Arjantin’deki darbenin hemen öncesinde bitirildi ve yaygın olarak Latin Amerika’da militan olarak gösterildi. Bu filmin bitmesinden yaklaşık 36 yıl sonra bir başka Latin Amerikalı devrimci sinemacı Guzman Şili ve Allende üzerine film (2004) yaptı; benzeri bir söylem tutturuluyor ve Peron’dan sonra daha sosyalist Allende’nin de kendi muhaliflerine karşı benzeri hataları yaptıkları açığa çıkıyordu. Solcu bir iktidar kendisine karşı emperyalizmle işbirliği içinde darbe hazırlıkları yapan askerlere karşı yumuşak ve uyumlu hareket ettiğinde ve halkı silahlandırmadığında darbe yapılıyor ve sonuçta sayıları milyonları bulan insan öldürülüyor ve bu ülkeler bir işkence merkezi haline geliyordu. Bu ülkelerdeki askeri diktatörlükler Amerika tarafından doğrudan destekleniyor, dahası halkın seçtiği iktidarlara karşı ABD CIA aracılığıyla bizzat darbeyi planlıyor ve darbe sonrasında siyasal baskı dönemini bizzat yönetiyordu. Bu anlamda işkencelerin yapılmasından bizzat işkence aletlerine kadar gerekli teknoloji ve deneyimin alt yapısını ABD sağlıyordu. Gerek Arjantin ve gerekse Şili’de darbeyi yapan askerler (generaller) School of Americas üst başlığındaki ABD’de emperyalizm yanlısı asker yetiştirmek amacıyla kurulan askeri okullarda yetiştiriliyor ve alçakça bir Amerikan hayranlığı hissediyorlardı.
…
Fırınların Saati’ne dönersek, film bir bütün olarak Latin Amerika devrimini öngörüyordu ve tek bir kıta hükümeti kurulmasını hedefliyordu. Filmin sınıfsal kimliğini çok iyi açıklayan bir yerel halk şarkısına kulak vermek insanı etkiliyor;
Bir gün sordum, baba Tanrı nerede?
Bir gün sordum, baba Tanrı nerede?
Babam bir ciddileşti, hiç cevap vermedi.
Babam madende öldü, ta ocağın dibinde.
Madencinin kanı, patronun altınının rengindedir.
Madencinin kanı, patronun altının rengindedir.
Sonra ağabeyime sordum, Ne bilirsin Tanrı hakkında?
Sonra ağabeyime sordum, Ne bilirsin Tanrı hakkında?
Ağabeyim indirdi gözlerini, hiç cevap vermedi.
Ağabeyim çorak dağda yaşar, bilmez çiçekleri.
Ter, sıtma, yılanlar, işte ormancının hayatı.
Sakın kimse sormasın ona, Tanrı nerededir diye.
Öyle mühim bir efendinin ne işi var onun evinde.
Öyle mühim bir efendinin ne işi var onun evinde.
Yollarda türkü söylerim, ne zaman hapse düşsem…
Yollarda türkü söylerim ne zaman hapse düşsem…
Benden güzel söyleyen insanları duyarım.
Tanrı yoksulları esirger mi?
Belki evet belki hayır.
Ama şu kesin ki yemeğini
Patronun sofrasında yer.
Ama şu kesin ki yemeğini patronun sofrasında yer.
Bir şey varsa dünyada Tanrıdan da önemli…
Kimse kan tükürmemeli daha iyi yaşasın diye birileri.
Kimse kan tükürmemeli daha iyi yaşasın diye birileri.
Zahit Atam
Sinema Tarihçisi, Birgün Gazetesi Yazarı
Yeni Sinema Dergisi Yazarı ve Yayın Kurulu Üyesi
Dip notlar
32 Çözümlememi daha çok Brezilya kökenli Cinema Novo akımı üzerine oturtmama karşın, örnek film olarak bir Arjantin filmini almamın nedeni bu filmin kopyasının ve altyazılarının elimde olmasıdır. Fakat karşılıklı olarak hem Yeni Sinema’nın hem de Arjantinli sinemacıların çıkış noktaları aynıydı ve ulusal bir özgürlük mücadelesinden ziyade bir kıtanın özgürleşmesini amaçlıyorlardı, ancak her biri kendi ülkelerine özgü tarihsel koşullarda ve farklı örgütsel süreçlerle karakterize olan bir sinemasal çıkışın izlerini taşıyorlar.
33 (Filmden yapılan tüm alıntılar 2008 yılında Uluslar arası Film Festivali’nde Fırınların Saati’nin gösterimi için birkaç dilden edinilen altyazıların Festival kapsamında gösterimi için yapılan çevirisinden alınmıştır. Kuruma başvurarak filmin bütün altyazılarını aldım, dolayısıyla bu metinler, içerdiği şarkı, film için çekilen çok az sayıdaki özgün görüntünün büyük bir bölümünü oluşturan Peron ile söyleşi gibi bölümlerin hepsi “Fırınların Saati” adlı filmin tekstinden aktarılmaktadır. Bu nedenle İstanbul Kültür ve Sanat Kurumuna bu teksti kullanmamı olanaklı kıldığı için ve çevirmenine teşekkürlerimi bildirmek isterim. Daha önceki metin içinde şiddet ve mücadelenin bir unsuru olarak Solanas ve Getino’nun Üçüncü Sinemaya Doğru manifestosundan yapılan alıntı bu kez filmi çözümlemek için ikinci kez kullanılmıştır. Daha önceki aşamada sömürge ülkelerinin aydınları-militanları-sanatçıları için kendi topraklarının nasıl şiddetle yüklü olduğunu anlatmak için kullanmıştım. Bu kez bu “Fırınların Saati” adlı filmin çözümlenmesi için kullanıyorum).
34. Bakınız, New Latin American Cinema, editör: Michael T. Martin, Volume One, ayrıca bak: “An “Other” History: The New Latin American Cinema”, Ana M. Lopez, s. 140. Ayrıca bakınız İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Film Festivali Kitabı 27 (2008), s. 262.
KAYNAKÇA
1.Armes Roy, Third World Film-making and the West, University of California Press, 1987. 2.Michael T. Martin (editör), New Latin American Cinema Volume One (Theory, Practices, and Transcontinental Articulations), Wayne State University Press, Detroit, 1997.
3.Tobby Miller, Nitin Govil, John McMurria, Richard Maxwell, Ting Wang, Global Hollywood 2, BFI Publishing, 2005.
4.Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, versus yayınları, 2007, çevirmen Şen Süer.
5.Prof Dr. Esra Biryıldız ve Zeynep Çetin Erus (editörler), Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması, Es Yayınları, 2007
6.Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi cilt 1-8.
7.Fernando Solanas ve Octavio Getino, Üçüncü Sinemaya Doğru Manifestosu, 1968, Yeni İnsan Yeni Sinema Dergisi, sayı 10.
8.Glauber Rocha, Bir Açlık Estetiği, Yeni İnsan Yeni Sinema Dergisi, sayı 22, Kış 2009, çeviren Zahit Atam.
9.İKSV, 27. Uluslar arası İstanbul Film Festivali, 2008.
10.Fırınların Saati adlı filmin altyazıları, yönetmenler: Fernando Solanas-Ottavio Getino.