Dostoyevski: Bir avukatın yalandan kaçması, onurunu ve vicdanını koruması çok zor

Aslında avukatlar üzerine fazla konuşmayacaktım. Kalemi elime alır almaz korkuya kapıldım. Önce sorularımın ve görüşlerimin saflığından çekindim. Öyle ya, sözgelimi avukatlığın faydalı ve iyi bir meslek olduğunu uzun uzadıya anlatmak ne saf, ne masumane olurdu! İşte, adam suç işlemiş, yasalardan haberi yok, suçunu itiraf etmeye hazırdır, birden avukat çıkıyor, haklı olduğu bir tarafa, tertemiz olduğunu kanıtlıyor. Avukat sanığın önüne öyle yasalar koyuyor, Yargıtay’ın öyle kararlarını araştırıp buluyor ki dava bambaşka bir görünüm alıyor ve adamı çukurdan çıkarmakla son buluyor. Ne hoş, değil mi!

Bunun kısmen ahlaki olmadığını söyleyerek itiraz edebileceklerini, tartışacaklarını düşünelim. Diyelim karşınızda tamamen masum, Allahın garibi, ne söyleyeceğini bilmeyen safdil biri var; gelgelelim savcı öyle deliller bulmuş, öyle bir sıralamış ki, suçu başkası işlediği halde adam yanacak; üstüne üstlük adam cahil, yasalardan haberi yok: “Hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey görmedim!” den başka ağzından tek kelime çıkmıyor, sonunda davranışları hem mahkeme üyelerini, hem de jüriyi sinirlendiriyor. Birden yasaları yutmuş avukat ortaya çıkıyor, maddeleri bir bir sıralıyor, temyiz mahkemesinin kararını gösteriyor; savcının aklı karışıyor ve sanık beraat ediyor. İşte, bu yararlı bir sonuçtur. Ülkemizde masum bir sanık, sorarım, avukatsız ne yapabilir ki?

Bunların hepsi, yine söylüyorum, safça, herkesin bileceği görüşlerdir. Yine de avukatlık son derece keyifli bir meslek. Bu duyguyu yaşadım, bir zamanlar bir gazetenin redaktörlüğünü yaparken, dikkatsizliğim sonucu (herkesin başına gelebilir) saray bakanının izni olmadan yayınlayamayacağım bir haberin kullanılmasına izin vermiştim. Yargılanacağıma ilişkin mahkeme celbini almam fazla uzun sürmedi. Kendimi savunmak bile istemiyordum, “suçum” sabitti, açıkça yasayı çiğnemiştim; hukuki yönünü tartışmak bile gereksizdi. Ama mahkeme bana avukat tayin etti. (Avukatla biraz tanışmışlığımız vardı; daha önce bir “Derneğin” toplantısına birlikte katılmıştık.) Suçlu olmam şöyle dursun, tamamen haklı olduğumu, bütün gücüyle savunmaya kararlı olduğunu söyledi bana. Avukatı büyük bir keyifle dinledim tabii; duruşma başladığı zaman, hiç beklemediğim izlenimler edindiğimi itiraf etmeliyim: Avukatımın nasıl konuştuğunu gördüm ve dinledim; tamamen suçlu olduğum halde, birden haklı olacağım düşüncesi bana öylesine eğlenceli ve nedeni bilinmez, öyle çekici gelmişti ki, ne yalan söyleyeyim, mahkemede geçirdiğim bu yarım saat hayatımın en eğlenceli anı olmuştur. Hukukçu değilim, ama nasıl tamamen suçsuz olacağımı anlayamıyordum doğrusu. Kuşku yok ki ceza aldım, yazarlara acımıyorlar; 25 ruble para cezasına çarptırıldım; ayrıca Senna’da iki gün nezarette kaldım; orada çok iyi vakit geçirdim diyebilirim, hatta biriyle, bir şeyle tanışmam benim için yararlı da oldu. Ancak konudan epeyce uzaklaştığımı hissediyorum, ciddi konulara geçeyim artık.
Avukat çabasını ve ustalığını talihsizlerin savunulması yönünde kullanıyorsa -son derece ahlaki ve insanı duygulandıran bir davranıştır bu- insanlığın dostudur. Ancak avukatların suçlu olduğu herkesçe bilinen kişiyi de savunduğu ve beraat ettirdiği, dahası istese bile başka türlü davranamayacağı düşüncesi sizlerin de aklını kurcalamıyor mu? Mahkemenin hiçbir suçluyu avukatsız bırakamayacağını, namuslu avukatın, müvekkilinin suçunun gerçek derecesini araştırıp belirleyeceğinden, her zaman dürüst kalacağını, ancak gerektiğinden fazla ceza almaması için elinden geleni yapacağını söyleyeceklerdir. Bu görüş sınırsız bir idealizmi çağrıştırsa bile böyledir. Bence bir avukatın yalanlardan kaçınması, onurunu ve vicdanını koruması, doğrusunu söylemek gerekirse kişinin cennet katma varması kadar zor bir şeydir. Avukatın jüri üyelerine dönerek, müvekkilini savunmasının tek nedeninin onun masumiyetine inanması olduğunu, yeminler ederek söylemesini çok duyduk. Bu yeminleri duyduğumuzda, karşı konulmaz pis bir kuşku doldurur içimizi: “Ya yalan söylüyorsa, ya para için yapıyorsa?” Gerçekten de sık sık böyle hararetle savunulan müvekkillerin aslında kuşku götürmez suçlular olduğu ortaya çıkıyor sonra. Müvekkilinin tamamen masum olduğunu söyleyerek sonuna kadar bildiğinden şaşmayan bir avukatın, jürinin mahkûmiyet kararı vermesi sonucu düşüp bayıldığı olaylar bizde yaşanmış mıdır, bilemem. Daha işin başında olan mahkemelerimizde herhalde gözyaşları döküldüğü olmuştur. Ne derseniz deyin, burada, bu mahkemede, tartışmasız bir güzelliğin ötesinde, sanki bir hüzün vardır. Bir “sivri dilli” belirir, şu veciz halk sözünü duyarsınız: “Avukat parayla tutulmuş vicdandır.” Avukatın asla vicdanına göre hareket etmeyeceği, istemese bile, vicdanıyla oynamadan edemeyeceği, artık acımasızca davranmaya yazgılı bir insan olduğu, nihayet asıl önemlisi de birilerinin ya da bir şeylerin bu hazin durumu bile adeta yasal, sapma değil, tam tersine, çok doğal bir durum sayması gibi anlamsız bir paradoksun var görünmesidir.
Bunu artık bırakalım; anlatmak istediklerimin bunlar olmadığını tüm varlığımla hissediyorum. Hukuk biliminin bu tür yanlış anlamaları, herkesi rahatlatacak biçimde uzun zaman önce çözdüğüne inanıyorum, ancak ben de herkes gibi bu konunun yabancısıyım. En iyisi, yetenek üzerine konuşayım, az da olsa bu konuda bir çift söz söyleyecek bilgimiz vardır herhalde.
