Biri Türk – Sünni diğeri Kürt – Alevi olarak yetişen iki kardeş’in hikayesi ve “NEFES” kesen asimilasyon

262

Ailesi Dersim Katliam’ında katledilen 3 yaşında Ahmet adında bir çocuk abisiyle beraber Dersim’den Afyon’a sürgün edilerek   Yurda verilir. Burada bir aile tarafından evlatlık alınır. Türk ve sünni olarak yetiştirilir. Bir gün okul çıkışında yolunu kesen biri ona gerçek hikâyesini anlatarak evine götürmeye geldiğini söyler. Karşısındaki genç, yıllar önce Afyon Çocuk Yurdu’ndan kaçan ve memleketine dönen ağabeyidir.
O andan itibaren hayatı değişen Ahmet’in bugün herkes tarafından bilinen iki çocuğu var. Biri: Vatan gazetesinin eski genel yayın yönetmeni, şimdilerde gazeteport internet sitesinin yayın yönetmeni, ekonomi yazarı Yavuz Semerci. Diğeri ise “Biz kahramanların ne zor şartlar altında terörle mücadele ettiğini anlattık” diyen, ancak neden ve niçin şavaştıkları konusunda zere kadar bir şey söyleyemeyen “NEFES: Vatan Sağolsun”  adlı filmin yönetmeni Levent Semerci.

Yavuz Semerci’nin 20.11.2009 tarihli gazeteport’ta yazdığı “Size bir Dersim hikâyesi anlatayım” başlıklı yazısını henüz okumayanlar için yayınlıyoruz.

Size bir Dersim hikâyesi anlatayım

YIL malum yıl.
Herkesin unutmaya çalıştığı yıl.
Ağlayacak anaların da öldürüldüğü yıl.
Yani ağlayacak ana kalmadığından ağlama derdinin olmadığı ve kimsenin üzülmediği yıl…
Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli’nin Hozat kazasının bir
köyünün 1 kilometre ötesinde, biri ağanın konağı diğeri evi ve bir de taş ahırın
olduğu mezrada geçer.
Hava kurşun gibi ağırdır.
Haberler iyi değildir. Ama bir umut var bu bölgede yaşayanlar için. Çünkü dağa
çıkılmamış, askere karşı silah kuşanılmamış. Yani, devlet en fazla buralardan sürer bizi, demektedirler.
Allah’ın bir günü.
Sabahın köründe ve o lanet ayazında dağ taş asker dolar. Erkekler ile kadın ve
çocuklar ayrılır.
Çavuş, kadınlara karşı gayet kibardır.
Hatta kendilerine çay yapılmasına izin verirler. Çay içilirken komutana bir emir
gelir ve bir süre, “Bu emirden emin misiniz” sorusunun yanıtı beklenir. Emir
doğrudur ve kesindir, tekrarlanır ve bir daha tekrarlatılmaması için uyarılır
komutan.
Askerler çaylarını bırakır, çatılmış tüfekler alınır, tüm kadın ve çocukların konağa girmesi istenir. İstenmez, emredilir.
Az önce çay veren kadının yediği dipçik, yeteri kadar açıktır.
Erkekler zaten yoktur. Ve kendilerinden birkaç saattir haber alınmamaktadır.
Konağın şömineli odası 30, bilemediniz 40 kişi alır. Çoluk çocuk 100’e yakın insan eve zorla sokulur. Artık çocuklar ağlamaktadır. Odanın içinde herkes bağırmakta, kendilerini içeri iten askere lanetler yağdırmaktadır. Yaşlı ve bilge kadınlar, Hakk’a yürüme zamanının geldiğinin farkındadır.
Hikâyemizin kahramanı, ağanın oğlu, o sırada anasının kucağında şöminenin
dibinde muhtemelen ağlıyordu.
Muhtemelen, çünkü hikâyenin bu kısmını sadece rüyalarında, o da hep değişik ve anlaşılmaz bir şekilde hatırlamaktadır.
Daha sonra, yıllar geçtikten sonra anlar ki o rüyada ağlayan kadın kendi
anasıdır ve ondan özür dilemektedir.
Niye özür dilediğini önce anlamaz. Sonra “Ben seni koruyamadım, sen çocuklarını koru” dediğini anlar bir rüyasında…
O gün, o lanet gün o odadakiler bilmez ki, kasabanın dibine kadar yürütülen erkekler dere kenarında kurşunlanmıştır. Ve elbette bilmezler ki, o gün binlerce insan sadece ve sadece Kürt-Alevi olduğu için öldürülecektir. Ve
bilmezler ki, birkaç dakika içinde onların da sonu bellidir.

Önce, tek odalı konağın ön yüze bakan 3 penceresi dipçiklerle kırıldı. Ve
sustular. Sonra sadece mermi sesi vardı.
Ve hemen ardından odaya birer ikişer atılan bombalar patladı. Birkaç dakika
sonra içeri giren kimi asker, süngüleriyle yaşayan yoklaması yaptı. Muhtemelen emri uygulayan ama tek kurşun bile sıkmamış çavuşun bağıran sesi duyuldu:
“Herkes odadan çıksın…” Kahramanımıza, anasını delip geçen
üç kurşun isabet etti. Ama öldürücü
değildi.

4-5 saat önce, askerler henüz çay içerken, yaşlı bir kadının uyarmasıyla dağa
kaçan 3-5 genç çocuk askerlerin gidişiyle konağa geri gelir. Birisi de hikâyemizin kahramanının kardeşidir. Katliamdan sadece üç kişi kurtulmuştur. Ağır yaralı kadına bir parça ekmek ve biraz da su bırakılır. Ve ardından dağa çıkılır. Katliamdan kurtulmayı başaranlarla birlikte dağlarda, mağaralarda hayvanlar gibi saklanarak birkaç hafta geçirilir.
Kahramanımız yaralı ve çoğunlukla ağlamaktadır. “Dereye atalım” diyenler
çıkar… Çünkü ağlayan çocuk nedeniyle askerler yerlerini tespit edebilir diye
korkarlar. Bir keresinde ağabeyi, yıllar sonra ona, “Mağaranın yakınına askerler geldi. Sesin çıkmasın diye ağzını kapattım ve az daha seni kendi ellerimle boğuyordum” der. Ağa çocuğu olması ve ağabeyinin koruyuculuğu sayesinde öldürülmekten ikinci kez kurtulmuştur. Henüz 6 yaşındadır ve devletin af ilan etmesinin ardından sürgüne gönderildiği yerde hayatı değişecek ve Kürt olduğunu yıllar sonra öğrenecektir.
Ama tercihini yapmıştır artık…

AF ilan edilmiştir. Dağlarda dolaşanlar, artık askere yakalandıkları an kurşuna dizilmeyeceklerini anlamıştır. Ve teslim olurlar. Kan kokan Dersim’den,
Anadolu’ya zorunlu göç başlamıştır. Kayıtlar, resmi ve gayri resmi rakamlar ne der, önemi de yoktur. Afyon’a giden kafilenin içinde anaları konakta
öldürülmüş, babaları ve dedeleri ise bir dere kenarında (aynı gün) kurşuna dizilmiş ağabey-kardeş de vardır: Koç Mustafa Ağa’nın oğlu Hıdır’dan olma, Geyik’ten doğma Hayri (12) ve Ahmet (kayıtlarda 6, gerçekte 3 yaşında).

Uzun süre sonra ilk banyo, Afyon Çocuk Esirgeme Kurumu’nda alınır. Sıcak yemek, kıyafetler… Afyon onlara kucak açmıştır. Ve her çocuk gibi onların da bir aile tarafından evlat alınması amaçlanmıştır. Ağabey büyük olduğundan şansı
yoktur ama onun vardır. Çünkü çocuksuz aileler, geçmişi hatırlamayacak kadar küçük olanları tercih etmektedir.

Deli Çavuş… Adı hep öyle kalmış. Çanakkale Savaşı’nda gösterdiği cesaretten bu lakap verilmiş ve hep böyle anılmış. Karı-koca en büyük dertleri çocuk sahibi olamamak. Ve derler ki sonra: “Seni ilk gördüğümüzde sevdik. Kocaman gözlerin, kıvırcık simsiyah saçlarınla, yaralı yüzünle paçamıza yapıştığında kararımızı vermiştik. Sen bizim oğlumuz olacaktın…“

Fakir bir Anadolu kentinde, sevgi dolu bir ailede geçen 15 yıl. Okutulan, el üstünde tutulan, gözbebekleri gibi bakılan bir genç. Okul çıkışlarında önce babanın semer dükkânına gidiyor. Bir yandan baba işi öğreniliyor, bir yandan sanat okulunda meslek sahibi oluyor. Babanın askerlik anılarıyla büyüyor. Asker olmak en büyük arzusu. Deli Çavuş’un oğlu olmak, en büyük gurur kaynağı…

Bir gün okul çıkışında, yolunu, zayıf, çelimsiz, Türkçesi bozuk birisi keser.

Hikâyesini anlatır ve onu gerçek evine götürmeye geldiğini söyler. Karşısındaki genç, yıllar önce Afyon Çocuk Yurdu’ndan kaçan ve memleketine dönen ağabeyidir. Üç gün inanmaz. Gördüğü kâbuslar ile kendisine anlatılanlar arasında paralellik kurar. Hayatta en değer verdiği anne ve babasının üvey olma fikrini üç gün sonra taşıyamaz hale gelir. Ve o okul çıkışı, eve varır ve anasına, “Ben üvey miyim?” diye sorar…

“Annem ağlamaya başlayınca gerçeği anladım. Tek kelime etmedi ve sadece ağladı. Ve hemen evden kaçtım. Beni bekleyen ağabeyimin yanına gittim ve
ilk trenle Elazığ’a geçtik. Oradan da köye…”

Ancak Türk örf ve âdetlerine göre büyüyen, Sünni olan gencin kafası karışıktır. Her şey kendisine yabancıdır. Alışmaya çalışır. 6 ay sonra haber gelir. Üvey annesi, hastaneye kaldırılmıştır. Ve bir gün Deli Çavuş’u karşısında görür. Üvey babasını. “O gün anlamıştım, beni sevgiyle büyüten bir anam ve babam var. Ve her ikisi de sağ…”

Ve her şeyi geride bırakır… Ağabeyine tüm mallardaki hakkından vazgeçtiğini söyler. Tüm akrabalarıyla vedalaşır ve Afyon’a bu kez gönüllü döner.

Yıllar sonra o günü oğullarına şöyle anlatır: “Afyon garında üvey annem ve benden çok önce geri dönen babam vardı. Anam tek kelime etmedi. Sarıldı, eve gidene kadar bırakmadı. Ağladı. Ne yaptığımı o gece anlattım. Sonra bir daha bu konuyu hiç konuşmadık. Ne o sordu ne de ben anlattım..”

Elbette anlamışsınızdır. Bu hikâyedeki kişi benim babamdı. Hikâyesini en azından ben gençlik dönemine girdiğimde ve siyasete ilgi gösterdiğimde
öğrenmiştim.

Her muhafazakâr Türk’te rastlayabileceğiniz Kızılbaş alerjisi annemde de vardı. Ömrünün son zamanlarında takılırdım, “Kızılbaş biriyle neden
evlendin?” diye…

“Ah be oğlum, ne bileyim bunun kökü Kürt. Öğrendiğim gün evi terk ettim. Ama Afyon’dan anası geldi. ‘O benim oğlum. Öz ve öz Türk’ dedi… Bizi tekrar bir araya getirdi. Baban hep Sünni’ydi. İyi ki ondan ayrılmamışım…”

Aslına bakarsanız, rahmetli annem de Rus baskısından kaçan Çerkez göçmeniydi. Bunu da annem öldükten sonra araştırmıştım. Rusya’dan
Lübnan’a, Trabzon’a gelen, ardından Bayburt ve Erzurum’da kök salan bir aile…

İşte böyle… Biri Türk, diğeri Kürt olan iki kardeş ancak bu coğrafyadan çıkar. Biri Sünni, diğeri Alevi… Çerkez gelip Türkleşenler de bu coğrafyada bulunur.
Çerkez’in Türk’leşeni ile Kürt’ün Türk’leşeninin evlenip bu vatana hizmet eden çocuklar da bu coğrafyadan çıkar. Zorunlu veya gönüllü asimilasyonun ağası da bu topraklarda yaşanır.

Ve kendimi bu ülkeye, bu topraklara ait hissetmekten hiç vazgeçmedim. Tüm acılara, geçmiş hatalara rağmen kendi kimliklerimizi gururla ifade edeceğimiz, etmekten korkmayacağımız tek rejimin demokrasi olduğunu en iyi bilen kuşağız. En azından ben öyleyim…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz