Tarihin şenlikli (!) anaerkil döneminde erkek tebaanın kadın anaya penislerini kurban etmeleri bir tesadüf değil; bedenlerimiz böyle kaldıkça dengelerde zerre oynama olmayacak. Çünkü devrimler ve toplumsal değişimler bedenin azameti, cesameti karşısında neredeyse birer nafile insanlık tarihi meşgalesi. Ütopist feministlere biraz ters gelse de tarih bütün kesinliğiyle insanın yüzüne vuruyor:
Kadın hiç kurtulmayacak!
Sümer uygarlığının kadın şairleri, mor çoraplı kadınlar, İngiltere’deki kibritçi kızlar direnişi, boğaları öldürmeyi reddeden ilk kadın matador Conchita, İspanya’da “sepet kapama eylemi” yapan kadınlar, cuntanın Yunan adalarına hapsettiği ve 11 yıl orada unutulmalarına rağmen direnen kadınlar, Hindistan’daki çevreci kadınların ölümüne eylemleri… Şanlı kadın tarihine ilişkin daha yüzlerce büyüleyici olay sayılabilir. Ama bu, acıklı gerçeği değiştirmiyor; kadınları hiçbir devrim kurtarmayacak. Sakın sanılmasın ki, bu bir kahroluş yazısıdır; çünkü bu yazıyı yazan, daha şimdiden kendini Orson Welles gibi “deneyimli bir karamsar” adayı olarak görüyor. Hayatta bir tavır “göstermekten” çok, “düzgün durarak, içtenlikle anlamaya çalışmayı” önemsiyor. Bu yazıyı yazan için herhangi bir “biz” tesis edilemediği için kadın meselesine de olabildiğince “kıyıdan” bakmaya çalışıyor.
X2001: SÜPER KADIN MODELİ
Heyhat! Kadınlar ne kadar da rahattı oysa. Bir yüzyıl önce kendilerini bu kadar yormalarına gerek yoktu. Kurallar daha kesin ve netti. Kabarık etekler giyip bir-iki salınmaları yeterliydi. Oysa “çağdaş” dünya, kadından ve bedeninden artık çok daha fazlasını bekliyor. Üstelik kadın artık daha kaygan bir zeminde cebelleşiyor erkek egemenliğiyle. Bugün ideal kadın olmak için çok çeşitli ve birbiriyle çelişen onlarca özelliğe sahip olmak gerekiyor. Kadının bedeniyle sorunları daha karmaşık. “Hem güzel, hem akıllı” diye özetleyebileceğimiz, X2001 süper kadın modelinin aşağı yukarı Robocop kadar donanımlı olması gerekiyor. Bir kere güzel olacaksın, o Allahın emri. Toplumsal meselelere “ortalama” bir duyarlılığın olacak (burada ideal olanı kokmaz bulaşmaz bir çevreci olmaktır), ekonomi üzerine birkaç laf edebileceksin, toplumsal statün olacak, bağımsız, güçlü bir kadın olacaksın, ama yine de bir erkeğin kurduğu sıcak yuvanın özlemiyle yanıp tutuşacaksın. Hem duyarlı hem güçlü, hem duygusal hem tutarlı, hem gerektiği kadar “çılgın” hem ayakları yere basan, hem kadın erkek eşitliğini savunan hem de her fırsatta feminist olmadığını söyleme gereği duyan, hem bir çocuk gibi sevimli hem kadın gibi “kadın”, hem “ağır” hem esprili, cilt, bacak, vücut bakımından geri kalmayan, ama ev işlerine de zaman ayıran… Daha da çoğaltılabilir. Yeni ideal kadının özellikleri bunlar. Sizce de kadınların işi 20. yüzyılın başında daha kolay değil miydi? Bedenleri silâhlarıydı. Kullanabiliyorlardı. Bedeni eşeğin burnuna havuç yapmak “ideolojik” olarak yanlış bir tutum olmadığı gibi, kadını kendinden tiksindirmesi gereken bir tutum da değildi. Büyük bir dayanışma derneği gibi yaşayan erkek dünyasına karşı doğanın armağan ettiği yuvarlak hatlarıyla savaşıyordu kadın. Bir imrenmeyle söylemiyorum bunu, ama şimdiki durumumuza bakarsak… Açıkçası kadınların silâhı ellerinden alındı. Artık kadınlar, kendini savunacağı donanımdan “arındı”. Erkekler dünyasında “Biz de varız” dediklerinden beri kadınlar, talep edilen değil, talep eden durumundalar. Çünkü 20. yüzyılın ikinci yarısında kadın tarihinde yaşananlar kadın bedenini bir silâh olarak kullanmayı belden aşağı vurmak, faul yapmak haline getirdi.
Bakınız meseleyi fark etmiş bir erkek olarak Anthony Giddens, 1992’de yazdığı Mahremiyetin Dönüşümü adlı kitabında ne diyor:
“Baştan çıkarmada kadınların üstesinden gelmek veya onları sembolik olarak ‘öldürmek’ için kullanılan iktidar, erkekle eşit olduğunu beyan eden bir kadınla karşılaştığında, yüzeysel olarak daha da meydan okuyucu bir şey gibi görünebilir. Ama Graham Hendrick’in keşfettiği gibi, kadının cinsel eşitliği erdemli kadınla namussuz ve alçalmış kadın arasındaki asırlık ayrımı çözüyor. Baştan çıkarıcının ‘avı’ erdemin kendisi olduğundan, takip temel dinamiğini kaybediyor.”
Kadın, beden merkezli hayat dinamiğini bir kenara koyduğu için de erkeklerin dünyasında hep erkeklerden iki kat daha iyi olmak zorunda uzun süreden beri. Peki doğanın armağan ettiği bu silâhı kadının elinden kimler, neden aldılar?
KADINLARI ALDATTILAR!
Tarihte kadının derin darbeler aldığı dönemler var. Bunlardan birincisi toplayıcılıktan avcılığa geçiş. Bence ikincisi yazının bulunuşu. Ki, insanoğlu bilgiyle sınıflandırılmaya başlanmıştır. Yazı, erkeği en üste taşırken, kadını onun altına, çocuğu da en alta koyup insanoğlunu böyle bir önem sırasına yerleştirmiş. Daha sonra da, Neil Postman’ın Çocukluğun Yokoluşu kitabında söylediği gibi matbaanın bulunmasıyla birlikte karmaşık bilgiye egemen olan erkek, kadınla arasındaki farkı iyice açıp, çocuğu da zavallı durumuna düşürmüş. Ama üzerinde durulması gereken asıl konu, 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşananlar. Burada neonlarla yazabilmeyi isterdim: ‘68!
Cinsel özgürlük mavalı, o uzun ninni, Avrupa’da ‘68 ile birlikte başladı. (Türkiye’ye daha sonra değinilecek.)
Esen üfüren birey merkezli özgürlük rüzgârları birden heyecana kapılan kadınların teknesini neredeyse alabora etti. Görünüşe göre herkes tatlı tatlı bireysel özgürlüğü engelleyen her türlü engeli ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Ama kimsenin kadın sorunlarından bahsettiği yoktu. Bu erkeklerin günüydü. Daha özgür erkekler için daha mülayim kadınlar isteniyordu. Açıkçası ‘68’le birlikte sere serpe yaşanan cinsel özgürlük daha çok kadınla birlikte olmak için erkeklerin uydurduğu bir palavraydı. Dönemin bütün popüler kültür göstergelerinin yanısıra en radikal fanzinler bile fazlasıyla “erkekti”. Ama daha acısı, dönemin sallantısına kapılan, “Yaşasın!” diye bağırıp, cinsel özgürlük mavalına aldanan kadınlardı. Onlar ellerinden alınan silâhın farkında değillerdi. Sosyalist feminist Lynn Segal, aşağı yukarı lanetlediği bu dönemi şöyle anlatıyor:
“Erkeklerin kendilerine yönelik bağımsız ve bağlantısızlık yanılsamasına uyan kendi kendini kurtarma düşüncesi, kadının yetersizlik duygusunu körükledi. Ve kadınlar, 1960’larda kendilerini erkeklerin yanında ikincil konumda hissettiler. Genellikle mücadelelerin kenarında yer alıyorlardı. Bes Campbell’in anımsadığı gibi, ‘Öğrenci, erkek veya siyah değildim; bu yüzden, 68 patlaması politik marjinalliğimi ve yalnızlığımı arttırıyordu.’ Cinsellik bir sorundu. 1960’ları anımsayan kadınların birçoğu kendilerinin pasif olduğu, aktif bir cinsel yaşamdan söz eder. Cinsellik de böyle yaşanıyordu. Anya Meulenbelt, 1960’larda erkek sevgilileriyle nasıl yaşadığını anlatırken, nasıl ‘tiyatrocuysa tiyatro soluyup içtiğini, siyaset yapıyorsa siyaset soluyup içtiğini, heykeltraşsa sanatla ilgilendiğini’ söyler. … Dolayısıyla 1960’ların kendini keşfetme politikası çelişkiliydi.”
‘60’lar boyunca kadınlar için çizilen “en güzel resim”, erkekler “özgürleşirken” motorsikletin kenarında bekleyen lolitalardı. Çünkü sadece teklifsiz cinsellik sunan kadınlar değil, aynı zamanda erkek iktidarını tadından yenilmez hale getiren genç kadın idolü de yüceltiliyordu. Böylece hem cinsellik bedel ödenen bir etkinlik olmaktan çıktı, hem de cinsel ilişkinin erkek üzerinde yarattığı “delikanlıca” sorumluluk ortadan kalktı. (Bu vesileyle “Kadınlar silâhlarını yitirdiler” cümlesinin altını bir kez daha çiziyorum.)
‘68 erkeğinin hal-i pür melali için Jean Genet harika bir örnektir. Genet idolü nezdinde erkekler şöyle demektedir aslında, “Ben erkeğim. Yasaları, bütün toplum kurumlarını hiçe sayarım. Hattâ heteroseksüel duvarları aşıp kendimi keşfetmeye çalışırım. Kadınların bu aşamada rolü ise sadece bedenlerini sunarak stepne olmaktır…” Dönemin erkek egemenliğini eleştiren Kate Millett bu yüzden o dönemde pek takdir edilen Genet’ye laf geçirmek istemiştir:
“Cinsellik sıkıntılarımızın canevine oturmuştur. Ve eğer baskı sistemlerimizin en habis olanını ortadan kaldırmazsak, cinsel politikayı ve onun iktidar ile şiddete dayalı hastalıklı hezeyanlarını tam kalbinden vurmazsak, kurtuluş yönündeki bütün çabalarımızın dönüp dolaşıp bizi götüreceği yer, yine o en baştaki, en temel korkular ve sıkıntılar olacaktır.”
“Yine o en baştaki sıkıntılar ve korkular…” Tam da Millett’in dediği gibi oldu esasında. Sadece Avrupa ile sınırlı kalacak olursak esas acılı dönem ‘68 sonrasında, yeller esip ortalık durulduğunda başladı. Hesaplaşma! Dönem bittiğinde kadınlar, özgürlük mavalına kapılıp yaşadıkları cinsel ilişkinin hesabını vermek zorunda kaldılar. Cinsel özgürlük erkek için neydi ki, elinin kiri! Ama kadın için. Bu dönemden hiç de özgürleşmemiş olarak çıkan erkeklerin evlenip barklanırken hiç de “birlikte özgürleştiği” kadınları tercih etmemiş olmaları bir tesadüf müydü acaba? Marge Piercy’nin edebi bakımından bahsetmeye bile değmeyecek Küçük Şeyler adlı kitabında ele aldığı ’60’larda özgürleşen kadının ’80’lere doğru yol alırken evliliğe, sıcak yuva masalına kanması boşu boşuna seçilmiş bir tipoloji değil. Üstelik kitabın bir best-seller haline gelmesi de!
Kadınlar Avrupa’da bir toplumsal değişimin nesnesi oldular. Neden oldukları dönüşümlerin sonuçlarıyla başa çıkamadılar. Çıkamazlardı zaten. Çünkü taşlar yerine oturduğunda değerler bütün gürbüzlüğüyle yerinde duruyordu. Üstelik Foucault’un Cinselliğin Tarihi’nde “plastik cinsellik” olarak tanımladığı yepyeni bir kaygan zemin kazanmıştı ilişkiler. Kadınlar 68’in üzerinden geçtiği bedenleriyle iş dünyasına girdiklerinde bu yüzden yüz üstü yere yapıştılar. ’80’lerde vatka diye düşman başına bir modanın çıkması bir tesadüf müdür? Hayır. Fred Davis, Moda, Kültür ve Kimlik adlı kitabında vatka ve kabarık saç modasını erkekler dünyasında var olma savaşında kadın bedeninin kaybettiği mücadelenin bir simgesi olarak görüyor. Kadın, vatkalarla omuzlarını genişletiyordu, ispatlamak için o omuzların erkeklerin taşıdığı yükleri taşımaya muktedir olduğunu. Acıklı!
Gelelim cinsel özgürlük konusunda Türkiye deneyimine…
ÖZGÜRDÜK! DÜK… DÜK… DÜDÜK!
“İçindeki tapınmaya bir tanrı gerekliydi.
Aradığı orada olmadığında da buluyordu gidip.
Sıradan atletik gençler tanrı oluyorlardı-
Tanrılaştırıyordu onları çılgın tutuluşun,
Doğuştan bir tanrı için yaratılmış gibi duran.”
Ted Hughes, Doğum Günü Mektupları
O kadar tanıdık ki, o kadar ki… Ted Hughes -ki kendisi 1984’te “Kraliyet şairi” görevine atanarak İngiltere’nin resmî sesi haline geldi- bu satırları intihar eden eski karısı, edebiyatçı Slyvia Plath için yazmış. Plath’ın ölümünden sonra yazdığı şiirleri topladığı kitabında ilk şiirlerinden biri bu. Ne tuhaf değil mi? Dünyada en güvendiğiniz insan olarak seçtiğiniz, üstelik bilgiyle taçlanmış bir adam size aşık olup evlendikten sonra, sizin de kendinize ve dünyaya dayanamayıp gerçekleştirdiğiniz intiharınızın ardından oturup sizden önceki sevgililerinizle ilgili bir şiir yazıyor. Üstelik tek derdi de ondan önce sevgilileriniz olmasını “patolojik” bir durum haline getirmek. Kitabın ilerleyen sayfalarında Plath’ın eski sevgililerinden, onun Hughes’dan önce “hareketli” bir hayatı olmasından ötürü aşağılayan, bunu şair inceliğiyle, psikoloji bilgisiyle yapan şiirler de var. Ne tuhaf değil mi? Bu konuda “sokaktaki adamla” en, en, en entellektüel adam arasında bir fark bulunmuyor: Aşağı yukarı tamamı kendini peygamber zannediyor. Arıtan, kutsayan, “iyileştiren”! Kadın, ondan önce hasta; bu yüzden başka erkeklere “veriyorlar”! Ya da kısaca şöyle diyelim: Erkekler bakire kadın ister! Bu meselenin Doğu-Batı meselesiyle, dinsel kurumlarla âlâkasını tartışmayı başkalarına bırakıyorum. Zaten bana göre bunun sadece erkek olmakla, kadın olmakla yani bedenlerle ilgisi var. Bu kabul edilemez gerçeğin erkeklerin ve kadınların kafasını karıştırdığı asıl dönem ise cinsel özgürlük mavalının sıkılmasının ardından başladı. Ondan önce her şey oldukça netti. Kadın isteklerini bastırırdı, erkek de bunun zorunluluğuna inanıyordu. Ama cinsel özgürlük kelamı telaffuz edildi ve kafalar karıştı. Kadınlar “Bedenim benimdir” dedi, çok da yolunu bilmeden. Erkekler “Bedenim benimdir” diyen kadınlarla birlikte oldu, içtenlikle ikna olamadan. Özellikle İstanbul’da ‘80 sonrasında yaşanan cinsel özgürleşme döneminin hızlı ve komik anıları hâlâ anlatılıyor. Burada önemli olan ise o dönemde ismi geçen kadınlardan birçoğunun o en civcivli günler sona erdiğinde şehrin merkezine uzak yerlerde ya da dışında yaşamaya başlamaları, hattâ evlenip bir çocuk yapmaları. O özgürleşme döneminden yorularak, yaşlanarak ve hesaplaşmasını yapamadan çıkmışlar gibi görünüyor. Çünkü Türkiye’de de cinsel özgürleşme meselesi birçok yanıyla Avrupa’daki ‘68 gibi yaşandı. Daha apar topar, daha yalap şap, ama dengeler açısından tıpkı ’68 gibi. Genç kadının bedeni yüceltildi, erkekler daha çok kadınla birlikte olmanın heyecanını yaşadı, kadınlar geleneklerin eciş bücüş aromalarıyla kafalarını karıştırdı… Elbette o dönemde cinsel özgürleşmeyi yaşayan kadınlar, Avrupa’dan farklı olarak ‘80 öncesi politik dönemini “bilgilenerek” geçirmişlerdi ve darbe sonrası bu bilgi birikimlerini feminist tavırlarına taşıdılar. Yani yaptıklarını biraz daha bilinçli yapıyorlardı, ama bu birikim sonucu değiştirmedi. Taşlar yeniden yerine oturduğunda onlar, hâlâ cinsel özgürlüğü hiç de umursamayan değerlere göre yargılanıyorlardı. Özgürleşmeyi bölük pörçük yaşadıktan sonra evlendiklerinde kocalarının en entellektüel dille başlarına kaktığı şey tıpkı Ted Hughes’un -ki kendisi Kraliyet Şairi’dir- yazdıklarına benziyordu. Bir kadının salt bedensel istekleriyle erkeklere yönelmesi, onlarla birlikte olması anlaşılamayacak bir şeymiş gibi bunu hastalıklı, bozuk, iyişleştirilmesi gereken bir durum olarak gördüler. Ya da belki evlenmeyip, tıpkı her türlü özgürleşmede olduğu gibi cinsel özgürleşmenin bedeli olarak bir tür yalnızlığı göze aldılar. Onlar, erkeklerin tıpkı geçen yüzyıldaki erkekler gibi kaldığını kendilerinin de geçen yüzyılın değerleriyle yargılandığına ilişkin kişisel deneyimlerini kimseye aktaramadan yerlerine yeni gençkızlar geldi. Cinsel özgürlük mavalına hâlâ inananlar var; bedenlerini bir silâh olarak kullanmanın ahlâksız olduğunu düşünenler, cinselliği tarihin başlangıcından bu yana olduğu gibi “verme-alma” ilişkisine dönüştürmeden yaşanabileceğine inanlar. Bu insanî yaklaşımla cinselliği yaşayan genç kadınlar… Binlerce yıllık tarihi, dengeleri değiştirebileceğini sananlar… Oysa bedenlerimiz değişmeden hiçbir şey değişmeyecek. Umarım, genetik bilimciler haklıdır. Önümüzdeki bin yılda -eğer dünya ortadan kalkmazsa- bedenlerimiz değişecek. Science&Nature dergisi haklıysa önümüzdeki bin yılda cinsiyet organları küçülürken beyinler büyüyecek. İşte o zaman dünya daha yaşanabilir bir yer olacak. Mina Urgan boşuna altını çizmiyor: Cinsellikten kurtuldum; artık özgürüm! Ve Orhan Pamuk’un da bir bildiği var: “Çok sevişenler kötü yazar!” Bedenlerimiz değiştiğinde belki, Ted Hughes gibi -ki kendisi İngiltere’nin ‘resmî sesi’ olmakla görevlendirilmiştir- kendini peygamber sanan erkeklik ideolojisi de ortadan kalkacaktır.
HAVUCUN DÖNÜŞÜ VE BİLİMSEL KABULÜ
Cinsel özgürlük tartışması, bir önceki kuşağa ait esasında. X generation (bugünkü çok genç kadınlardan söz ediyorum) bedenlerinin kendilerine kazandırdığı “gücün” farkındalar. İlişkilerine bakışları ütopyalar ve ideolojilerle bozulmuş değil. Kendilerini eşeğin burnundaki havuca, dolayısıyla erkeği de havucun peşindekine dönüştürmeyi epey iyi biliyorlar. Sibel Can’ın bu kadar genel bir kabul görmesi boşu boşuna değil. O, Türkiye’deki kadınların yeni miti. Şaşılası, ama özellikle de genç kadınların. Meşrûiyetinin sigortasını evlilikle yapıp sonra da kadınlığını o en iyi numarayla sunuyor: “Her an sizin olabilirim, biraz daha uzanmayı başarabilirseniz. Her an sizinle gidebilirim, eğer biraz daha benimle ilgilenirseniz.”
Bu tuhaf, anneden kıza geçen ya da piyasa koşullarında öğrenilebilen bir kadınlık bilgisi. Hayret verici, ama her zaman da etkili oluyor. Güç sözcüğünü asla akla getirmeyen bir güç kullanımı. “Kleopatra’nın burnu biraz daha eğri olsaydı dünya tarihi başka türlü olurdu” sözünün tarihi gerçekliğini yeniden hatırlatıyor insana. Bir yandan da cinsel özgürlüğün bu üretim ilişkilerinde, tarihin bu aşamasında çok da geçerli bir fikir olmadığını. Belki de Ingeborg Bachmann’ın sözünü tersine çevirmek gerekir: faşizm iki kişilik ilişkilerde başlamaz, onlara nüfuz eder!
Bu da havucun dönüşünü kabul etmektir. Daha doğrusu havucun ortadan kalktığına ilişkin bir sürelik yanılmasının sona ermesidir. Gücün, iktidarın olduğu yerde özgürlüğün hiçbir çeşidinin olamayacağı gibi, olduğunu sanmak da bunu sananı yalnızlaştırır. Üstelik bunu, tarih boyunca erkek karşısında güçsüz durumda bulunan kadının sanması daha kötü. Özgürleşme mavalına kapılmanın bedellerini ancak kadınlar bilebilirler.
Sedat Bucak’ın yeğeni Beybin Bucak’ın Şanlıurfa’da yaptığımız röportajda söyledikleri geliyor aklıma:
“Burada iki tür kadının sözü geçer. Ya bakire kalmış olmalı ya da kocası öldükten sonra topraklara sahip çıkmalı.”
Ya bedenin gücü ya da mülkiyetin… Düşünüyorum da İstanbul’da, İstiklal Caddesi’nde, güya Türkiye’nin en “özgür”, en “serbest”, en “aykırı” mahallinde bu sözler bütün ağırlığıyla geçerli değil mi? Değil diyenlerin iyi bir kanıtı olmalı…
Birikim, Sayı : 119 – Mart 1999