Sabahattin Ali’nin Konya Halkevi’nde Kadınlar Üzerine Yaptığı Konferans Konuşması
“Hanımlar, Beyler,
Memleketimizin üzerinde pek az durulmuş, pek az düşünülmüş meselelerinden birine temasa fırsat bulduğum için bahtiyarım. Bu mesele, genç kızlarımızın ve kadınlarımızın bugünkü dimağî vaziyeti meselesidir. Nedense şimdiye kadar lâyık olduğu ehemmiyetle uğraşılmamış olan bu mesele, en esaslı ve derin yaralarımızdan biridir; bunu sözüme mevzu yaparken ne ağır bir vazifeyi üstüme aldığımın farkındayım. Fakat üç seneden beri kız mekteplerinde olan hocalığımın bana yaptırdığı müşahadeler, bu müşahadeler üzerindeki birtakım hükümler verdirdi, beni birtakım neticeleri daha fazla kendimde saklamaktansa açıkça herkesin gözü önüne koymayı münasip buldum.
Sözlerim. birtakım hakikatlerden bahsettiği için biraz dokunaklı olacaktır, bunun böyle olması da pek tabiidir, çünkü dediğim gibi memleketimizin en az dokunulmuş bir yarasından bahsedeceğim.
Kızlarımız ve kadınlarımızın bugünkü fikri vaziyeti bizi korkutacak bir şekildedir; biraz dikkatli ve düşünceli bir gözle bakıldığı zaman manzaranın dehşeti karşısında ürküntü geçirmemek kabil değildir fakat beni asıl müteessir eden şey bu hal değildir; çünkü madem ki içtimaî bir değişiklik içinde , bir istihale üzerinde bulunuyoruz, bu vaziyetlerin tahaddüsü tabiî idi, asıl müteessir olunacak taraf vaziyete karşı gösterilen derin lakayıtlık ve aldırış etmezliktir. Sanki her şey yolundaymış gibi hiçbir çare aramadan duruyoruz; halbuki çare aramak yalnız bu işle alakadar olanların değil, hepimizin vazifesidir. Zaten bu işle alakadar olmayan da yok gibidir. Madem ki herkesin bir anası var!…
Evvela genç kızlarımızın memleketimizdeki umumî vaziyetini hulasa edelim:
Bunu büyük şehirlerimizde ve küçük şehirlerimizde ayrı ayrı mütalaa etmek icap eder. Büyük şehirlerimizde hayat, küçük şehirlerimizle kıyas kabul etmeyecek kadar ayrı olduğundan buralarda kızlarımızın geçirdiği safhalar da ayrıdır. Bunları teker teker gözden geçirelim, evvela mektebe giden kızlarımız:
Büyük şehirlerimizde bile yüzde itibarıyla pek fazla olmayan bu kızlar, mekteplerde hususi bir usule ve terbiye sistemine tâbi tutulmamaktadırlar. Kızların gördüğü derslerle erkeklerin gördüğü dersler arasındaki fark askerlik dersi yerine nakış-dikişten ibaret olduğu için onlar kendilerine yaşlarının iktiza ettirdiği hususi bir ihtimamın gösterilmediğine şahit olmaktadırlar. Bilhassa orta tedrisat mektepleri, kızlarımızın en buhranlı yaşlarına tesadüf ettiği halde, onların ruhî vaziyetleriyle mekteplerin olsun, ailelerin olsun alakaları hiç denecek kadar azdır. Kızlarımız, içlerindeki buhranlarla yalnız bırakılır ve ancak bu yalnız bırakmanın çok tabiî neticesi olan birtakım uygunsuzluklar yapıldığı zaman cezrî müdahalelerde bulunulur. Biraz daha açık söyleyeyim:
Orta tahsil seneleri, kızlarımızın yetişme çağıdır. Bu zamanlarda onlar şimdiye kadar bilmedikleri bazı şeyleri öğrenirler ve cinsî ihtiyaçları duymaya başlarlar. Bu ihtiyaç gayet tabiî olduğu için o nispette de kuvvetlidir. Eğer münasip tarzlarda bu hissiyat tehlikesiz yollara sevk edilmezse işin sakat olacağı tabiîdir. Kızlarımıza bu hususta yapılan müdahaleler şimdiye kadar gayet zararlı ve kurûn-ı vustâîidir.
Kızlarımıza: Bir erkeğe karşı duyulan hissiyat ahlaksızcadır, erkeklere kardeş gibi bakacaksınız, demek manasızdır, çünkü onlar evvela bu sözlere inanmazlar, inansalar bile erkeklere hiç alakasız ve kardeşçe bakamayacakları, buna tabiaten de imkân olmadığı için, içlerindeki bu en tabii arzuları örtmek, daha en masum yaşlarında riyakâr olmak mecburiyetinde kalırlar. Onla söylenecek şey daha açık ve samimi olmalıdır. Onlara anlatmalıdır ki, iki cins birbiri içindir ve bunların birbirlerine incizap duymaları tabiidir, fakat insan bir hayvan olmadığı ve daima hissiyatının esiri bulunmadığı için, insanın ayrıca bir iradesi de mevcut olduğu için bazı harekâtını tanzim etmesi icap eder. Onlara anlatılmalıdır ki her şeyin bir zamanı vardır ve duydukları cinsi heyecanları izharın mevsimi bu çağlar değildir. Bir şeyin cürüm olup olmaması yerine göre değişir ve muayyen bir çağda izharı gayet tabii olan bu ihtiyaçlar, tahsil çağlarında lüzumsuz, zararlı ve binnetice cürümdür. Fakat bunu söylemek kâfi gelmeyeceği için aynı zamanda onları başka şeylerle meşgul etmeye, düşüncelerini ve hislerini başka taraflara çekmeye çalışmalıdır. Faydalı kitaplar mütalaası, spor, terbiyevî temsiller ve daha birçok bizde ihmal edilen vasıtalar genç kızları cinsiyet düşünce ve buhranlarından uzaklaştıracak vasıtalardır. Yoksa onlara cinsi hissiyatın cürüm olduğu söylenir ve onlar buna rağmen cinsi hissiyatı duymakta devam ederlerse netice iki türlü olur ki iki türlüsü de birbirinden feci, fakat maalesef bugün vâkidir. Genç kızlarımızın bir kısmı ya bu menfi telakkilere rağmen cinsi heyecan duymakta devam ediyor; buna mukavemet edemiyor ve başka türlü mümkün olmadığı için kendisini bir flörtle, bazen batta daha ileri giderek tatmin ediyor ki yaptığı işin cürüm olduğunu bilerek yaptığından bu cürüm şuuru onu manen alçaltıyor ve fahişeleştiriyor.
Veyahut azami bir irade sırf ederek kendisine hâkim oluyor, fakat başka türlü kendisini oyalamak mümkün olmadığı için marazî düşüncelere, hülyalara dalıyor ve en sonunda bu tabii ihtiyaçların gayri tabii bir intibası neticesinde nevrastenik oluyor.
Birçok kız mekteplerinde görülen çalışkan, ciddi, fakat tenhalığı ve sükûneti seven, ziyadesiyle alıngan, hayatın dalgalarına karşı, hayret verecek derecede mukavemetsiz ve acemi, asabi buhranlarla malûl tipler bu zavallı kızlardır. Bunların cinsi ihtiyaçları hapsedilecek yerde başka yollara sevk edilse, başka ve daha temiz vasıtalarla, demin söylediğimiz gibi mesela sporun yüzücülük veya tenis ve voleybol gibi kısımlarıyla, zararsız filmler, eğlencelerle teskin edilse bu kızlar ziyan olmamış olurdu. Çünkü ileride aile hayatı teşkil edildiği zaman ne birinci sınıfın, yani fena olduğu kendisine söylenen bir şeyi buna rağmen yaparak ahlaksızlaşan kızların, ne de ihtibaslarla kendilerini gayri tabii yaparak nevrastenik olan kızların mesut bir aile yuvası kurmalarına imkân vardır. Orta tahsil çağındaki kızlara çevrilen lakaytlığın ne feci neticeler verdiği düşünülse dehşete düşülür, darülfünuna devam eden bir kız arkadaşım lisede iken maalesef okumaya mecbur kaldığı, okumaktan kendisini men edemediği bazı kitap isimlerini bana söylediği zaman hayretle irkilmiştim. Bu kitaplar bizim bile okumaktan hicap edeceğimiz şeyler, Bin Bir Buseler ve hatta daha feci kitaplardı. Bu kız arkadaşım bu kitapların kendisinde yaptığı ruhî tesirlerden yana yakıla şikâyet etmişti.
Bu yaşlardaki kızlara karşı takip edilen yanlış prensiplerden biri de onları erkeklerden şiddetle ayırarak, hırslarını tahrik etmek prensibidir. Bir müddet sonra hayatta karşı karşıya gelecekleri ve hayatı müştereken devam ettirecekleri birisinden onları ayrı bulundurmak bir tek kelime ile manasızdır. Bilâkis onlar çok kere beraber bulundurulmalı, fakat başta da söylediğim gibi kendilerine zaman ve mekân mefhumları, irade kuvveti verilerek daha ileri gitmek isteyen zararlı bir münasebetten onlar bu şekilde ve daha tabii bir tarzda men edilmelidir. Bu tarz, aynı zamanda nefse itimadı ve zorsuz bir ahlaklılığı doğuracağı için en faydalısıdır.
Bunun aksi niçin zararlıdır ve ne neticeler verir, izah etmiştik. Bugün bunlardan mâada memleketin kafa hayatı itibariyle de büyük ve harap edici bir rolü vardır ki onu da söyleyelim:
Cinsî hayatın, dimağ hayatıyla ne kadar yakından münasebettar olduğu malûmdur. En körpe ve ateşli çağları, muzır, iyi idare edilememiş, oluruna bırakılmış buhranlarla geçen kızlarımızın bu zaman esnasında ciddi ve fikri meselelerle meşgul olmalarına imkân yoktur. Kafaları bir türlü halledemedikleri tezatlar -yani cemiyetin hükümleriyle tabii ihtiyaçları arasındaki tezatlarla- o kadar dolu, o kadar karmakarışıktır ki âşıkarane ne romanlardan başka bir şey okumak ve romantik hülyalardan başka bir şey düşünmek, ekseriya ellerinden gelmez. Bu devirlerin, sükûnetsizliğin verdiği ve tashihi çok güç olan bir sebatsızlık, bir hercailik itiyadı onları hayatlarının sonuna kadar takip eder. Mütemadiyen ve lüzumsuz yere tecrübeye koşmuş olan iradeleri onları terk eder ve hayatta ekseriya denizde dolaşan serseri bir tahta parçası gibi gayesiz ve cereyanlara tâbi olarak yaşarlar.
Darülfünuna devam eden kızlarımız arasında bile ayda bir cilt ciddi, hatta edebi bir kitap okuyanına çok nadir tesadüf ettim. Bu kızlarımızın şimdiki düşünceleri orta tahsil çağındaki intibasların acısını çıkarmak, gezmek, eğlenmek, biraz da flört yapmaktır.
Tabiî burada ekseriyetten bahsediyorum. Aile vaziyetleri veya kendilerinde bulunan fevkalade kudretin sayesinde muhitin bu tesirlerinden kısmen azade kalarak oldukça ciddi bir tahsil yapan hanımlarımız da vardır. Fakat alelumum genç kızlarımızda darülfünun da dahil tesadüf edilen bu ciddi şeylere karşı lakaytlık, bu feci okumaktan korkma hastalığı, bu adaaam sendecilik, bu memleket, dünya, muhit vukuatiyle asgari alaka ve ancak kendi bir avuç muhitinde kör, lakayt ve güya eğlenceli bir hayat yaşama iptilası derhal tedbirler aldırmayı icap ettirecek kadar yayılmaktadır.
Gelelim tahsile devam etmeyen veya tahsili ilk devrelerinde terk eden kızlara:
Ekseriya mali ve ailevi sebeplerle veya içtimai telakki farkları yüzünden tahsillerine devama müsaade edilmeyerek evde alıkonulan ve bir aile (ev) kızı olmaları istenilen bu kızların vaziyeti büsbütün fecidir. Muhit-i mektep haricinde fertlerin fikri tenevvürleri için hiç, kelimenin bütün manâsıyla hiçbir imkân göstermediği böyle kızların kendi kendilerine yetişebilmeleri için ne bu gaye ile yapılan neşriyat, ne içtimai teşekküller, nede herhangi bir şey mevcut olmadığı için bu kızlar huda-yı nâbit bir ot gibi büyürler, ihtiyar olurlar, dünyaya niçin geldiklerinin, dünyanın ne demek olduğunun farkına bile varmadan tekrar çekilip giderler.
Anaları, babalan, kızlarının ev kızı olmasını istemekle onu ev kadınlığına hazırlamış filan da değildirler; ortalık süpürmeyi, yemek pişirmeyi, vaziyeti iyice ailelerde birazcık ud, keman çakmayı veya iki kelime Fransızca konuşmayı öğrenmelerini kâfi görürler. Yaşları biraz büyüyünce kızların üstlerine başlarına dikkat ederler, tuvalet yaptırırlar, fakat fikrî seviyesini yükseltmek hatta alelumum bir fikrî seviye tesis ettirmek için en ufak bir teşebbüste bulunulmaz. Kızların bütün malumatı kendi seviyesindeki arkadaşlarından öğrendiği bozuk, manasız ve sakat şeylerdir, mesela bir yün kazağın örgüsü, bir mantonun dikişi saatlerce süren mükâlemelerin mevzuunu teşkil edebilir. Asıl zihinlerini işgal eden meseleler müphem, bazen de vazıh arzular şeklinde tebarüz eden cinsî temayüllerdir ki büyükleri tarafından herhangi bir kontrole tâbi olmadığı için şiddetle gayri ahlaki şekiller alır ve bazen erkeklerin kendi aralarında bahsetmekten çekinecekleri şeyler bile onlar arasında mevzu bahis edilir. Aynı zamanda dimağlarının da kontrolünden âzade olan bu temayüller tamamen hayvani bir şekil almıştır, onlar için erkek, muayyen bir hayvani vazifeyi îfâ edecek cazip bir mahlûktan başka bir şey değildir. Onlar için evlenmek hülyalarında rol oynayan erkeğin fikrî kabiliyetleri ve ahlakı pek mevzu bahis değildir. Asıl düşündükleri, müstakbel kocalarının fizikî, bedeni güzelliği ve bir de içtimaî mevkiidir, bunu da sırf çocukça ve basit arzularının tatmini için isterler. Bu zavallı kızlar, ebeveynlerinin ve muhitlerinin telkini ile kendilerini satılan bir mal telakki etmeye alışmışlardır ve bunun neticesidir ki evlenecekleri şahısta fikrî ve hissî bir anlaşma, iyi bir yuva kurma kabiliyetleri, yani bir arkadaş, hayatta müsavi haklar ve müsavi kuvvetlerle beraber gidecekleri bir arkadaş değil, yağlı ve parlak bir müşteri ararlar.
Bunun, bu iptidai telakkinin asıl sebebi ebeveynin telakkileridir. Bir aile, kızını satılık bir mal gibi, vitrinde teşhir edilen bir eşya gibi hazırlarsa, onun kafasının içini tamamen boş bırakarak onun fikri ve hissî hayatı ile zerre kadar alakadar olmayarak kızlarının yalnız güzelliğine, alımlılığına ehemmiyet verirlerse, halta onun fikrî seviyesinin yükselmesini bile sırf bir koca bulabilmesi için yaparlarsa, kızlarının kendilerini satılık bir meta olarak görmekten başka yapacakları şey yoktur.
Birço aileler bilirim ki kızlarını okutmaktan, hatta onlara yüksek tahsil yaptırmaktan maksatları, kızlarının hayatta kuvvetli, müstakil, hayatını tanzime ve icap ettiği zaman bir hayat arkadaşını selametle intihaba muktedir bir fert olmasını temin etmek değil, ona parlak bir izdivaç yaptırabilmek düşünceleridir.
Arkadaşlar!
İnsanların hayvanlardan en farklı olan uzuvları, dimağlarıdır. Eğer yaptığımız işlerle hayvanların efali arasında bariz bir fark aramak istersek bunu, ancak dimağımızın yaptığı işlerde bulabiliriz. Yoksa yemek, uyumak, tenasül etmek diğer mahlukatta da vardır. Onların dimağları da karın doyurmak meselesinde, yatacak yer bulmak, bir şeyi tedarik etmek meselesinde kâfi derecede kudret göstermektedir. İnsan dimağının hususiyeti, onun yalnız yukarıda zikrettiğimiz maddî ve hayvani şeyleri değil, tamamen hissî, midemiz ve diğer uzuvlarımızla alakası az birtakım şeyleri de düşünebilme kabiliyetidir.
Edebiyat, bütün sanat şekilleri ve nevileri, maddî menfaatlerden uzak ilim, hep bu dimağî hususiyetin neticeleridir. Ve ancak insan dimağına bu maddî ihtiyaçlarla alakası olmayan hissi bir faaliyet imkânını verdiğimiz zaman hayvanlıktan kurtuluruz.
Şu halde münevver, malumatlı ve dimağî kabiliyetleri inkişaf etmiş bir insan olmak, herhangi bir gayeye vusul için kullanılan lüks bir vasıta değil, doğrudan doğruya bir gayedir, kendimize insan diyebilmek için lazım olan en birinci gaye…
Ve biz, bu gayeyi daha hasis arzulara vasıta olarak kullanırsak, dimağî tekâmülü iyi izdivaçlar yapmak, kendimize mevki temin etmek için istersek, en asil bir uzvumuzu hayvani arzularımıza uşak olarak kullanmış, beşerliğimizden kaybetmiş oluruz…
Gelelim mevzumuza:
Büyük şehirlerimizdeki kızların bu zikrettiklerimizden mâada, gayet az yekûn tutan bir sınıfı daha vardır ki bunlar da kozmopolit ailelerin kızlarıdır. Memleketi ve milleti istihfaf eden, kafalarının boşluğuna budalaca gururları, manasız küstahlıkla inzimam eden, memleketle bütün bağları koptuğu için ne oldukları, pek belli olmayan bu sınıfı Türk camiası ile beraber mütalaa etmeye lüzum görmüyorum. Tamamen tereddî etmiş olan bu zümreye Türk demek bence hiç doğru değildir. Milletin vücudunda bir ur gibi yaşayan bu tufeyli zümrenin bize vereceği yegâne his, bir hicap ve nefret hissidir.
Memleketin küçük şehirlerindeki kızlarımız ise fikri hayat ve tahsil hayatı itibariyle şehirlerdekilerden farksız, aynı zamanda onların muhitten aldıkları bazı dünyevî malumattan da mahrumdurlar. Dünya hakkında hemen hemen hiçbir muayyen fikirleri, hayat hakkında hiçbir telakkileri yoktur. Fakat en fazla ümidimiz olan sınıf da bu sınıftır, çünkü:
Kontrolsüz bir medeniyetin bütün kötülükleri daha tamamen girmeye vakit bulamadığı için kızlarda ahlaki safiyet daha tamamen kaybolmamıştır. Cinsî meselelerdeki gayri tabiilikleri de böyle şehirlerde alelekser âdet olan erken evlenme ananesi bir dereceye kadar izale etmektedir. Fakat bu şekil izdivaçlar tarafeynin birbirlerini tanımalarına imkân vermeden vukua geldiği için ıslaha muhtaçtır ve bu şekle de tabiî bir şekil denilemez.
Küçük şehirlerimizdeki okumuş yazmış sınıfın, yani münevver kadın sınıfının vaziyeti ise büyük şehirlerimi/dekinin aynı, hatta daha müfritidir. Çünkü buralarda oyalanma vasıtaları, mesela sinemalar, gezintiler, eğlenceler daha az olduğu için kızlarımız büyük bir can sıkıntısına ve binnetice cinsi ihtibaslarının tevlid ettiği birtakım gayri tabiiliklere düşerler. Sonra bir müddet tahsilin verdiği birtakım malumat, içinde bulundukları köşeden başka ve daha cazip bir harici dünya bulunduğunu onlara öğrettiği için derin bir ademi memnuniyet hissi, bulundukları veri beğenmemek illeti bunları pençelerine alır; böylece bulundukları yerle alakalarını, bulunduktan yere muhabbetlerim kaybeden bu (küçük şehir münevver kadınları) da köksüz, yarı kozmopolit bir sınıf teşkil ederler.
Memleketin kadın nüfusunun ekseriyetini teşkil eden köylü kadınlarına gelince:
Birbirimizi aldatmaya, gözümüzü bağlamaya lüzum yoktur. Köylü kadınlarımız hemen hemen en iptidai bir hayat sürmekte, dimağlarını kullanacak en ufak bir vesile bile bulamamaktadır. Sorarım size, bir köylü kadınının dünya vaziyeti hakkında en ufak bir malumatı var mıdır? Memleket, vatan mefhumlarına vâkıf mıdır? Tarladan, kara öküzden, kızı Fadime’den ve kocası Mahmut’tan başka bir şey düşünür mü? Tabii hayır. Halbuki birçok vesilelerle memleketin en ümit veren, en çok enerji sak kadınlarının bu köylü kadınlar olduğunu gördük. İstiklâl Harbinde köylü kadınlarının fedakârlıkları nihayetsizdir, fakat bunlar şuurî değil, insiyaki hareketlerdir; bunların yuvası ve yavruları taarruza uğrayan bir dişi arslanın savletinden farkı yoktur; biz Anadolu’daki kadınlarımızın içinde saklı olan bu müthiş enerji kümesini şuura çıkarmak, memlekette kuvvetli, çok kuvvetli ve kafası işleyen bir kadın nesli yetiştirmek mecburiyetindeyiz.
Arkadaşlar, sizi daha fazla bekletmek ve sabrınızı tüketmek niyetinde değilim, sözlerimi hulasa edeyim:
Büyük şehirlerimizde olsun, küçük şehirlerimizde olsun, münevver kadınlarımız olsun, okuması yazması olmayan kadınlarımız olsun, çok, insanı yeise düşürecek kadar çok ihmal edilmiştir. Bunda kadınlarımızın hiçbir kabahati yoktur, hatta bu umumî tasnifler haricinde kalan ve çok müteşekkir olunur ki miktarı pek de az olmayan bir hakiki münevver kadın sınıfımız vardır ki bu sınıf, teşekkülünü yalnız kendisine borçludur. Bu sınıf memleketteki bütün manialara, bütün alakasızlığa rağmen kendisini erkeklerden daha aşağı olmayan bir dereceye yükseltmiştir, fakat bu kâfi değildir. Bu hiçtir, memleketin bütün kadınlarına medenî hayatta lâyık olduğu rolün verilmesi zamanı gelmiştir. Artık okuyan kızlarımızın boş fakat bilgiç ve manasız bozuk bir kukla olmaktan, alelumum kızlarımızın satılık bir mal, bir vitrin eşyası haline gelmekten kurtulması lazımdır. Artık köylü kadınlarımızı kara öküzün bir yardımcısı, bir yarım hayvan olmaktan kurtarmalıyız, bunun için de harici tedbirlerden ziyade içten gelen arzular lazımdır. Kadınlarımız bunu bütün kuvvetleriyle istemeli, bunun için bütün kuvvetleriyle uğraşmalıdırlar. Hiç kimse hiç kimseyi yükseltemez, herkes kendi kendisini yükseltmek mecburiyetindendir. Mademki erkeğin kadından fazla bir şeysi yoktur, mademki kadının zaaflarını erkek, erkeğin zaaflarını kadın ikmal etmekte ve bu iki cins hayat yolunu yürütebilmek için birbirine muhtaç bulunmaktadır, şu halde birinin diğerini yoldan alıkoymaması için aynı kuvvetlere malik bulunmaları icap eder ve hor şeyden evvel izalesi icap eden zihniyet şudur:
Kadın bir erkeğe varmaz, kadın bir erkeğe verilmez ve bi erkek bir kızı almaz, (almak, vermek) bu tabirler kadını kıymetten düşüren, ona ahkâr (en hakir) mahiyeti veren şeylerdir ve hor şeyden evvel bu zihniyeti kadınlarımız kafalarından çıkarmalıdır; bilmelidirler ki iki cins birbiriyle hayatlarını birleştirirken yuvaya getirdikleri aynı kıymette şeylerdir ve koca mal sahibi değil, ortak, hayat ortacı demektir. Bu hukuk müsavatı kadınlarımızın şuurunda yer ettikten sonra onların kuvvetli ve hakiki bir insan olmak için dimağî ve fikrî sahada da yükselmek isteyecekleri tabiidir.
Memleketimizin kadın ve erkeklerini, biri diğerini sürükleyen ve taşıyan değil, el ele ve aynı tempoda yürüyen iki mahluk olarak göreceğimiz günün uzak olmamasını dilerim. Bu kadar efendim.”
17.10.1932 Konya Halkevi konferans konuşması