İnsan kuşkusuz son derece boş, aldatıcı ve çelişkili bir varlıktır. Onun hakkında değişmez ve standart bir yargıya varmak zordur.
Kızdırdığımız kişilerin yüreklerini yumuşatmanın en sıradan yolu, bize karşı intikam fırsatı ellerindeyken, insaflarına kaldığımız sırada, boyun eğmek suretiyle onları merhamete yöneltmektir. Bununla beraber, yiğitlenme (meydan okuma) ve sıkı duruş (kararlılık) gibi tam aksine yollar da, kimi zaman, aynı sonuca götürebilir.
Bizim Guyenne’imizi pek uzun zaman yöneten, koşulların ve talihin büyüklüğünde eksik olmadığı kişilik, Galler Prensi Edouard, Limojlular’ın güçlü direnişleriyle karşılaşınca kenti zor kullanarak ele geçirdi. Ahalinin feryatlarına karşı merhamet hissine kaptırmadı kendini. Haykırarak aman dileyen, arına direnen üç Fransız soylusunu fark etti. Böylesine dikkat çeken bir cesaret görüntüsü öfkesini yatıştırdı; bu üç kişiden başlayarak, tüm öteki kent sakinlerinin hepsini bağışladı.
Epir Prensi Scanderberg (Arnavut Prens, 1414-1467) kendi ordusundaki bir askeri öldürmek için kovalıyordu; bu asker onu yatıştırmak için her tür alçaltıcı yolu ve yalvarmayı denedikten sonra, kılıcını eline alarak kararlı bir şekilde beklemeye başladı. Bu kesin kararlılık efendisinin taşkın öfkesini bir anda geçirdi; pek onurlu bir hasım tavrı takındığını gören efendisi onu bağışladı. Bu prensin olağanüstü gücünü ve yılmazlığını bilmeyen kişiler davranışına başka türlü bir yorum da getirebilirler.
İmparator Üçüncü Conrad, Bavyera Dükü Guelphe’i muhasaraya aldığında, kendisine sunulan bazı adice ve alçakça ödünler karşılığında koşullarını yumuşatmayı kabul etmedi. Sadece Dük’le beraber kuşatmada sarılan soylu kadınların onurlarına zarar gelmeden ve yaya olarak, üzerlerinde ne taşıyabiliyorlarsa birlikte dışarıya çıkmalarına izin verdi. Kadınlar ise yüce gönüllülükle kocalarını, çocuklarını, hatta bizzat Dük’ü omuzlarına alarak taşımayı göze aldılar. İmparator, onların bu cesareti karşısında ziyadesiyle duygulandı, bu sebeple mutluluktan gözleri yaşardı. Dük’e karşı beslemekte olduğu ölümcül ve büyük düşmanlık duygusunu bastırdı; o andan itibaren ona ve yakınlarına insanca muamelede bulundu.
Bana gelince, ben her iki davranış şekline kolayca sürüklenebilirdim. Çünkü, benim merhamete ve hoşgörüye karşı görülmemiş bir zafiyetim vardır. Yine de, doğal olarak, saygıdan çok acıma duygusuna teslim olurdum: Stoacılar için merhamet kötü bir duygudur yine de. Bunlar acı çekenlerin imdadına gidilmesi gerektiğini kabul eder; ama işi onların acılarını paylaşma noktasına kadar götürmezler.
Bu örnekler bana çok yerinde örnekler olarak görünüyor. Çünkü bu iki yoldan saldırıya uğrayan ve denenen insanların sarsılmaksızın ve eğilmeksizin ayakta kaldıkları görülüyor. Denilebilir ki, kalbini merhamete doğru çevirmek, kolaylığın, kalenderliğin ve yumuşaklığın bir sonucudur, bu yüzden kadınların, çocukların ve avamınki gibi daha zayıf yaradılıştakiler buna daha açıktır. Ama gözyaşlarını ve yakarışları küçümsedikten sonra, yalnızca hayranlıkla cesarete saygı gösterme, aslında erkeksi güçlülüğe ve kararlılığa gönül veren, onu onurlandıran kuvvetli ve bükülmez bir karakterin belirtisidir. Bununla beraber, büyüklüğü daha sınırlı yüreklerde, şaşkınlık ve hayranlık aynı sonucu doğurabilir. Thebai halkı bunun tanığıdır. Komutanların kendisine verdiği yetkilerin ötesine geçince, ağır bir şekilde suçlanarak mahkemeye verilen Pelopidas güçlükle yakasını kurtardı; ancak yalvarmalarla ve af dilemelerle kendini kurtarabildi. Buna karşılık, yaptığı işleri görkemli bir şekilde anlatan Epaminodas ise, mağrur ve küstah bir tavırla halkı payladı; meclis de bu kişinin cesareti karşısında görüş ayrılığına düştü.
Yaşlı Dionysios, gereksizce uzamış olan bir kuşatmadan sonra son derece büyük zorluklar pahasına Rhegium kentini ve orayı inatla savunmuş olan yüce gönüllü komutan Phyton’u ele geçirince trajik bir intikam örneği yaratmak istedi. Önce ona bir gün evvel oğlunu ve tüm ailesini suda nasıl boğdurtmuş olduğunu anlatmakla başladı. Phyton, bunun üzerine, onların bir gün fazlasıyla kendisinden daha mutlu oldukları yanıtını verdi sadece. Dionysios, bundan sonra Phyton’un giysilerini çıkarttırdı ve onu cellatlarına teslim etti; iğrenç bir biçimde kırbaçlattırarak, üstelik de garez dolu ve zalim sözlerle karalayarak kent sokaklarında sürüklettirdi. Ama talihsiz adam, vatanını bir zorbanın ellerine teslim etmeyi istemediğinden, onu tanrıların cezalandırmasıyla tehdit edip sakin bir yüzle, kendinden geçmeksizin, ölümünün onurlu ve şanlı amacını yüksek sesle dile getirerek metanet gösterdi. Ordu bu mağlup düşmanın meydan okuyuşuna içerleyeceği yerde, pek ender görülen bir erdemle duygulanmış ve hayrete düşmüş bir halde komutanı ve onun zaferini küçümseyerek; ayaklanmayı, hatta Phyton’u işkencecilerin elinden çekip almayı düşlüyordu. Dionysios, bunları askerlerinin gözlerinden okuyarak kurbanının yaşamına son verdirdi; onu gizlice denizde boğdurttu.
İnsan kuşkusuz son derece boş, aldatıcı ve çelişkili bir varlıktır. Onun hakkında değişmez ve standart bir yargıya varmak zordur. İşte, halkın hatasını tek başına yüklenen ve cezayı tek başına çekmekten çekinmeyen yurttaş Zenon’un erdemine ve gönül yüceliğine duyduğu derin saygı nedeniyle Mamertinler’in kentini bağışlayan Pompeius. Öte yandan, Sulla’nın konuğu, Peruse kentinde benzer bir cesaret örneği vermişti ama bundan ne kendisi ne de başkaları bir şey elde edebildi.
Ve ilk örneklerime doğrudan doğruya karşıt, insanların en yüreklisi ve mağluplara karşı en bağışlayıcı olan İskender, birçok büyük güçlükten sonra, Gazze kentini ele geçirip oraya komuta eden Betis’le karşılaştı ve kuşatma boyunca, olağanüstü örneklerle onun değerini ölçmeyi başardı. Betis, o sırada adamları tarafından terk edilmiş, zırhı parçalanmış, her yanı kan revan içinde, kendisine her taraftan saldıran çok sayıda Makedonyalı’nın ortasında tek başına hâlâ savaşmaktaydı. O zaman İskender, bu kadar pahalı bir zafer kazanmaktan canı sıkılmış olarak (çünkü kendisi de iki kez yara almıştı) ona şöyle dedi: “İstediğin gibi can vermeyeceksin Betis. Bilesin ki, bir esir için icat edilebilecek her türlü işkenceye kendini hazırlaman gerekecek.” Ötekiyse sadece kararlı değil, aynı zamanda kendini beğenmiş ve kibirli bir çehreyle bu tehditler karşısında tek bir söz söylemeksizin durdu. İskender, onun mağrur ve inatçı sessizliğini görerek dedi ki: “Diz mi çöktü? Ağzından yalvaran bir söz mü çıktı? inatçı suskunluğunu yeneceğim; ağzından herhangi bir söz alamazsam, hiç değilse bir inleme koparacağım.” Sonra da kızgınlığı, çılgınca bir öfkeye dönüşerek Betis’in tabanlarının kılıçla yarılmasını buyurdu ve onun canlı canlı parçalanmasını, uzuvlarının koparılmasını, savaş arabasının arkasına bağlanmasını emretti. Acaba cesaret İskender için pek sıradan ve doğal bir şey miydi ve Betis’i hayranlık uyandırıcı bulmuyor ve bundan dolayı ona daha az mı saygı duyuyordu? Yoksa, cesareti yalnızca kendisinde görmek istiyor ve başkasında bu denli cesaret görmeyi mi kıskanıyordu? Ya da öfkesinin taşkınlığına mı karşı koyamıyordu? Aslında eğer öfkesi dindiyse, bu Thebei kentinin ele geçirilişi ve yerle bir edilişinde kendini savunma olanağından yoksun bunca yiğit adamın acımasızca kılıçtan geçirilmesini görmüş olmasındandır. Çünkü orada altı bin kişi öldürüldü; aralarından hiç kimse ne kaçmayı, ne de aman dilemeyi aklından geçirdi. Aksine, insanlar savaş kazanmış düşmanla her yerde karşılaşmak ve onurlu bir şekilde ölmek istiyordu. Onların umutsuz cesareti hiç merhamet uyandırmadı; koca bir gün bile İskender’in hıncını almasına yetmedi. Bu katliam dökülebilecek son kan damlasına dek sürdü ve ancak silahsızlardan, yaşlılardan, kadınlardan ve çocuklardan oluşan otuz bin tutsak (esir) alınmasıyla sona erdi.
Michel de Montaigne
Kaynak: Denemeler 1, Say Yayınevi