“NE ÖNEMİ VAR MUTLULUĞUN!” BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT – FRIEDRICH NIETZSCHE

“Merhametliler Üzerine”

Ah, dünyada merhametlilerin budalalıklarından daha büyüğü görülmüş müdür? Dünyada merhametlilerin budalalıklarından daha çok acı çektiren bir şey var mıdır?
Yazık o sevenlere ki, henüz merhametlerinden daha yükseğe çıkmamışlardır!
Bir defasında şöyle demişti şeytan bana: “Tanrının da var kendi cehennemi: insanlara duyduğu sevgi.”
Ve geçenlerde şöyle dediğini işittim şeytanın: “Tanrı; insanlara duyduğu merhamet yüzünden öldü.” –

Bal-Adağı

– Yine aylar ve yıllar geçti Zerdüşt’ün ruhunun üzerinden ve kendisi bunun farkına varmadı; ama saçları ağardı. Günlerden bir gün, mağarasının önündeki taşının üzerinde oturup sessizce dışarıyı seyrederken, – oradan denizler ve kıvrımlı uçurumlar seyredilir – hayvanları endişeyle etrafında dolaşmaya başladılar ve sonunda karşısına geçtiler.

“Ey Zerdüşt,” dediler, “mutluluğunu mu görmeye çalışıyorsun?” – “Ne önemi var mutluluğun!” diye yanıtladı Zerdüşt, “Artık uzun süredir mutluluk peşinde değilim, eserimin peşindeyim.” – “Ey Zerdüşt,” diye konuştu hayvanlar yeniden, “çok fazla iyi şeye sahip birisi olarak söylüyorsun bunları. Mutluluğun gök mavisi gölünde uzanmış yatmıyor musun?” – “Sizi gidi şakacı soytarılar sizi,” diye yanıtladı Zerdüşt ve gülümsedi, “nasıl da iyi seçtiniz bu benzetmeyi! Ama biliyorsunuz ki, benim mutluluğum ağırdır ve akıp giden bir su dalgası gibi değildir: beni sıkıştırır ve benden uzaklaşmak istemez, erimiş zift gibidir.” –

Bunun üzerine hayvanları yeniden Zerdüşt’ün etrafında endişeyle dolaşmaya başladılar ve yeniden onun karşısına geçtiler. “Ey Zerdüşt,” dediler, “demek bu yüzden, sararıp kararıyorsun, saçların ak ve keten gibi göründüğü halde? Görmüyor musun, kendi ziftinin içinde oturuyorsun!” – “Ne diyorsunuz öyle, hayvanlarım?” dedi Zerdüşt ve güldü buna, “Sahiden, ziftten söz ederken, iftira ediyordum. Benim başıma gelen, olgunlaşan tüm meyvelerin başına gelir. Damarlarımdaki baldır kanımı koyulaştıran ve ruhumu durgunlaştıran.” – “Böyle olacak, ey Zerdüşt,” diye yanıtladı hayvanları ve onun yanına sokuldular; “bugün yüksek bir dağa çıkmak istemiyor musun? Hava temiz ve bugün her zamankinden daha iyi görünüyor dünya.” – “Evet hayvanlarım,” diye yanıtladı Zerdüşt, “İsabetli ve yüreğime göre bir öğütte bulundunuz: bugün yüksek bir dağa çıkmak istiyorum! Gerekeni yapın da orada elimde bal olsun, sarı, beyaz, iyi cins, buz gibi soğuk petek balı. Bilin ki, yukarıda bal adağı sunacağım.” –

Oysa Zerdüşt yukarıya, doruğa çıktığında, kendisine eşlik eden hayvanlarını eve gönderdi: artık yalnız olduğunu gördü: – bunun üzerine tüm içtenliğiyle güldü, etrafına bakındı ve şöyle konuştu:

Adaktan ve bal adağından konuştum ya, sadece bir hileydi bu konuşmam ve yararlı bir budalalıktı doğrusu! Burada, yukarıda daha özgürce konuşabilirim münzevi-mağaralarının ve münzevi-evcil hayvanlarının önünde konuştuğumdan.

Ne adağıymış! Bana armağan edileni savururum, bin elle savururum ben: nasıl olur da – adak vermek diyebilirim ben buna!

Ve canım bal çektiğinde, yalnızca yem, tatlı pekmez ve bulamaç çeker canım, homurdanan ayıların ve somurtkan, tuhaf kötü kuşların bile ağzının suyunu akıtan:

– en iyi yemleri çeker canım, avcıların ve balıkçıların işine yarayan. Çünkü dünya hayvanlarla kaynayan karanlık bir orman gibiyse ve tüm yabanıl avcılar için bir haz bahçesiyse, uçurumlu, zengin bir deniz gibi görmek isterim daha çok onu –

– bir deniz ki, rengârenk balıklarla ve yengeçlerle dolu, tanrılar bile tatmak isterler de onu, avcılara ve ağ atanlara dönüşürler bu yüzden: böylesine zengindir dünya büyük ve küçük harikalardan yana!

Özellikle de insanların-dünyası, insanların-denizi: – bu denize sallıyorum ben altın oltamı ve diyorum ki: Açıl ey insanların uçurumu!

Açıl da balıklarını ve parıltılı yengeçlerini at bana! En iyi yemlerle yemliyorum bugün en harika insan-balıkları!

– kendi mutluluğumu fırlatıyorum tüm enginlere ve uzaklara, gündoğumu, öğle ve günbatımı arasında sayısız insan balık mutluluğuma takılmayı ve çırpınmayı öğrenmeyecek mi, göreyim diye.

Ta ki onlar sivri, gizli çengellerime takılıp benim yüksekliğime gelmek zorunda kalıncaya dek, uçurumun en renkli balıkları tüm insan-balıkçılarının en hınzırına gelinceye dek.

Benim o, yürekten ve en baştan beri böyleyim, çeken, yanına çeken, yukarıya çeken, eğiten, çeken biri, yetiştiren biri ve bir terbiyeciyim ben, bir zamanlar boşuna demedim: “Kendin ol!” diye.

Böylece artık insanlar çıkabilir yukarıya, yanıma: çünkü hâlâ aşağıya inme zamanımın geldiğine dair bir işaret bekliyorum; inmem gerekiyor, ama henüz inmiyorum insanların yanına.

Bu yüzden bekliyorum, kurnazca ve alay ederek burada, yüksek dağlarda; ne sabırsız, ne de sabırlıyım, daha çok sabrı da unutmuş biriyim – artık “katlanmadığı” için.

Kaderim zaman tanıyor bana: herhalde unuttu beni! Yoksa büyük bir kayanın ardında gölgede oturmuş sinek mi avlıyor?

Sahiden, beni sıkıştırmadığı ve zorlamadığı için ve haşarılık, muziplik etmeme izin verdiği için seviyorum onu, sonsuz kaderimi: böylece balık avlamak amacıyla bugün bu yüce dağa çıktığım için.

Hiç yüce dağlarda balık avlayan bir insan olmuş mudur? Burada yapmak istediğim ve uğraştığım şey bir budalalıksa eğer: aşağıda bekleyip de ağırlaşmaktan ve yeşerip sararmaktan daha iyidir böylesi –

– beklemekten öfkeyle soluyan biri, dağlarda uluyan kutsal bir fırtına, vadilere seslenen bir sabırsız olmaktan: “Dinleyin, yoksa sizi tanrının kırbacıyla kırbaçlarım!” diye.

Böyle öfkelilere kızdığımdan değil: yeterince gülünçtür onlar! Zaten sabırsız olmalıdır bu büyük gürültülü davullar, ya bugün dile gelirler ya da hiçbir zaman!

Oysa ben ve kaderim – ne Bu gün’e hitap ediyoruz, ne de Hiçbir zaman’a: konuşmak için sabrımız, zamanımız ve fazla zamanımız var. Çünkü nasıl olsa bir gün gelecektir o ve geçip gitmemelidir o.

Bir gün gelecek olan ve geçip gitmemesi gereken kimdir? Büyük Hazar’ımız, büyük, uzak insan-krallığımız, bin yıllık Zerdüşt-Krallığı. – –

Ne kadar uzak olabilir ki böyle bir “uzak”? Beni ne ilgilendirir? Ama bu yüzden daha az kesin değildir benim için –, ayaklarımın üzerinde sapasağlam duruyorum bu zeminde,

– sonsuz bir zeminde, sert kadim kayalıkların üzerinde, bu en yüksek, en sert, en eski dağlık bölgede, tüm rüzgârların bir iklim sınırına gelir gibi gelip: Nerede? Nereden? Ve nereye doğru? diye sordukları yerde.

Hadi gül, gül burada, benim aydınlık, şifalı muzipliğim! Yüksek dağlardan aşağıya at, parıldayan alaycı kahkahanı! Parıltınla en güzel insan-balıklarını yemle benim için!

Ve tüm denizlerde bana ait olanı, tüm şeylerin içinde benim aslımda olanı avla benim için – onu çek bana, yukarıya: bunu bekliyorum tüm balıkçıların en hınzırı olan ben.

İleriye, ileriye oltam! İçeriye, aşağıya mutluluğumun olta yemi! En tatlı çiy taneni damlat, yüreğimin balı! Saplan, oltam tüm kara kederlerin karnına!

İleriye, ileriye bak gözüm! Ah, ne çok deniz var dört bir yanımda, ne bu ağaran insan-gelecekleri! Ve üzerimde – nasıl da gül kırmızısı bir sessizlik! Nasıl da bulutsuz bir suskunluk!

Friedrich Nietzsche
Böyle Buyurdu Zerdüşt

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz