José Saramago, 1922 yılında Portekiz’de küçük bir köy olan Ribatejo’da doğdu. Yoksul bir köylü ailede büyüdü. İki yaşındayken, ailesiyle birlikte babasının polis olarak çalışacağı Lizbon’a taşındı. Gençlik yıllarında, ekonomik sorunlar yaşadı. Ve bu yüzden normal bir liseden meslek lisesine geçiş yapmak zorunda kaldı. Bütün zamanını yazarak geçirmeye başlamadan önce, makinistlik gibi birçok işte çalıştı. Hayatının büyük bölümünü Lizbon’da geçirdi. Daha sonra Pilar del Rio ile evlendi, 1993’te Kanarya Adaları’nda bulunan Lanzarote’ye yerleşti. 8 Ekim 1998’de, pek çok övgü alan ilk Portekizli yazar olarak Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. 2010 yılında hayata gözlerini kapayıncaya dek, biri terrier ikisi poodle cinsi olan Camoes-Pepe-Greta isimli köpekleri ve eşiyle birlikte yaşamını burada sürdürdü.
Yazarlık kariyerine gelecek olursak, 1947 yılında, yani yirmi dört yaşındayken ilk romanı Günah Ülkesi’ni yayımlandı. Sonraki 19 yıl boyunca, bir şey yayımlamadı. 1966 yılında ilk şiir koleksiyonu The Possible Poems’i ve 1977 yılında ikinci romanı Ressamın El Kitabı’nı yayımladı. Saramago 1960-1970’li yıllarda ayrıca Diario De Noticias gazetesinde kültür editörü olarak çalıştı. Özellikle Fransızca çeviriler yaparak kendini geliştirdi. 1969’da, uzun yıllar boyunca gönüllü bağlılığını sürdürdüğü Portekiz Komünist Partisi’ne katıldı. Yazıları da toplumsal sorunlar ve politika iç içe, bağlantılıdır. 1980 yılında Umut Tarlaları adlı kitabını 1974’teki Karanfil Devrimi’nin ardından yayımlayarak sesini bir romancı olarak duyurmuş oldu. Portekiz’de bulunan Alentejo köyünden üç nesil tarım işçilerinin öyküsü olan bu kitap, büyük ses getirdi. 1982’de Baltasar ve Blimunda’nun yayınlanması ise kariyerini uluslararası düzeye getirdi. Bu kitabı 1987’de Amerika’da yayımlanan ilk kitabı oldu. Sonraki romanı Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl, Portekiz PEN Kulüp Ödülü’nü ve İngiltere’nin saygın ödülü olan Bağımsız Yabancı Kurgu Ödülü’nü aldı. Başarısı, Avrupa’nın Avrupalılığını savunmak için yaptığı mücadelenin fantastik bir eleştirisi olan Yitik Ada’nın Öyküsü ile devam etti. Kitabın konusu; İber yarımadasının Avrupa’dan koparak Latin Amerika ve Afrika köklerini aramak için Atlantik Okyanusu’na doğru yelken açmasıdır. 1989’da Lizbon Kuşatmasının Tarihi yayımlandı. Saramago, yakın tarihli bir makalede bu romandaki ana kahramanın kendi hayatından çok şey taşıdığını söyledi: patronuna âşık olan orta yaşlarında bir editör ve onu bu duygusal karmaşadan kurtaran çekici, genç bir editör. Yani aslında kendisi ve İspanyol bir gazeteci olan eşi, Pilar Del Rio.
1991 yılında ise, Portekiz Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı ve Avrupa Birliği edebiyat yarışması olan Ariosto’ya aday gösterildiği İsa’ya Göre İncil romanını yayımladı. Ancak muhafazakâr unsurlarından ve Katolik Kilisesi’nden gelen baskıdan kopamayan Portekiz hükümeti, kitabın yarışmaya katılmasını yasakladı. Ardından, Saramago “Bu nitelikteki bir şeyin, demokrasi ile dolu olan Portekiz’de gerçekleşmesi tamamen haksızlık. Böyle bir davranışı haklı gösterebilecek herhangi bir hükümet var mı? Benim için çok üzücü bir durum” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Lanzarote’ye yerleştikten sonra, modern insanın aptallığının ve kendisine zarar verme becerisinin korkunç bir benzetmesi olan Körlük ve Bütün İsimler adlı romanlarını yayımladı.
Donzelina Barroso: Lizbon’u özlüyor musunuz?
José Saramago: Aslında konu, özlemek ya da özlememek değil. Şairin de söylediği gibi gerçekten özlemek, iliklerine kadar hissettiğin o ürperti duygusudur – o zaman itiraf etmeliyim ki ben o ürpertiyi hissetmiyorum. Zaman zaman aklımdan geçmiyor değil. Orada pek çok arkadaşımız var ve bir süreliğine onları ziyaret için gidiyoruz. Birkaç gün ya da birkaç hafta oradaysam, tabii ki eski alışkanlıklarıma dönüyorum. Fakat mümkün olduğunda erken şekilde buraya geri dönmeyi düşünüyorum. Burasını ve insanlarını seviyorum. Güzel bir hayatım var Lanzarote’de. Buradan ayrılacağımı hiç sanmıyorum. Eh tabi bir gün hepimiz ayrılmak zorunda kalacağız fakat sadece kendi isteğimle gitmiş olacağım.
DB: Lanzarote’den yani yıllarca yazdığınız yerden her şeyi bırakıp taşındığınızda, buraya hemen alıştınız mı yoksa az da olsa eski çalışma alanınızı özlediniz mi?
JS: Kolayca alıştım. Hayatından şikâyet eden biri olmadığımı düşünüyorum. İyi ya da kötü ne yaşadıysam, bunları dramatize etmeyerek yaşadım bunca zaman. Sadece ânı yaşıyorum. Tabii ki acı da çekiyorum ama öyle hissettiğimde yalnızca. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim, ilginç olmanın yollarını aramıyorum.
DB: Peki, nasıl çalışıyorsunuz? Her gün yazıyor musunuz?
JS: Süreklilik gereken bir şey hakkında, mesela bir roman gibi, çalışıyorsam evet her gün yazıyorum. Elbette evdeki işler, seyahatler vs. gibi durumlarda ara verdim ama normalde çok planlı çalışıyorum. Disiplinli biriyim. Gün içinde saatler belirleyip onlara göre çalışmak için kendimi zorlamam fakat genellikle iki sayfaya tekabül edecek şekilde çalışırım. Bu sabah yeni romanım için iki sayfa yazdım, yarın sabah da iki sayfa yazacağım. Günde iki sayfa yazmak az diye düşünebilirsiniz ama yapacak diğer işlerim de var, diğer metinleri yazmak, mektuplara cevap vermek vs. İki sayfa dediğimiz şey bir yılda 800 sayfa ediyor zaten.
DB: Doğrudan bilgisayarda mı oluşturuyorsunuz yazılarınızı?
JS: Evet, bilgisayarda. El yazısıyla yazdığım son kitap Lizbon Kuşatmasının Tarihi’ydi. İtiraf etmeliyim ki, klavyeye alışmada hiç zorluk çekmedim. Genelde bilgisayarda yazmanın yazarın stiline zarar verdiği düşünülür. Bence değil. Daktiloda yazmakla aynı şey. Sadece daha rahatı ve daha hızlısı. Bir kişinin kendine has stili, kelime dağarcığı varsa bunu bir bilgisayar nasıl değiştirsin ki? Kâğıtta olması gerekli ve normal bir şey, ben de yazdıktan sonra çıktılarını alıyorum zaten. Almazsam, somut bir kanıt yokmuş gibi hissediyorum.
DB: Gün içinde iki sayfa yazmayı bitirdikten sonra, üzerinde değişiklik yapıyor musunuz?
JS: Sonuna geldiğimde, tüm sayfaları gözden geçiyorum. Tabii ki ufak tefek değişiklikler yapıyorum; özel detaylar, stil vb. şeyler. Fakat büyük değişiklikleri, sonunda yapıyorum. Çalışmalarımın yüzde 90’ı ilk yazdıklarımda ve öyle de kalıyor. Bazı yazarların yaptığı gibi yapmıyorum. Yani daha sonradan 80 sayfaya, 80 sayfadan da 250 sayfaya ulaşacak 20 sayfalık özet yazmıyorum. Kitaplarım kitap olarak işe başlıyor ve orada da büyüyor.
DB: Yani net bir fikirle yazmaya başlıyorsunuz?
JS: Evet, gitmek istediğim yer ve varmak istediğim nokta hakkında net bir fikrim oluyor. Ama kesin, katı bir plan olmuyor bu tabii. Sonunda söylemek istediğim şeyi söylüyorum. Ne demek istediğimi anlatmak için genellikte bu anolojiyi kullanıyorum: Lizbon’dan Porto’ya gitmek istiyorum fakat yolculuğun dümdüz gidip gitmeyeceğini bilmiyorum. Anlamsız gibi görünse de Castelo Branco’yu da geçebilirim. Çünkü Castelo Branco ülkenin içinde hatta İspanya sınırları içinde. Lizbon ve Porto da Atlantik kıyısında. Demek istediğim şu: bir yerden diğerine geçtiğim yol genelde dolambaçlı çünkü anlatıcının gelişimine eşlik etmesi gerekiyor. Mesela şu anda olan bir şeye ya da daha önce olmuş olan bir şeye. Anlatı belirli bir ânın ihtiyaçlarına özen göstermelidir, bu da demektir ki hiçbir şey önceden belirlenmemelidir. Belirlenirse, o kitap tamamıyla bir kayıp olur. Bir kitabı oluşmadan önce var olmak zorunda bırakırsam, o zaman anlatılan hikâyenin gelişiminin doğasına karşı bir şey yaparım.
DB: Her zaman bu şekilde mi yazıyorsunuz?
JS: Her zaman. Başka bir yazma şeklini hiç düşünmedim bile. Kitaplarımda geçen her an, zaten olmuş şeyler. Tıpkı bir şey inşa eden birinin, bütünün çökmesini önlemek için bir malzemeyi diğeriyle dengelenmesi gerektiği gibi. Yani yapısı değil de mantığı önceden belirlenmiş bir kitap yazmak gibi.
DB: Karakterlerinize gelecek olursak, sizi şaşırttıkları oluyor mu?
JS: Bazı karakterlerin kendi hayatlarına sahip oldukları ve yazarların peşinden gittikleri düşüncesine inanmıyorum. Karakterin özgürlüğü yok tabii ama yazar, karakterin kişiliğinin mantığına ters gelecek bir şeyi zorla karaktere yaptırmamalı. Karakter yazarın, yani benim elimde tuzağa düşüyor ama düştüğünü bilmediği bir şekilde. Karakterler dizelerdedir, ancak dizeler gevşektir. Karakterler özgürlük, bağımsızlık yanılsamalarından hoşlanırlar, ancak gitmelerini istemediğim yere gidemezler. Yani karakterler bir dizginin ucunda ama dizginin ucu gevşek. Böylece gitmelerini istemediğim bir yere gitmiyorlar. Kısacası, ben şaşırtmalarını istediğimde şaşırtıyorlar, istemediğimde şaşırtmıyorlar.
DB: Karakterlerinizden hangisini “biri” olarak görmek isterdiniz?
JS: Doğruyu söylemek gerekirse, tüm karakterlerimi. Ressamın El Kitabı’ndaki ressamdan Bütün İsimler’deki Senyor Jose’a kadar hepsi gerçekten bir kişi aslında. Sanırım, bunun sebebi karakterlerimden hiçbirinin kopya ya da imitasyon olmaması. Hepsi gerçek kişilikler. Her biri, kendini o dünyada yaşamaya itiyor. Onlar sadece fiziksel hale bürünmemiş kurgusal varlıklar.
DB: Benim için, Körlük’teki doktorun eşi gerçekten farklı biriydi. Kafamda onu çok farklı şekilde canlandırdım, kitapta haklarında detaylı tanımlar olmamasına rağmen hem de.
JS: Romanda fiziksel bir tasviri olmasa bile kafanda onu görsel olarak canlandırman benim için çok güzel bir şey. Bir karakterin kaşının gözünün, anlatmaya değer olmadığını düşünüyorum. Okuyucuların, karakterleri hakkında azar azar çıkarım yaparak onları tanıması-canlandırmaları benim istediğim şey. Bu da yazarla biraz yardımlaşmak oluyor.
DB: Körlük için aklınıza gelen fikir nasıl gelişti?
JS: Bir restaurant’daydım, siparişimin gelmesini bekliyordum. Tam o anda birden aklıma bir düşünce geldi: Ya hepimiz kör olsaydık? Kendi soruma kendim cevap verecek olursam aslında hepimiz körüz. İşte bu noktaydı romanın embriyosu. Daha sonra başlangıç durumlarını düşündüm ve sonuçların doğmasına izin verdim. Sonuçları korkunç oldu ama aslında çelik mantığı var. Körlük’te pek hayal gücü yoktur, sadece sebep ve sonuç ilişkisinin sistematik bir şekilde uygulanması vardır.
DB: Körlük’ü çok beğendim, gerçi okunması kolay bir kitap değil. Gerçekten zor bir kitap fakat çevirmen çok iyi bir iş çıkarmış.
JS: Uzun yıllar çevirmenim olarak çalışan Giovanni Portiero’nun kısa zaman önce öldüğünü biliyor muydun?
DB: Öyle mi? Ne zaman?
JS: Şubatta. AIDS’ten öldü. Körlük’ü çeviriyordu. Bitirdiğinde öldü. Sonlarına doğru, doktorunun verdiği ilaç tedavisi yüzünden kör olmaya başlamıştı. Alırsa onu biraz daha yaşatacak olan, almazsa diğer risklere neden olacak ilaç tedavisi hakkında seçim yapması gerekiyordu. Seçimini yaptı ve çeviriyi bitirdikten sonra görme yetisini kaybetti. Çok yıkıcı bir olaydı.
Tarih, aslında, bir kurmacadan ibarettir, icat edilmiş gerçeklerden oluşur. Aslında gerçekler gerçektir, ancak bu gerçeklerin bir araya getirilmesinde çok kurgu vardır.
DB: Çok üzüldüm. Lizbon Kuşatmasının Tarihi için neyden ilham aldınız peki?
JS: Bunu yazma fikri, 1972’den beri vardı kafamda. Kuşatılmış bir şehirde olan gibi bir kuşatma fikri, ancak kimin tarafından kuşatıldığı belli değildi. İlk kez 1384 yılında Castiller tarafından Lizbon’un kuşatılması olarak düşünmüştüm ve bu daha sonra gerçek bir kuşatma oldu. Bu fikri, 20.yy’da gerçekleşmiş olan başka bir kuşatmayla birleştirdim. Sonuç olarak, bu kuşatma iki tarihi olayın bir birleşimiydi. Kuşatmayı, kuşatanlar ve kuşatılanlar ile bir süre devam ettiğini canlandırdım kafamda. Absürd bir kuşatma oldu. Şehir insanlar tarafından kuşatılıyordu, hepsi bu kadardı başka bir noktaya ulaşmıyordu.
Sonuçta hepsi bir araya gelerek tarih gerçeği üzerine bir meditasyon niteliği taşıyan bir kitap oluşturdular. Tarih gerçekten ibaret midir? Tarih dediğimiz şey bütün hikâyeyi tekrar etmez mi? Tarih, aslında, bir kurmacadan ibarettir, icat edilmiş gerçeklerden oluşur. Aslında gerçekler gerçektir, ancak bu gerçeklerin bir araya getirilmesinde çok kurgu vardır. Tarih hikâyeye bir tutarlılık, bir çizgi getiren belirli olayların bir araya getirilmesiyle oluşur. Bu çizgiyi yaratmak için çoğu şeyin çizginin dışında kalması gerekir. Tarihe farklı bir algı getirebilecek gerçekler tarih sayfaları arasında yer almazlar. Tarihten kesin bir ders çıkarılamaz. Hiç kimse, “Bu böyle oldu çünkü ben bu şekilde olduğunu söyledim” diyemez.
Lizbon Kuşatması Tarihi tarihsel yazın alanında sadece bir deneyim değil, tarihten gerçeğe ya da gerçekten tarihe doğru olan bir meditasyon. Biraz hileli olsa bile asla yalan değil. Resmi tarihin hayır ile karşı karşıya kalması gerek ki bu da bizi başka bir evet aramaya yöneltsin. Bu, kendi yaşamlarımızla, kurgu ve ideolojilerin yaşamı ile ilgilidir. Örneğin bir devrim “hayır” demektir; bu “hayır” ise ya hızlı bir şekilde ya da zamanla bir “evet” haline dönüşür. Ve bu yüzden bir süre sonra başka bir “hayır” ile sunulması gerekir. Bazen “hayır” kelimesinin bizler için en önemli kelime olduğunu düşünüyorum. Bu “hayır” bir hata olsa bile, ondan doğabilecek olan olumsuzluk, negatiften daha ağır basar. Örneğin, bugün olduğu gibi dünyaya “hayır” demek.
Kitap açısından bakmaya dönersek, daha az iddialı bir “hayır” ama bir kişinin hayatını değiştirmeye yetecek kadar da güçlü. Resmi tarihte, Haçlıların 1147’de Lizbon’ı yeniden fethetmek için Portekiz Kralı’na yardım ettiğini belirten cümlede “hayır” kelimesini kullanarak, Raimundo başka bir tarih yazmakla kalmadı aynı zamanda kendi hayatını değiştirme adımını da atmış oldu. Bu cümleyi reddetmesi bir yandan yaşadığı yaşamı da reddetmesidir aslında. Bu reddediş, onu başka bir adıma ilerletti. Günlük rutininden koparıp griliğe, bir melankoliye sürükledi. Bir adım daha ilerledi yani Maria Sara ile olan ilişkisine doğru bir adım.
DB: Lizbon Kuşatması Tarihi’nde, Raimundo ve Maria Sara’nın ikisi de yabancı olarak anlatılıyorlardı: kendi şehirlerindeki yabancılar. Hatta birbirlerine Moors (Bozkır) diyorlardı.
JS: Evet aynen öyle. Sonuçta, hepimizin böyle olduğuna inanıyorum. Moors.
DB: Hepimiz derken, Portekizlileri mi kastediyorsunuz?
JS: Evet ama sadece Portekiz asıllı olanlar değil. Bu şehirde yaşamak zorunda kalan herkes. Demek istediğim, toplu yaşam biçimine sahip bir şehir. Fakat bir taraftan da bu şehirde yabancı oluyoruz, yani Moors. Moors, fiziki olarak bu şehirde olmak ama ruhani olarak yabancı olmak demek. Çünkü o, değişimi etkileyebilecek bir yabancı. Moor; diğeri, yabancı, yani tuhaf olan için diyebiliriz ki, şehrin surları içinde olmasına rağmen şehrinin dışında olup, o şehri değiştiren kişidir. Bu değişimin olumlu bir anlamda olmasını umut ediyoruz tabii.
DB: Geçmiş yıllarda, Portekiz hakkındaki endişelerinizden bahsetmiştiniz. Şu anki Portekiz ve Avrupa Birliği’ne girme planları hakkındaki fikirleriniz neler peki?
JS: Avrupa Birliği ileriye giderse, diğer ülkelerin devlet adamlarına olduğu gibi bizim siyasetçilerimizin de sorumluluğu azalacaktır. En temel hallerine yani temsilciye döneceklerdir, çünkü çağımızın en büyük yanılgılarından biri demokratik söylem. Demokrasi bu dünyada işlemiyor. Sözü geçen tek şey, uluslararası finansın gücü. Finans sektörüne katılan insanlar dünyayı yönetmekte. Politikacılar sadece birer vekil – gerçek demokrasinin reddi olan siyasal iktidar ve finansal güç arasında bir tür metreslik ilişkisi var. İnsanlar bana, “bunun yerine ne önerirsiniz” diye sorabilir. Hiçbir şey önermem. Ben sadece bir romancıyım, gördüğüm pencereden dünyayı yazıyorum. Bunu değiştirmek benim görevim değil. Hepsini tek başıma değiştiremem, hoş nasıl yapacağımı bile bilmiyorum. Kendimi, dünyanın olmasını düşündüğüm şeyleri söylemekle sınırladım.
İki insandan biri uyandıktan sonra, “Bugün, hiç kimseye zarar vermeyeceğim” dese ve bunu ertesi gün de tekrarlasa hatta bu kelimeleri yaşatsa işte o zaman dünya kısa süre içinde değişecektir.
JS: Şimdiki soru da sanırım: “Eğer önerseydiniz, ne olurdu?” Bazen geriye dönük olarak adlandırdığım şeyleri önermek istiyorum ama bu bir çelişki olarak görülüyor. Çünkü bir şeyin sadece ileriye doğru gelişebileceğine inanılıyor. Geriye doğru gelişmek aslında çok kolay bir şey demek: ulaştığımız seviye –zengin değil üst orta sınıfta– rahatça yaşayabilmemizi sağlayan bir seviye. Geriye dönmek demek, “Burada duralım ve geride bırakılan milyarlarca insana bakalım” demektir. Elbette tüm bunlar ütopyadan ibaret. Elli bin sakininin bulunduğu bir ada olan Lanzarote’de yaşıyorum ve dünyanın geri kalanında yaşananlar dünyanın geri kalanında kalıyor. Dünyanın kurtarıcısı olma gibi bir arzum yok, ama dünyanın daha iyi bir yer olabileceği konusunda basit bir inançla yaşıyorum ve bu daha güzel bir yer haline getirmeyi kolaylaştırıyor. Bu inanç beni, yaşadığım dünyayı sevmediğimi söylemeye itiyor Düşündüğüm dünya çapındaki devrim –lütfen ütopik bakış açımı mazur görün– bizim için iyi bir şey olacak. İki insandan biri uyandıktan sonra, “Bugün, hiç kimseye zarar vermeyeceğim” dese ve bunu ertesi gün de tekrarlasa hatta bu kelimeleri yaşatsa işte o zaman dünya kısa süre içinde değişecektir. Ama tabii bu sözde kalacak, asla gerçekleşmeyecek.
Tüm bunlar, bu dünyada bir sebep aramamı sorgulamaya neden oldu. Bu yüzden de Körlük’ü yazdım hatta. Beni, konularla ilişkili olan bir edebi esere götürdü.
Ve biz şu anda beyaz körlük salgınına yakalanmış durumdayız. Körlük, insan aklının körlüğü için kullanılmış bir metafor.
DB: Yazdığınız en zor romanın Körlük olduğunu söylemiştiniz. Bunun nedeni, beyaz körlük salgınına yakalanmış arkadaşına adamın aşırı zulüm göstermesine ve bu zulüm hakkında yazmanın rahatsızlık vermesine rağmen, iyimser olmanız mı?
JS: Aslında kötümserim, ama kendimi kafamdan vuracak kadar değil. Bahsettiğiniz zulüm, yalnızca romanda değil, dünyanın her yerinde her gün yaşanan bir zulüm. Ve biz şu anda beyaz körlük salgınına yakalanmış durumdayız. Körlük, insan aklının körlüğü için kullanılmış bir metafor. Bu, gezegendeki kaya oluşumlarını incelemek için Mars’a birini gönderirken, aynı zamanda milyonlarca insanın bu gezegende aç bırakan çelişkiye dair bir körlük. Ya körüz ya da deliyiz.
DB: The Stone Raft da bu tarz toplumsal konularla ilgili değil mi?
JS: Aslında tam olarak değil ama insanlar öyle görmeyi tercih ediyor. İber Yarımadası’nın İngiltere’den ayrılması olarak görmeyi tercih edenler de var. Elbette, zaten bu kitabın konusu. Fakat esas söylemek istediğim, söylemeye devam etmek istediğim hatta gerçek olduğuna inandığım şey şudur: Portekiz ve İspanya’nın kökleri yalnızca Avrupa’da bulunmaz. Okuyuculara hep şöyle dedim: “Dinleyin, hep Avrupalıydık, şimdi de Avrupalıyız ve her zaman Avrupalı olacağız – başka varoluş yolu yok. Fakat tarihsel, kültürel ve dilsel nitelikteki diğer yükümlülüklerimiz de var. Ve bu yüzden, bırakın kendimizi dünyanın geri kalanından, Güney Amerika’dan, Afrika’dan soyutlamayalım. Bu, herhangi bir yeni sömürge arzusunu yansıtması için tasarlanmamıştı ama İber Yarımadası, The Stone Raft‘da olduğu gibi, Güney Amerika ve Afrika arasında kalmaya başladı ve bunun bir nedeni vardı: hayatlarımızı güney, güney, güney ve güney hakkında konuşmaya harcadık ve güney daima sömürü yeri olarak kaldı. Kuzeye doğru yerleşse bile…
DB: Lanzarote Günlükleri’nde son seyahatiniz New York’a olmuştu ve bu şehirde güneyin kuzeydeki Manhattan’da olduğunu söylemiştiniz.
JS: Evet, güney kuzeyde yer alıyor.
DB: Bu kitapta, Chelsea Otel betimlemelerinizi çok beğendiğimi söylemeliyim.
JS: Korkunçtu. Yayıncım beni orada tuttu, ancak hâlâ bunun kimin fikri olduğunu bilmiyorum. Orada kalmak istediğimi söylediğimi düşünüyorlardı ama ben bunu hiç söylemedim. Oteli dışından gördüğüm kadarıyla biliyordum ve çok cazip olduğunu düşündüm ama hiç, “Beni Chelsea Otel’de bırakın lütfen” diye bir şey demedim. Sanırım beni orada yerleştirmelerinin sebebi çok fazla yaşanmışlığının olması. Ama geçmişi olan konforsuz bir otel ile geçmişi olmayan konforlu bir otel arasında seçim yapmak zorunda kalmıştım… “Burası da ne böyle? Hayatımda böylesine bir yer görmedim” diye kendi kendime söylenip durmuştum.
DB: Amerika’da az olmasına rağmen, Avrupa ve Latin Amerika’da geniş bir okur kitleniz var.
JS: Çok ciddi bir doğası olan şeyler, Amerikalılar için çekici gelmiyor. Ama onlardan aldığım görüşlerin iyi olması beni hayrete düşürüyor.
DB: Eleştirmenlerin fikirleri sizin için önemli mi?
JS: Benim için önemli olan, mesleki standartlar gereğince işimi iyi yapmamdır; bu kitap yazılmasını istediğim şekilde yazıldı. Ellerimden çıktıktan sonra, hayattaki diğer sıradan her şey gibi oluyor. Bir anne çocuğunu doğurur ve onun için en iyisini umar, ancak bu yaşam çocuğa aittir, anneye değil. Çocuk yaşamını sürdürecek ya da başkaları onun hayatını sürdürecek ama asla annenin hayal ettiği gibi olmayacak bir hayat… Kitaplarımın okuyucuları memnun etmeyi hak ettiğini söyleyemeyeceğim çünkü bir kitabın değerliliği okuyucu sayısına bağlı değildir. Bunun yanlış olduğunu hepimiz biliyoruz.
DB: Amerika seyahatinizdeyken, birçok Portekiz topluluğa ev sahipliği yapan ve aynı zamanda Massachusetts’in bir bölgesi olan Fall River’a da gittiniz.
JS: Evet, işime ilgi duyan göçmenler ile bazı konuşmalarım oldu. O günlerde edebiyat konuşmaya çok çok az hevesim olsa da, etrafımda inanılmaz hevesli bir kalabalık vardı. En son olarak da edebi eserlerim hakkında bir konferans için Braga’daydım ama eserlerden çok başka şeyler hakkında konuştum; Portekiz’deki durum ve bununla ilgili yapılması gereken şeyler vb. İnsanlara, insan ırkının tarihinin çok karmaşık görünmesine rağmen aslında son derece basit olduğunu söylüyorum. Şiddetle iç içe geçmiş bir dünyada yaşadığımızı biliyoruz. Şiddet, türümüzün hayatta kalması için gerekli ama doğru söylüyorsunuz. Çünkü yemek yemek için hayvanları öldürmek zorundayız veya birileri onları bizim için öldürmek zorunda. Meyve topluyoruz, evlerimizi süslemek için çiçekler bile topluyoruz. Bunların hepsi aslında diğer canlılara karşı uygulanan şiddet eylemleri. Bununla birlikte, muazzam bir fark da bulunuyor: Hayvanlar zalim değil. Örümcek, ağıyla sinekleri yakalarken, sadece yarının öğle yemeğini buzdolabına koymuş oluyor. Ama insanlık, zulmü icat etti. Hayvanlar birbirlerine işkence yapmaz ama bizler… Bu gezegendeki tek acımasız varlıklar biziz.
Bu gözlemler, beni doğru olduğuna inandığım şu soruyu götürüyor: “Eğer acımasız olursak, akıllı/mantıklı olduğumuzu söylemeye nasıl devam edebilirim?” Konuştuğumuz için mi? Düşündüğümüz için mi? Yaratma yeteneğine sahip olduğumuz için mi? Bütün bunları yapabilecek durumda olsak da bu, tüm kötü ve zalimce şeyleri yapmamızı durdurmak için yeterli değildir. Bu, tartışılması gerektiğini düşündüğüm etik bir konu, galiba bu nedenle edebiyatı tartışmaya daha az ilgi duyuyorum.
Bazen kendi kendime düşünüyorum: “Umarım bu gezegeni asla terk etmeyiz çünkü evrene yayılırsak, burada olduğundan daha farklı davranacağımız ne malum? Aslında evrende yaşasaydık –ki buna inanmıyorum– ona hastalık bulaştırırdık. Sanırım biz, neyse ki sadece bu gezegende yoğunlaşan bir tür virüsüz. Bu arada, son zamanlarda patlayan bir süpernova hakkında bir şey okudum ve bayağı rahatladım. Patlamanın ışığı yaklaşık üç dört yıl önce dünyaya ulaşmış – buraya gelmesi için de yüz altmış altı bin yıl alacakmış. Sonra düşündüm ki: “Eh tamam, hiçbir tehlike yok, nasıl olsa o kadar ilerleyemeyeceğiz bile.”
Bu söyleşi, Mart 1997’de Saramago’nun evinde Donzelina Barroso tarafından yapılmıştır. [Paris Review, 1998 – Çeviren: Ezgi Kaplan]