Neyin nesidir bu üstün yetenek? Bir kere, yararlı bir şey olduğuna kuşku yok. Örneğin edebiyat ustalığı, yeteneksizin kötü söylediği ve ifade ettiği yerde, iyi söyleme ve ifade etme becerisidir. Siz, önce kişinin eğiliminin önemli olduğunu, yeteneğinse sonra geldiğini söyleyeceksiniz. Peki, dediğiniz olsun, kabul, ama niyetim sanattan değil, gerçekte yeteneğin belirli özelliklerinden söz etmek… Yetenek kendine özgüdür, genelde çeşit çeşittir ve bazen düpedüz çekilmez olur. İlkin, talent ollige -“yetenek kişiyi zorlar”. Neye mi? Kimileyin en berbat konulara. Yanıtı zor bir soru çıkıyor ortaya: Yetenek mi kişiye egemen oluyor, yoksa kişi mi yeteneğe? Hayatta olan, olmayan yetenekleri ne kadar izlesem de, incelesem de aralarında, kendi yeteneğine hâkim olan çok az insan gördüm; tersine, ustalık her zaman sahibini köleleştirmiştir, nasıl denir, yakasına yapışarak adeta çalyaka ediyor (evet, böylesine aşağılayıcı biçimde), doğru yoldan uzaklaştırıyor. Gogol’ün yapıtlarından birinde (hangi yapıtında unuttum) palavracının biri bir şeyler anlatmaya başlıyor, belki de söyledikleri doğru, ama hikâyesinde elinde olmadan öyle ayrıntılara giriyor ki, insanın anlattıklarına inanası gelmiyor. Elbette bu örneği karşılaştırma amacıyla verdim, gerçekte yalanda da, yalancıda da bir ustalık vardır: ama yazar Thackeray sosyeteden palavracı, daha doğrusu, dürüst toplumun, lordların arasında avare dolaşan nükteci birinin portresini çizerken, bir yerden ayrıldığında, ardından kahkaha tufanı kopartmaktan çok hoşlandığını, yani zıpırlıklarını, nüktelerini en son ana bıraktığını anlatır. Bakın: Bence kalıcı olmak bayağı zor bir iştir, başka deyişle ardından kahkahalar doğurmak için en nükteli sözü sona bırakma kaygısı taşıyorsan dürüst kişi olmak ve bunu korumak sanıldığı kadar kolay değildir. Bu kaygı o kadar önemsizdir ki, sonunda insanda ciddiyet falan bırakmaz. Üstelik bu ince sözü sona doğru bulamazsan, uydurmak zorunda kalacaksın ki bu kanatlı söz için anneni de, babanı da satabilirsin.
Böyle bir gereksinim varsa, yaşamanın mümkün olamayacağını söyleyecekler. Bu doğrudur. Ama her yetenekte, kabul edin, her zaman en aklı başında insanı bile yoldan çıkaran, değerbilmezliğe yakın, yersiz bir “İyilik isteği” vardır.

“Canavar mı böğürüyor ıssız ormanda”

Ya da orada ne geçerse geçsin, adam yürümüş, kanı kaynamış, bulaşmış ve iyice kendini kaptırmıştır. Bu yersiz “İyilik isteğini” Belinski, benimle bir sohbetinde, nasıl denir, “yetenek kokuşmuşluğuyla” karşılaştırmış ve en şiirsel havada bile bu “duyarlılıkla” baş edebilen ruhun dayanıklılığını kastederek bu duyguyu küçümsemişti, kuşkusuz karşısav olarak… Belinski’nin sözünü ettiği, şairlerdi, ama hemen hemen her yetenekte birazcık şairlik vardır; örneğin yeteneği varsa bir marangoz da şair olabilir. Şiir, deyim yerindeyse, her çeşit yeteneğin içsel kıvılcımıdır. Bir marangoz şair olabiliyorsa, bir de yetenekliyse pekâlâ avukat da olabilir. Katı onur kurallarının ve tinsel sağlamlığın geçerli olduğu durumlarda avukatın bile “İyilik isteğiyle” baş edebileceğini asla tartışmıyorum; ancak insanın dayanamayacağı bazı olaylar ve koşullar vardır: “Bu gibi ayrıntılar kendiliğinden ortaya çıkar” ve kişiyi alır götürür. Baylar, burada bu “duygululuk” üzerine söylediklerim hiç de boş şeyler değil; basit gibi görünmesine karşın, son derece önemli bir konudur, hatta herkesin yaşamında, senin de benim de. Derinliğine anlamaya çalışın, muhasebesini yapın, dürüst bir insan olarak kalmanın çok güç olduğunu, özellikle bu gereksiz ve şımarıkça “duygululuğun” bazen bizleri sürekli yalanlara zorladığını göreceksiniz. Gerçi burada dürüstlük meselesini yalnızca yüksek anlamda kullanıyorum, haliyle içiniz rahat olsun, endişeye gerek yok. Ayrıca sözlerimin kimselere dokunmayacağı kanısındayım. Devam ediyorum. Beyler, 1848 Şubat Devrimi Geçici Hükümetinin lideri Alphonse de Lamartine’i hatırlayanınız var mı? Söylenenlere göre, cumhuriyetin ilanından sonra ilk iki ayda, Fransa’nın kentlerinden, kasabalarından, geçici hükümete kendini tanıtmaya gelen halkın ve çeşitli delegelerin karşısında uzun uzadıya nutuklar atmaktan çok büyük keyif alırmış. Belki de o zamanlar binlerce konuşma yapmıştı. Bir şairdi ve büyük yetenekti. Çok gösterişsiz bir hayatı vardı, saf ve tertemiz bir hayat geçirmişti, insanda derin saygı uyandıran kusursuz dış görünüşü, nasıl denir, kipsek için yaratılmıştı sanki. Bu tarihsel kişiliği, duygulu, şair ruhlu, deyim yerindeyse sümüklü doğan tiplerle asla karşılaştırmıyorum; gerçi Lamartine de, enstitü çıkışlı üç kuşak kadınların saplanıp kaldığı, alışılmadık derecede uzun şiirlerden oluşan Harmonies Poétiques et Religieuses’i yazmıştı. Bununla birlikte sonraları, çok seçkin yapıtı olan ve ona ün kazandıran, Geçici Devrim Hükümetinde ona önemli mevki sağlayan Jirondenler’in Tarih’ini yazmıştır – işte, kendinden geçerek, adeta coşku denizlerine yelken açarak o sonu gelmeyen uzun konuşmalarını bu sıralarda yapmaya başlamıştı. Usta bir nükteci bir defasında Lamartine’i ima ederek şöyle demiş: “Ce n’est pas I’homme c’est une lyre!” (Bu, insan değil, bir lir!..)

Bu bir övgüydü; ama şeytani incelikle söylenmiştir. Sorarım, insanı lirle kıyaslamaktan daha anlamsız ne olabilir? Bir dokunuşla hemen çınlar! Düşüncelerini sürekli şiirle anlatan, bu hatip-lir Lamartine’i bizim kıvrak avukatlarla, en masum hallerinde bile olmadık çalımlar atan, her zaman kendine hâkim, işini bilen ve cebini dolduran avukatlarımızla aynı kefeye koymak mümkün mü? Kendi lirlerine hâkim olabilirler mi? Bu böyle midir? Gerçekten olabilir mi, beyler? İnsanoğlu pohpohlanmaya dayanamaz, zayıftır; “duygusallaşır”, hatta düzenbaz kesilir! “Lir’e rağmen bizim kimi usta avukatlarımızın başına -mecazi anlamda- Moskovalı küçük bir tüccarın başına gelen türden bir olay gelebilir. Baba ölüyor, adam büyük bir mirasa konuyor (“miras” sözcüğünü vurguyu “İ” üzerine vurarak okuyun!). Bu arada tüccarın annesi kendi adına bir işe giriyor ve batırıyor. Annesini bu güç durumdan kurtarması, yani çok para ödemesi gerek. Tüccar annesini sevmesine seviyor ya, “parasız-pulsuz yaşanır mı!” diyerek ilgilenmiyor. “Paramızı riske atamayız, parasız yaşayamayız, hayır, dünyada olmaz!” Böylece para falan vermiyor adam, anne tutuklanıyor tabii. Bunu alegori olarak alın ve parayı yetenekle bir tutun, şuna benzer bir söz bile çıkacaktır: “Bizler şaşaadan, ünden uzak olalım ha, bu bizim için asla düşünülemez, çünkü efendim, debdebeden, ünden uzak yaşamımız asla olamaz!” Vicdanını rahatsız etmekle birlikte, bir davayı üzerine alan en ağırbaşlı, en dürüst, en yetenekli avukatın başına da gelebilir bu. Uzun zaman önce Fransa’da, müvekkilinin suçlu olduğu kanısına varan bir avukatın, savunma sırası geldiğinde, ayağa kalkıp mahkeme üyelerini selamladıktan sonra, suskun yerine oturduğunu okumuştum bir vakitler. Bizde böyle olacağını sanmıyorum: “Yeteneğim varsa, neden davayı kazanmayayım ki? Niçin kariyerimi iki paralık edeyim?” Sonuçta çekici bir nesne olarak, avukatı korkutan yalnızca para değil (üstelik hiçbir zaman korkmaz), yeteneğin kendine özgü gücüdür.

Ne var ki bunları yazdığım için pişmanım: Bay Spasoviç’in çok yetenekli bir avukat olduğunu herkes biliyor. Bu davadaki konuşması bence sanatın üstündedir; gelgelelim içimde tiksindirici bir duygu bıraktı. Bakın, içimden geldiği gibi konuşuyorum. Her şeyin asıl suçlusu, bu davada Bay Spasoviç’in, bir türlü kendini kurtaramadığı burnunun dibinden ayrılmayan tiplerin sergilediği ikiyüzlülüktür, benim görüşüm, bu zorlama, baştan sona sahtelik kokan durum, bir avukat olarak, kuşkusuz, konuşmalarına yansımış oldu. Dava dosyası öyle hazırlanmıştı ki, müvekkili suçlu bulunması halinde çok, ama çok ağır bir cezaya çarptırılabilirdi. Sonu da tam bir felaket olurdu tabii: Parçalanmış bir aile, çocuk için de, baba için de güvencesiz, mutsuz bir hayat… Müvekkili “İşkenceyle” suçlanıyordu, iddianamenin böyle hazırlanması korkunç bir şeydi. Bay Spasoviç savunmasına doğrudan işkenceyle ilgili her görüşü kabul etmemekle başlamıştı. “İşkence yoktu, çocuk hiçbir biçimde incitilmemişti!” Her şeyi yadsıyordu: metal parçalı kırbacı, dayağı, yara bereleri, çürükleri, kan lekelerini, karşı tarafın dürüst tanıklarını, her şeyi, evet, her şeyi… bu, yani jürinin vicdanını hesaba katmak, çok cesurca bir yoldur; ama Bay Spasoviç gücünün bilincindeydi. Çocuğu bile hiçe saydı, zavallının çocukluğunu ve dinleyicilerin çocuğa olan acıma duygularını bile yüreklerinden söküp aldı, yok etti… “Dayak altında on beş dakika süren (aslında beş dakikaydı) ‘Baba… baba…’ çığlıkları” bir anda unutuldu, ön planda yer alan bu kızcağız “uçarı”, pembe yanaklı, güler yüzlü, kurnaz, gizli kusurlarıyla yaramaz bir kız olup çıkmıştı. Dinleyiciler, onun yedi yaşında olduğunu handiyse unutmuşlardı, Bay Spasoviç kendisi için tehlikeli olabilecek yaş konusunu ustalıkla geçiştirmeyi başardı. Her şeyi bu şekilde çarpıtarak, doğallıkla sanığın beraat kararma ulaşmış oldu. Avukat başka ne yapabilirdi? Ya jüri müvekkilini suçlu bulsaydı? İster istemez her çareye başvuracaktı, zoru gördü mü geriye çekilmesi artık olanaksızdı: “Güzel bir amaç için her yol mubahtır.” Gelin, şu çok ilgi çekici konuşmayı ayrıntılarıyla inceleyelim, buna değeceğini göreceksiniz.

Kaynak: Fyodor Dostoyevski – Bir Yazarın Günlüğü
[Avukatlar Üzerine. Saf ve Cahilce Varsayımlarım. Özellikle Yetenekli İnsanlar Üzerine Birkaç Söz]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir