O günler iyi günlermiş. Şimdi bakınca… Sonra Türkiye’ye ağır ağır bir şey olmaya başladı. Sinsi bir tür nefret başını çıkardı bütün duyguların arasından. Alaycılık bütün üslupların arasında belirginleşmeye başladı. “Başka şeyler söylemek lazım” diyenleri askerler değil, hayaletler kovalamaya başladı. Bizans entelejansiyası bir kalyon gibi gıcırdayarak yön değiştiriyordu. Meral, Yaman’ı anlattığı mektubunda söylemiş: “Herkes kendi bacağından asılan koyunlar tarifinde”! Sanki o gün yağan yağmurlar -bugünden bakınca bir kez daha- bu çamurları getirdi. Bu dönemi sonra anlayacağız. Şimdi anlamaya çalışanların başına iş geliyor, malum.
Meral için
Yazmam böyle şeyleri. Özel meseleler bunlar. Ama sanırım bu kez kayda geçmeli. Niye? Anlatacağım.
Sabah sekizdi galiba, belki daha erken. Uyuyorum. Telefon çalıyor, telefonda bir kadın hüngür hüngür ağlıyor:
“Yazını okuyorum şimdi onun mezarı başında. Bugün Yaman’ın ölüm yıldönümü.”
Susuyorum.
Ağlarken şaşkınlığıma gülüyor:
“Meral Okay ben.”
Yıl 2002’ydi. Irak’a savaş açacaklardı, Meclis’te harıl harıl fezleke çalışması. Mehmet Ali Alabora ile birlikte Savaş Karşıtları sözcüsü yaptılar ikimizi. Kafası kesik tavuk gibi koşturuyoruz, bir Ege Üniversitesi’ndeyiz, bir ODTÜ’de, hatta bir gece Ankara’da Roman mahallerinde davulcu zurnacı örgütlemekte. Geceleri sokaklarda binlerce insan beraber zıpladığımızı hatırlıyorum şimdi:
“Öldürmiycez ölmiycez! Kimsenin askeri olmıycaz!” Arjantin’den dönmüşüm. Kafam bir gönül meselesine bozuk, fena bozuk. O sebeple zaar, Arjantin eylemleri ile Irak işgali arasında, o hengamede yani, bir aşk yazısı yazmışım demek. Hatırlamıyorum şimdi hangi yazı. Bilmem numaramı nasıl buldu, telefonda Meral Okay o yazıya ağlıyor sarsılarak. Ben böyle tanıştım Meral’le. Aşk, o zaman, Yaman’a bir zamanlar yazdığı mektubunda söylediği gibi, “Her şeyin üzerinden atlayabiliyordu”. Aşk yüksek atlayabildiği için belki, savaş Türkiye’yi geçip uzun atlayabiliyordu…
Aynı yıl. Sezen konserler veriyor. Ermenice, Yunanca ve Kürtçe şarkılar söylüyor, çocuklarla beraber sahnede. Yer yerinden oynuyor. Paşalar çıldırmış, vatandaş (!) ayakta. İzmir’de konser verilmiş, İstanbul’da verilecek. Fakat Sezen tedirgin. Bir yazı yazıyorum o zaman. Yazıyı sevmiş, Meral’den almış numaramı, Sezen arıyor bu sefer. Konsere davet ediyor. O günlerde de ne varsa, tansiyonum inip çıkıyor. Konser muhteşem. Meral kulise götürürken beni “Meral ben iyi değilim, tansiyonum yükseliyor galiba” dememle küüt! Kulisten içeri yuvarlanıyorum. Gözümü açtığımda sağ kolumda Sezen tansiyonumu ölçüyor, sol yanımda Cemil İpekçi nabzımı alıyor. Ayakucumda Mehmet Ali Birand, Zeynep Oral ve Güler Sabancı! Bir ölümlü bu ebatta bir absürdlüklükle sınanmamalı.
Ertesi sabah yine çok erken bir saatte -erken aramak bu ekibin huyu, böylece anlıyorum bunu- telefonda tanıdık bir ses:
“Bak ben sordum, keçiboynuzu yiyecekmişsin tansiyon için. Göndereyim mi keçiboynuzu!”
Duraklayınca ben:
“Sezen ben, Sezen!”
Çok güldüydük o telefonda ve sonra Meral’le. “Bana bunu yapmayın” dedim, “Gözümü açıyorum Sezen tansiyon alıyor, gözümü kapıyorum bir sabah sen arayıp ağlıyorsun! Sarsmayın beni arkadaş!”
Meral’in bütün gövdesini sarsan bir gülüşü vardı, dipten gelen. Yüzünün tamamıyla gülerdi…
O günler iyi günlermiş. Şimdi bakınca… Sonra Türkiye’ye ağır ağır bir şey olmaya başladı. Sinsi bir tür nefret başını çıkardı bütün duyguların arasından. Alaycılık bütün üslupların arasında belirginleşmeye başladı. “Başka şeyler söylemek lazım” diyenleri askerler değil, hayaletler kovalamaya başladı. Bizans entelejansiyası bir kalyon gibi gıcırdayarak yön değiştiriyordu. Meral, Yaman’ı anlattığı mektubunda söylemiş: “Herkes kendi bacağından asılan koyunlar tarifinde”! Sanki o gün yağan yağmurlar -bugünden bakınca bir kez daha- bu çamurları getirdi. Bu dönemi sonra anlayacağız. Şimdi anlamaya çalışanların başına iş geliyor, malum.
Yıl 2005. Beyoğlu’nda bir kahvede kırık Türkçeli bir adam yaklaştı. Gömlekli, kumaş pantolonlu ve gayetten özgüvenli. Beyefendinin sadece bir yıl sonra beni “Beynelminel” adlı filminde gazeteci rolüne çıkaracağını kim bilebilirdi? Sırrı, o filmde beni “artiz” yapıp, Meral’i de konsomatris rolüne çıkararak bir dönemi anlattı. Şimdi bakıyorum Meral’in yarım yamalak yazılmış biyografisine. Aceleyle hazırlandığı öyle belli ki. “12 Eylül döneminde yaşadıklarını Beynelminel filmine yansıttı” diyor biyografiler, kesip kesip yapıştırmış bütün siteler. TİP’in işyeri temsilciliğini yapmış, sonuna kadar her röportajında muhalif olduğunu hissettirmiş bir kadının, aşkını ve isyanını memleketiyle birlikte yaşadığı on yıllar öyle bir cümle ile… Neyse.
Sonra davalar başladı. Sonra Türkiye biraz daha değişti. Taşları bağladılar azizim, taşları sıkı sıkı bağladılar. O yüzden Meral ciğerinin derdine düşmüşken, o güzelim kadını, tehditler yüzünden ev taşımak zorunda bıraktılar. Muhteşem Yüzyıl’da Kanuni, Hürrem’i öptü diye ve bilmem hangi kutsallar zedelendi diye, kanser tedavisi sırasında Meral’i polis korumasına mahkum ettiler. Sübhaneke, dinimiz, amin. Taşları bağladılar azizim, geri kalan herkesi susturdular. Sadece ezberlettikleri şarkıları söyleyebilenleri ekranlara oturttular. Öpüşmeden aşık olanlar, kavga etmeden yenenler, cin olmadan adam çarpanlar ülkenin yeni kurallarını koydular.
“Bana bak! Söz ver bana. Konuşacaksın. Susmayacaksın”
dedi Meral. Şubat ayında, o delirmiş gibi kar yağan günlerden birinde, yine bir sabah telefonunda:
“Derhal buraya geliyorsun!”
“Kayda Geçsin” çıkmış, malum saldırılar başlamış. İşsiz kaldığımda da aramış, ama Meral o günlerde kesinlikle daha yakın temas gerektiğine karar vermiş.
Eve girdim, elinde televizyon kumandası, ekranda iki soytarı “Türkiye’de demokrasi ne güzel! Ah ne güzel!” makamından analiz manaliz bir şey yapıyorlar. Meral küfrediyor:
“Kardeşim sen kendini daha beter mi hasta edeceksin!” dedim.
“Yok yok” dedi, “Bana iyi geliyor. Küfrediyorum bol bol.”
“Anlat bakayım, ne oluyor?” dedi. Anlattım. “Delirtecekler beni Meral” dedim, o zaman işte “Bak ben kibarlıktan kanser oldum. Sus sus sus… Sonra böyle oldum. Bana bak! Söz ver bana…” Sonra 12 Eylül’ü anlattı. Biraz Yaman’ı. Ölüm tehditlerini anlattı. Cüppeli cüppesiz tehditleri… “Bir şey oldu bu memlekete. Kimse kimseyi sevmez oldu” dedi.
Sonra Meral gitti…
İnsanın en çok asaletini hırpalıyor memleketim. Ne ümidini, ne inadını ama en çok yasının asaletini… Eti parça parça koparan alıcı kuşlar gibi. Yaşarken onu kanser edenler, daha son nefesini verir vermez yağlı yağlı sırıtmaya başladılar internet sitelerinden. Bir araba irin. Ayıptı eskiden böyle şeyler. Ama Meral’in dediği gibi, “Bir şey oldu memlekete.”
Onu ilk tanıdığım günlerde yüzbin insan yürüyorduk Ankara’da. “Savaşa hayır!” diyorduk. Gazetelerde harıl harıl savaşa karşı yazıyordu yazarlar. Yazmayanı çok ayıplıyorduk. Şimdi bakıyorum, ayıplayacak pek insan bırakmadılar. Şimdi bakıyorum da Meral’in kanseri, ayıplanacaklar karşısında kibarlık gösterip susmaktan olan kanseri yani, bu memleketle ilgiliydi. Meral’i uğurladığımız gün Suriye ile savaşın çıkmasından yakın bir ihtimal olarak bahsedildiği bir gün. Kimse yürümüyor sokaklarda. Yürüyenler ekseriyetle voltada. Sonra “Aşk niye yok?” diye sorarsanız diye Meral söylemişti mektubunda:
“Bir de aşık olunacak mecra kalmadı. Artık ortak alanları paylaşmıyoruz. Bizim agoramız yok artık. Herkes kendi bacağından asılmak isteyen koyun tarifinde.
Bu hem maddi hem manevi bir şeydir. Gelir, böyle adamı aşkta da emniyet arayan birine dönüştürüverir. Herkes kendi kişisel başarı öyküsünün peşinde. Belki de biz herkes için daha adil, daha vicdanlı daha temiz bir dünyanın düşünü paylaştığımız için başkalarıyla da bir arada durmanın ne kadar zenginleştirici bir şey olduğunu biliyorduk.
Şimdi bu duyguların esamesi okunmuyor. Yoksullaşmamız sadece ekonomik anlamda olmadı. Duygusal anlamda, dayanışma anlamında birbirimizin yaralarına bakma konusunda da yoksullaştık. Şimdi empati denen modern kavram var ya, biz onun ağababasını tanıyan ve buna içerilmiş bir dünyadan geldik buralara.”
Yazmam böyle şeyleri, özel meseleler bunlar. Ama bu kanserin bu memleketle ilgisi var. Bu aşkın olduğu kadar…
Kederim sana nur olsun Meral.
10.04.2012
Ece Temelkuran
www.ecetemelkuran.com