“Eleştirmeden önce anlamaya çalışın!” Kitap Nasıl Okunmalı? – Virginia Woolf

Evvela, başlığımın sonundaki soru işareti üzerinde durmak isterim. Bu soruyu kendime göre cevaplasam bile, cevap yalnızca benim için geçerli olacaktır, sizin için değil. Aslında okumak konusunda birine verilebilecek en iyi tavsiye, tavsiye almamasını, kendi içgüdülerini dinlemesini, kendi mantığını kullanmasını ve kendi sonuçlarına varmasını söylemektir. Şayet bu hususta anlaştıysak, birkaç fikir ve öneri ortaya atmamda bir sakınca yok çünkü zaten sizler bu fikir ve önerilerin, özgürlüğünüzü, yani bir okurun sahip olabileceği en önemli niteliği baltalamasına izin vermeyeceksiniz. Gerçi kitaplar konusunda nasıl yasa konulabilir ki? Waterloo savaşının tarihi belli; fakat Hamlet’in Kral Lear den daha iyi bir oyun olup olmadığı belli mi? Kimse söyleyemez bunu. Herkes kendi kararını kendi vermek zorunda. Ne kadar dört başı mamur giyinip gelseler de, otoritelerin kütüphanemize girmelerine ve nasıl okuyacağımızı, ne okuyacağımızı, okuduklarımızı nasıl değerlendireceğimizi söylemelerine izin vermek, özgürlük ruhunu, yani bu sığınakların, bu mabetlerin yegane nefesini yok etmek demektir. Başka her yerde yasalar ve gelenekler elimizi kolumuzu bağlıyor olabilir ama burada asla.

Ancak özgürlüğün tadını çıkarmak için de, klişe bir söz olacak mazur görün ama kendimizi kontrol etmek zorundayız.  Güçlerimizi beceriksizce ve cahilce sağa sola saçmamalıyız, tek bir gül dalını sulamak için evin yarısını su altında bırakamayız; güçlerimizi eğitmeliyiz, kesinlikle ve etkin bir şekilde, derhal oracıkta. Bu, belki de bir kütüphanede karşımıza çıkacak ilk zorluktur. “Derhal oracıkta” nedir peki? Oracıkta, üst üste yığılmış bir keşmekeş gibi görülebilir. Şiirler ve romanlar, tarih yazıları ve hatıralar, sözlükler ve basılı raporlar, her mizaçtan, ırktan, yaştan, dilden kadın ve erkeklerin yazdığı kitaplar rafın üzerinde birbirlerini itiştirip dururlar.
Dışarıda ise eşekler anırır, tulumbanın başındaki kadınlar dedikodu yapar, taylar tarlalar boyu dört nala koşarlar. Peki, biz nereden başlamalıyız? Her taraftan bastıran bu kaosu nasıl düzene sokmalı ve böylece okuduklarımızdan en derin ve en zengin nasıl hazza ulaşmalıyız?

Kitaplar kendi aralarında sınıflara ayrıldığından (roman, biyografi, şiir gibi), kitapları ayırmak ve her birinin bize sunabileceği en doğru şey neyse, onu almak gerektiğini söylemek kolaydır. Ne var ki çok az insan kitaplardan, kitapların bize verebilecekleri şeyleri ister. Çoğu zaman bulanmış, karmakarışık olmuş zihinlerle alırız kitapları elimize; romanın doğruyu anlatmasını, Şiirin yalan söylemesini, biyografinin methiyeler düzmesini, tarih yazılarının da önyargılarımızı desteklemesini bekleriz. Okurken tüm bu peşin hükümlerimizi def edebilirsek, işte bu şahane bir başlangıç olur.
Yazarınıza emir vermeyin; o olmaya çalışın. Onun mesai arkadaşı ve işbirlikçisi olun. Şayet gönülsüz olursanız, kendinizi geri çekerseniz ve ilk etapta eleştirmeye başlarsanız, okuduklarınızdan mümkün olan en yüksek değeri alma yolunda kendinize ket vurmuş olursunuz. Ancak zihninizi mümkün olduğunca açarsanız, cümlelerin akışından ve kıvrımından neredeyse görülemez incelikteki işaretler ve ipuçları sizi hiç kimseye benzemeyen bir insan evladının huzuruna çıkaracaktır. Burada bekleyip demlenin biraz, burayı tanıyın ve çok geçmeden yazarın size çok daha kesin bir şeyler verdiğini ya da vermeye çalıştığını göreceksiniz.
Bir romanın otuz iki bölümü (evvela bir romanın nasıl okunacağını ele alacak olursak), tıpkı bir bina gibi biçimli ve kontrollü bir yapı meydana çıkarma girişimidir; ne var ki kelimeler, tuğlalar kadar somut ve sert değildir; okumak ise görmekten daha uzun ve daha karmaşık bir süreçtir. Belki de bir romancının ne yaptığını anlayabilmenin en hızlı yolu okumak değil, yazmaktır; kelimelerin zorluklarını ve tehlikelerini kendi başınıza deneyimlemenizdir. Sonrasında da üzerinizde bariz bir etki uyandırmış olan bir olayı hatırlayın; mesela sokağın köşesinde birbiriyle konuşan iki insanın yanından nasıl geçtiğinizi. Bir ağaç sallandı; bir lamba yanıp söndü; komik bir konuşmaydı ama trajikti de; tam bir görü, bütün bir mefhum o anın içinde barınıyor gibidir.

Ancak bu anı kelimelerle yeniden inşa etmeye kalkarsanız anın birbiriyle çatışan binlerce izlenime parçalanıp dağıldığını göreceksiniz. Bunların bazıları bastırılmalı, diğerleri ön plana çıkarılmalı; bu süreçte de muhtemelen duygunun üzerindeki bütün hakimiyetinizi kaybedeceksiniz. Sonra kendi dağılmış ve bulanmış sayfalarınızdan başınızı çevirip Defoe, Jane Austen, Hardy gibi büyük yazarların ilk sayfalarına bir bakın. Şimdi onların ustalıklarının hakkını daha iyi verebileceksiniz. Bu romanlarda yalnızca başka bir insanın yani Defoe’nun, Jane Austen’in ya da Thomas Hardy’nin huzuruna çıkmakla kalmıyoruz, bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Burada, Robinson Crusoe da çıplak yolda güçlükle ilerliyoruz; olaylar birbirini kovalıyor; gerçekler ve gerçeklerin oluş sırası yeterli geliyor. Ancak açık hava ve macera Defoe için her şeyken, Jane Austen için hiçbir şey ifade etmiyor. Onun dünyası misafir odası, konuşan insanlar ve birçok aynayla konuşmalarının, karakterlerini ortaya çıkaran yansımaları. Ve şayet kendimizi misafir odasına ve odadaki yansımalara alıştırırsak, Hardy’ye baktığımızda bir kez daha çevresinde hızla dönmüş oluruz.
Etrafımız çalılıklarla çevrilidir ve tepemizde yıldızlar vardır. Zihnin öbür yüzü açığa çıkar şimdi; birileriyle beraberken ağır basan aydınlık yüzü değil de, yalnızlıkta kendini gösteren karanlık yüzü. İlişkimiz insanlarla değildir artık, tabiat ana ve kaderin kendisiyledir. Yine de bu dünyalar birbirinden ne kadar farklı olsa da, her biri kendi içinde tutarlıdır. Bu dünyaların yaratıcıları kendi bakış açılarının yasalarını dikkatlice gözler ve omuzlarımıza ne kadar büyük yükler koyarlarsa koysunlar, aynı kitap içine iki farklı gerçekliği sığdıran küçük yazarların aksine kafalarımızı asla karıştırmazlar. Bu sebeple bir büyük yazardan öbürüne, mesela Jane Austen’dan Hardy’ye, Peacock’tan Trollope’a, Scott’tan Meredith’e geçmek, köklerinden sertçe çekilip koparılmaktır; bir o yana bir bu yana fırlatılmaktır. Roman okumak, zor ve karmaşık bir sanattır. Roman yazarının, o büyük sanatkarın size sunduklarından sonuna kadar faydalanmak istiyorsanız, muazzam duyarlılıkta bir algıya sahip olmakla kalmamalı, muazzam gözüpeklikte bir hayal gücüne de sahip olmalısınız.

Ancak rafın üzerindeki bu heterojen birlikteliğe bir göz attığımızda, yazarların çok nadiren “büyük sanatkarlar” olduğunu görürüz; bir kitap genellikle sanat eseri olma iddiası bile taşımaz. Romanlarla ve şiirlerle dip dibe duran bu biyografiler ve otobiyografiler mesela, büyük insanların hayatları, çoktan ölmüş ve unutulmuş insanların hayatları… Bunları “sanat” olmadıkları için okumayı ret mi edeceğiz? Yoksa onları başka bir yöntemle, başka bir amaçla mı okumalıyız? Akşamları, her katı insan hayatının bir başka kesitini sunan, ışıkları yanan ama perdeleri henüz çekilmemiş bir evin önünde gezindiğimiz zamanlarda bizi ele geçiren merakımızı yatıştırmak için mi okumalıyız öncelikle? Sonrasında ise bu insanların hayatlarına duyduğumuz merak içine çeker bizi: dedikodu eden uşaklar, yemek yiyen beyefendiler, partiye gitmek için hazırlanan kız, pencerenin kenarında örgü ören yaşlı kadın… Onlar kimdir, necidir, isimleri nedir, ne iş yaparlar, ne düşünürler, başlarından neler geçmiştir?

İşte biyografiler ve anı yazıları bu soruları cevaplar, böylesi sayısız evi aydınlatır; öldükleri zamana değin gündelik hayatlarına devam eden, çalışan, başarısız olan, başarılı olan, yiyen içen, nefret eden, seven insanları gösterir bize. Ve bazen onları izlerken, ev uzaklaşmaya başlar, demir korkuluklar gözden kaybolur ve kendimizi denizin tam ortasında buluruz; avlanırız, gemiyle ilerleriz, savaşırız; barbarların ve askerlerin arasındayızdır; büyük bir savaşa katılırız. Ya da burada İngiltere’de Londra’da kalmayı tercih etsek de, sahneler değişir; sokaklar daralır; evler küçülür, sıkışır, pencereleri tellerle kaplanır ve iğrenç kokar. Bu evlerden birinde bir şairi, Donne’u görürüz; evden ayrılmıştır çünkü duvarları o kadar incedir ki çocukların ağlamaları bu duvarları delip geçiyordur. Sayfalar boyunca uzanan yollardan onu takip edebiliriz; Twickenham’a, asillerin ve şairlerin meşhur buluşma noktası olan Lady Bedford Parkı’na doğru; sonra adımlarımızı Wilton’a çeviririz, yeşillikler içindeki o muhteşem eve ve Sidney’in kızkardeşine Arcadia yı okumasını işitiriz; bataklıkların arasında dolanıp durur ve o meşhur aşk hikayesindeki balıkçılları görürüz; sonra yine yanımızda diğer Leydi Pembroke, Anne Clifford ile birlikte kuzeye doğru yola çıkarız, vahşi çalılıklar arasında gezeriz ya da doğruca şehre dalarız ve Spenser’la şiir hakkında tartışan, siyah kadife takımları içindeki Gabriel Harvey’i görünce duyduğumuz sevinci zapt ederiz. Şu dünyada hiçbir şey Elizabeth Dönemi Londrası’nın birbirini izleyen karanlığında ve ihtişamında el yordamıyla ilerleyip tökezlemekten daha büyüleyici değildir. Ancak burada da kalamayız.

Temple’lar, Swift’ler, Harley’ler, St. John’lar bizi çağırıyor; kavgalarını ayırmak ve karakterlerini deşifre etmek için saatler harcayabiliriz; sonrasında onlardan yorulursak eğer, ilerlemeye devam edebiliriz, elmaslar takınmış siyahlar içindeki bir hanımefendinin yanından geçerek SamuelJohnson’ın, Goldsmith’in ve Garrick’in yanına gidebiliriz; ya da istersek kanalı geçebilir ve Voltaire’le, Diderot’yla, Madam du Deffand ile tanışabilir sonra tekrar İngiltere’ye, Lady Bedford’un parkının olduğu, sonrasında Pope’un yaşadığı Twickenham’a, Walpole’un Strawberry Hill’deki evine geri dönebiliriz; nasıl da bazı yerler kendilerini ve bazı isimleri tekrar edip duruyor böyle! Ama Walpole bizi bir dolu yeni insanla tanıştırır; gezilecek o kadar ev, çalınacak o kadar kapı vardır ki bir anlığına tereddüt edebiliriz; mesela Bayan Berrys’nin kapı önünde, etrafımıza bakınıp dururken Thackeray çıkagelir; o da, Walpole’un sevdiği kadının arkadaşıdır; böylelikle sırf bir arkadaştan diğerine uğrayarak, bahçe bahçe, ev ev gezerek İngiliz edebiyatının bir ucundan diğerine geçmiş oluruz ve bu anı, geçip gitmiş zamandan ayırabilirsek, kendimizi tekrar burada, bugünde buluruz. Velhasıl bu, bu hayatları ve satırları okuyabilmemizin yollarından biridir; bu hayatları, bu satırları geçmişin birçok penceresiyle aydınlatabiliriz; meşhur ölüleri bize aşina gelen alışkanlıklarıyla izleyebilir, onlara çok yakın olduğumuzu ve sırlarını yakalayabileceğimizi hayal edebiliriz; bazen de yazmış oldukları bir oyunu ya da şiiri çekip çıkarır ve yazarın huzurundayken bu eserlerin başka anlamlar gösterip göstermediğini görebiliriz. Ancak bu da başka soruları doğurur. Kendimize şunu sormalıyız: Bir kitap, yazarının hayatından ne ölçüde etkilenir, adamın yazarı yorumlamasına izin vermek ne raddeye kadar doğru olur? Bu adamın bizde uyandırdığı sempati ve antipati duygularına ne dereceye kadar izin vermeli yahut karşı koymalıyız? Kelimeler öylesine hassas, yazarın karakteri her şeye öylesine açık ki. İşte hayatları ve satırları okuduğumuz zaman bu sorular yağmur gibi iner tepemize ve bizler yine kendi başımıza cevaplamalıyız bu soruları çünkü böylesine kişisel bir mevzuda başkalarının tercihleriyle yönlendirilmekten daha vahimi yoktur.

Bununla birlikte böyle kitapları başka bir amaçla da okuyabiliriz; yani edebiyatın üzerine ışık tutmak için ya da ünlü insanlarla haşır neşir olmak için değil, kendi yaratıcı güçlerimizi tazelemek ve çalıştırmak için. Kütüphanenin sağ tarafında açık bir pencere yok mu? Okumayı bırakıp dışarı bakmak ne de güzel olur! Kendi bilinçsizliği, alakasızlığı, daimi hareketi içinde iken dışarıdaki sahne nasıl da canlandırır insanı; tarla boyu dört nala giden taylar, kuyunun başında kovasını dolduran kadın, kafasını geriye doğru atarak uzun, keskin anırtısını salıveren eşek! Kütüphanenin büyük bir bölümü kadınların, erkeklerin ve eşeklerin hayatlarının anlık kayıtlarıdır sadece, başka bir şey değil. Her edebiyatın gelişme sürecinde bir çöplüğü, çoktan yok olmuş mecalsiz aksanlarla anlatılan silinip gitmiş anılardan ve unutulmuş hayatlardan oluşan bir kayıt defteri vardır. Ancak kendinizi bu çöplük okumalarına bir kaptırırsanız, insan hayatının çöpe atılmış bu yadigarları sizi şaşırtacak, dahası ele geçirecektir. Tek bir mektup olabilir; ama öyle bir vizyon sağlar ki size o mektup! Yalnızca birkaç cümle olabilir; ama öyle bir perspektif sunar ki size o birkaç cümle! Bazen büyük bir hikaye öylesine güzel bir mizah, dokunaklılık ve bütünlükle bir araya gelir ki, sanki büyük bir yazar işbaşındaymış gibi görünür; halbuki bunları yazan yalnızca eski bir aktör olan Tate Wilkinson’dır, Kaptan Jones’un tuhaf hikayesini anımsamaktadır yalnızca; ya da Arthur Wellesley’e hizmet eden ve Lizbon’da güzel bir kıza aşık olmuş genç bir adamdır; ya da boş misafir odasında örgüsünü elinden düşüren ve derin derin iç geçirerek, “Keşke Dr. Burney’nin tavsiyesini dinleseydim de Rishy’le hiç kaçmasaydım,” diye düşünen Maria Allen’dır yalnızca. Bunların hiçbirinin bir değeri yoktur; hatta daha da ileri gidersek yok bile sayabiliriz; ne var ki, taylar tarlalar boyunca dört nala koşarken, bir kadın kuyunun başında kovasını doldururken ve eşek anırırken, ara sıra bu çöplüklere dönmek, devasa geçmişin altına gömülü yüzükleri, makasları, kırık burunları bulmak ve onları bir araya getirmeye çalışmak nasıl da cezbeder, içine çeker insanı!

Ancak uzun vadede bu çöplük okumalarından da usanırız. Wilkinson’ların, Bunbury’lerin ve Maria Allen’ların bize sunup sunabilecekleri yarı gerçekleri tamamlayabilmek için gerekli olan şeyleri aramaktan da usanırız. Bu isimler bir sanatçıda olması gereken kontrol edebilme ve yok edebilme güçlerine sahip değildirler; kendi hayatları hakkındaki gerçekleri bile bütünüyle anlatamazlar; böylesine güzel olabilecek bir hikayenin biçimini berbat etmişlerdir. Bize sunabilecekleri tek şey gerçeklerdir ve gerçekler hiçbir zaman kurgu kadar değerli olmaz. Böylece bizler de bu yarım ifadeler ve yaklaşımlarla ilişkimizi kesmek isteriz; insan karakteri hakkında verilen minik ipuçlarından bir şeyler çıkarmayı kesmek isteriz; daha muazzam bir soyutluğun, kurgunun saf gerçekliğinin tadına varmak isteriz. Böylelikle daha yoğun, daha genel, detaylardan uzak ama düzenli vurgularla kendini gösteren bir hava yaratırız kendimize ve bu havanın en doğal ifadesi de şiirler olur. Bizler de neredeyse şiir yazabilecek duruma gelmişken işte şimdi şiir okuma vaktidir.

Batı rüzgarı söyle, ne zaman eseceksin?
Yağmurlar şimdi ufaktan yağsa
Tanrım, sevgilim keşke kollarımda
Ve yine yatağımda olsa

Şiirin etkisi o kadar sert ve nettir ki o anda Şiirin kendisinden başka hiçbir şey hissedemeyiz. Nasıl da derinlere
ineriz, nasıl da aniden ve bütünüyle dalarız o derinlere! Tutunabileceğimiz hiçbir şey yoktur, bu uçuşta hiçbir şey kalmaz
bizimle. Romanın büyüsü adım adım gelir; yaratacağı etkiler önceden hazırdır; ancak şu dört dizeyi okuduktan sonra kim, bunları kimin yazdığını sormak için durabilir ya da Donne’un evini veya Sidney’nin katibini düşünebilir ya da onları geçmişin çetrefilliği ve nesillerin akışıyla boğabilir? Şair daima bizim çağımızda yaşar. Şu anki varlığımız bir noktaya odaklanmış ve kıstırılmıştır, tıpkı aniden gelen duygusal bir şok gibi. Sonrasında hissettiğimiz duyguların beynimizin daha geniş
halkalarına yayılmaya başladığı doğrudur; daha uzak duyulara ulaşılır; oradan sesler ve tepkiler duyulmaya başlanır ve bizler de yankıların ve yansımaların farkına varırız. Şiirin yoğunluğu devasa bir duygusal alanı kaplar. Şu Şiirin gücünü ve netliğini,

Bir ağaç gibi devrileceğim ve işte kabrim,
Hatırladığım tek şey sadece kederim

Şu Şiirin salınımlı geçişleriyle karşılaştırmamız yetecektir:

Kum tanelerinin düşmesiyle sayılıyor dakikalar
Camdan bir saatte ve işte zaman
İtiyor bizi mezarlarımıza, biz ise bakıyoruz;
İşte harcanıp giden keyif çağları geliyor sonunda
Acı içinde bitiveriyor; ama hayat
Velveleden bezmiş, sayıyor her bir kum tanesini
Her nefeste feryat ediyor, ta ki son damla düşene
Ve acı içinde sonsuzluğa yatana değin.
Ya da şu Şiirin düşünceli sükunetini;
İster genç olalım ister yaşlı,
Kaderimiz, varlığımızın vatanı ve kalbi,
Umutla birlikte, asla ölmeyecek bir umutla,
Çabalar, beklentiler ve arzularla Ve daimi kalacak
her şeyle

Şu Şiirin eksiksiz ve tükenmez güzelliğinin yanına
koyabiliriz:

Güzelim ay çıktı yine göğe Zaten kalamazdı başka
hiçbir yerde,
İşte yavaşça yükseliyor
Bir ya da iki yıldızın yanına yöresine
Ya da şu şiirdeki olağanüstü hayalgücünün yerine;
Ve ormanın müdavimi
Buralarda dolaşmayı kesmemeli
Açıkta bir yerlerde
Büyük dünyanın alevleri
Yukarı yükseliyor bir ince ateşi
O ise alevi öyle görüyor ki
Gölgelikteki bir çiğdem gibi.

İşte bu mukayeseler, Şiirin ne kadar geniş kapsamlı bir sanat olduğunu düşündürür; bizi aynı anda hem aktör hem de izleyici yapma gücünü; elini karakterin üzerine bir eldiven gibi geçirebilme gücünü; Falstaff ya da Lear olabilme gücünü; tek kalemde yoğunlaşabilme, genişleyebilme ve ifade edebilme gücünü …

“Karşılaştırmamız yetecektir…” işte bu sözlerle ağzımızdan baklayı çıkarmış olduk ve okumanın asıl karmaşıklığını kabul ettik. Son raddede bir anlayışla izlenimleri alma süreci, yani ilk süreç, okuma sürecinin yalnızca yarısını kapsıyor; şayet kitaptan tam anlamıyla keyif almak istiyorsak sürecin ikinci yarısının da tamamlanması gerek. Bu çok yönlü izlenimler hakkında bir hükme varmalıyız; bu uçup giden fani sayfaları dayanıklı ve uzun ömürlü bir hale getirmeliyiz. Ama doğrudan değil. Hele bekleyin, okumanın üzerindeki toz perdeleri bir insin, çelişkiler ve soru işaretleri bir sönsün; bir yürüyün, konuşun, bir gülün ölü yapraklarını alın ya da uykuya dalın. Sonra aniden, bizim irademiz dışında (çünkü bu dönüşümü sağlayan tabiat ananın kendisidir) kitap dönüverecektir bize, ama farklı bir şekilde. Beynimizin tam üstünde bir bütün olarak sakin sakin yüzmeye başlayacaktır. Ve bütün halindeki kitap, farklı parçalar halinde algılanan kitaptan farklıdır. Detaylar şimdi yerine oturacaktır. Şekli başından sonuna kadar görebiliriz artık; bir ahırdır bu, bir domuz ağılı ya da bir katedral. İşte şimdi bir kitabı diğeriyle tıpkı binaları karşılaştırır gibi karşılaştırabiliriz. Ancak bu karşılaştırmada tavrımız değişir, artık yazarın arkadaşları değil, yargıçlarıyızdır ve nasıl arkadaşları kadar anlayışlı olmuyorsak da, yargıçlar kadar da acımasız olamayız. Zamanımızı ve anlayışımızı israf eden bu kitaplar yüzünden suçlu değil midirler; toplumun en sinsi düşmanları, bozguncuları, yalan yanlış kitapların, sahte kitapların, havayı kirleten toprağı çürüten kitapların yazarı değil midir onlar? Öyleyse, onları acımasızca yargılayalım; her bir kitabı, türünün en büyük eseriyle mukayese edelim. Okuduğumuz eserler zihnimizde yer etmiş, haklarında verdiğimiz hükümlerle zihnimizde daha da somut bir hale gelmişlerdir: Robinson Crusoe, Emma, Yuvaya Dönüş. Romanları işte bunlarla karşılaştıralım; en çömez işi, en yetersiz roman bile en iyisiyle yargılanmayı hak ediyor. Aynısı şiir için de geçerlidir; insanı mest eden o ritim yitip gittiğinde, kelimelerin ışıltısı söndüğünde, bütünsel bir şekil bize geri döner ve bu şekil Lear ile Phedre ile The Prelüde ile mukayese edilmelidir veyahut bunlardan hiçbiri değilse bile, sizin için hangi şiir en iyisiyse onunla mukayese etmelisiniz. Yeni Şiirin ve yeni romanın en yüzeysel özelliğinin yenilik olduğundan ve eski eserleri değerlendirdiğimiz kıstasları yeni baştan şekillendirmek yerine ufak tefek değişiklikler yapmamızın yeterli geleceğinden emin oluruz.

Okumanın ikinci safhasının, yani yargılama ve karşılaştırma safhasının ilk safha, yani zihni sayısız izlenimlerin çabucak üşüşmelerine sonuna değin açma safhası kadar basit olduğunu söylemek boş konuşmak olur. Önünüzde kitap olmaksızın okumaya devam etmek, bir gölge şekli diğerinin aleyhinde kullanmak, böylesi canlı ve aydınlatıcı karşılaştırmalar yapabilmek için yeterince engin bir zihinle yeterince geniş kapsamlı okumalar yapmış olmak… İşte bu zordur; daha da zoru daha da ileri gidip şunları söyleyebilmektir: “Bu kitap şu türden yazılmış, ayrıca değeri bu kadar, bu noktada başarısız; bu noktada başarılı; bu iyi, şu kötü.” Okurun, görevinin bu safhasını yerine getirebilmesi öyle bir hayal gücü, kavrayış ve birikim gerektirir ki, herhangi bir zihne tüm bunların bahşedilmiş olduğunu düşünmek zordur; kendine en güveneni bile, zihninde bu güçlerin yalnızca tohumcuklarını bulabilir daha fazlasını değil. Durum böyleyse, görevin bu kısmını okuyucunun sır’ tından alsak da eleştirmenlere, o kütüphanelerin dört başı mamur otoritelerine, kitabın kesin değerini bizim için saptamaları için izin versek daha akıllıca olmaz mı? Yine de öyle imkansız ki! Anlayış göstermenin değerini vurgulayabiliriz; okurken kendi kimliğimizi gömmeye çalışabiliriz. Ancak bütünüyle anlayış gösteremeyeceğimizin ya da kimliğimizi tamamen gömemeyeceğimizin farkındayız; durmaksızın kulağımıza, “Şunu sevdim, bundan nefret ettim,” diye fısıldayan bir şeytan var ve onu susturamayız. Bunun asıl sebebi ise şairlerle ve romanlarla olan ilişkimiz o kadar içli dışlı ki başka bir insanın varlığını katlanılmaz buluyoruz. Ve ortaya çıkan sonuç berbat olsa da, yargılarımız yanlış çıksa da yine de zevkimiz, yani beynimize dalgalar gönderen o sinir noktaları bizim başlıca yol göstericimiz; hislerimiz vasıtasıyla öğreniriz; kendimize has özelliklerimizi bastırabilmemiz için önce bu özellikleri törpülememiz gerekir. Ancak zaman geçtikçe belki de zevkimizi eğitebiliriz; belki de birazcık kontrol altına alabiliriz. Zevkimiz her türden kitaba, şiire, romana, tarihe, biyografiye açgözlülükle abanıp tıka basa doyduğunda ve okumayı bırakıp dışarıdaki dünyanın çeşitliliklerine, zıtlıklarına bakmaya başladığında, birazcık değişmeye başladığını görebiliriz; o kadar da açgözlü değildir artık; daha düşüncelidir. Birtakım kitaplar üzerinde yargılara varmamızı sağlamakla kalmayacak, bazı kitaplara has ortak bir niteliğin olduğunu da söyleyecektir bize. Bir dur bakalım, diyecektir, bunu nasıl adlandırsak ki? Ve sonra o ortak niteliği ortaya çıkarmak için bize Lear’i okuyacaktır, sonrasında Agamenin onu okuyacaktır belki de. Böylece kendi zevklerimizin rehberliğinde bizler şu veya bu kitabın ötesine giderek, kitapları bir araya getiren niteliklerin peşine düşeceğiz; bu niteliklere isim vereceğiz ve algılarımızı toparlayıp düzen içine sokacak bir kural oluşturacağız. Bu ayrımdan, daha leziz ve daha nadide bir keyif alacağız. Ancak bir kural sadece, kitaplarla teması sonucunda sürekli olarak bozulursa yaşayabileceğinden (çünkü şu dünyada hiçbir şey suni bir ortamda, gerçeklerden uzak kurallar yaratmaktan daha kolay ve daha köreltici değildir), nihayet şimdi bu zorlu girişimimizde bir istikrar sağlayabilmek adına, bizi bir sanat olan edebiyat hakkında aydınlatabilecek o çok ender yazarlara dönmek iyi bir fikir olabilir.
Saygıdeğer eleştirileriyle Coleridge, Dryden ve Johnson, saygıdeğer söylemleriyle bizzat şairler ve roman yazarları genellikle şaşırtıcı derecede birbirleriyle bağıntılıdırlar; zihinlerimizin sisli derinliklerinde sendeleyip duran belli belirsiz fikirlere ışık tutar, bu fikirleri netleştirirler. Ancak şu var ki, bizler kendi okumalarımız sonucunda kendi çabalarımızla edindiğimiz sorular ve önerilerle karşılarına çıkarsak, bize yardım edebilirler ancak. Eğer onların otoritesini kuzu gibi kabul etmeye hazır gidersek, çitin yanında kuzu gibi yatmaya razı olursak bizim için yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Onların koyduğu kuralları anlamamızın yegane yolu, bu kuralları kendimizinkilerle karşılaştırmak ve bizim kurallarımızın mağlup edildiğini görmektir.

Eğer durum böyleyse, eğer bir kitabı hakkını vererek okumak en nadide hayalgücü, önsezi ve yargı niteliklerini  gerektiriyorsa,  edebiyatın çok karmaşık bir sanat olduğu ve bir ömür boyu süren okumalardan sonra bile edebiyat eleştirisine değerli katkılarla bulunabilmenizin ihtimal dışı olduğu sonucuna varmışsınızdır belki de. Bizler okur olarak kalmalıyız; aynı zamanda eleştirmen olan o nadide insanların zaferine bizler ortak olamayız. Ancak yine de okur olarak bizim de sorumluluklarımız var, hatta önemliyiz de.
Oluşturduğumuz standartlar ve vardığımız hükümler havaya karışıyor ve eserlerini yazmakta olan yazarların soluduğu atmosferin bir parçası oluyor. Asla kağıda dökülmese bile yazarlara bir şeyler fısıldayan bir etki yaratılıyor. Ve o etki, şayet kalifiye, güçlü, etkili, özgün ve samimi ise, eleştirinin ister istemez hükümsüz kaldığı, kitapların atış poligonundaki hayvanlar misali sırayla değerlendirmeden geçtiği, eleştirmenin silahını doldurmak, nişan almak ve atış yapmak için tek bir saniyesinin olduğu ve kaplan yerine tavşanı, tavuk yerine kartalı vurursa ya da hepsini ıskalayıp ilerideki yeşilliklerde kendi başına otlayan bir ineği vurursa da pekala mazur görüleceği bu dönemde büyük değer kazanır. Bu serseri mermilerin hedefindeki yazar, bir başka eleştiri türünün varlığını, sadece okumayı sevdikleri için okuyan, yavaşça, amatörce okuyan, büyük bir anlayışla aynı zamanda acımasızca eleştiren insanların fikirlerinin varlığını da hissetse, eserinin kalitesi yükselmez mi? Ve şayet bizim sayemizde kitaplar daha güçlü, daha zengin ve daha çeşitli olacaksa işte bu, ulaşmak için çabalamaya değer bir son.

Ancak ne kadar güzel olursa olsun, kim sona ulaşmak için okur ki? Sırf kendisi keyifli olduğu için girdiğimiz arayışlar yok mu, ya da kendi içlerinde amaç olan zevkler? Okumak da bunların arasında değil midir? Ara sıra şöyle bir hayal kurduğum olur: Nihayet mahşer günü gelip çattığında ve işte büyük imparatorlar, avukatlar, devlet adamları mükafatlarını, yani taçlarını, defne yapraklarını, çürümez mermerlerin üzerine kalıcı olarak oyulmuş isimlerini almaya geldiklerinde Yüce Tanrı, kollarımızın altındaki kitaplarla ona doğru yürüdüğümüzü görünce gözlerinde hiçbir kıskançlık emaresi görülmeksizin Aziz Peter’e dönecek ve diyecek ki: “Bak, bu kulların mükafata ihtiyacı yok. Onlara bizim burada verebileceğimiz hiçbir şey yok. Onlar okumayı sevmişlerdi.”

Okumak konusunda birine verilebilecek en iyi tavsiye, tavsiye almamasını, kendi içgüdülerini dinlemesini, kendi mantığını kullanmasını ve kendi sonuçlarına varmasını söylemektir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz