Kolayca inanmanın ve kanmanın saflığa ve cahilliğe bağlanmasının elbette bir nedeni vardır. Bir zamanlar, inancın ruhumuza basılan bir tür damga olduğunu, ruhumuz daha yumuşak ve az dirençli olduğu oranda ona bir şey basmanın daha kolay olduğunu öğrendim gibi geliyor bana.
“İçine konulan ağırlıkların terazinin kefesini kaçınılmaz biçimde aşağıya bastırmasıyla aynı şekilde, apaçıklık da aklı çalıştırır.” [Cicero, Academiques, II, XII)] Ruh boş ve dirençsiz olduğu oranda üzerine gelen ilk etkinin ağırlığıyla kolayca daha aşağıya iner. İşte bu nedenledir ki çocuklar, sıradan insanlar, kadınlar ve hastalar parmakta oynatılmaya uygun olurlar. Ama öte yandan bize gerçeğe yakın gibi gelmeyen bir şeyin yanlış diye küçümsenmesi ve mahkûm edilmesi de kendini beğenmişliğin delilidir; kendilerini başkalarından daha kurnaz sananların alışılagelmiş hatasıdır bu. Bir zamanlar ben de aynısını yapıyordum; hayaletlerden, gelecek tahminlerinden, büyülerden, büyücülükten ya da inanmadığım başka bir şeyden söz edildiğini işitirsem,
“Rüyalar, sihirli dehşetler, mucizeler, büyücüler,
gece hayaletleri ve Thessalia harikaları…”
(Horatius, Lucillus’a Ahlaki Mektuplar, II, II, 208)
bu çılgınlıklarla istismar edilen zavallı halka merhamet duyardım. Şimdiyse, en azından benim de şikâyet etmem gerektiğini düşünüyorum. İlk inançlarımla çelişen, o zamandan beri gözümü açan hayat deneyimlerim değildir –ve merak yokluğu da sebep olmadı buna. Ama akıl bana şunu öğretti ki, bu şekilde kesin olarak bir şeyin yanlış ve olanaksız olduğunu kararlaştırmak kişinin kafasında Tanrı’yla ve Doğa’nın olanaklarıyla ilgili sınırların var olduğunu söylemektir. Bunları anlama ve yargılama yeteneğimizin olduğunu iddia etmekten daha büyük aptallık olamaz. Aklımızın kabul etmediği olguları doğa karşıtı şeyler ya da mucizeler diye adlandırırsak, sürekli biçimde karşımıza çıkmaz mı bunlar? Elle yoklayarak, sisler içinde olan çoğu şeyi tanımaya çalıştığımızı düşünelim, bunların tuhaflıklarını ortadan kaldıranın bilgiden ziyade alışkanlık olduğunu göreceğiz,
“Göklerin manzarasıyla bezgin ve bıkkınız; kimse başını bu ışık tapınaklarına doğru kaldırmaya tenezzül etmiyor artık.”(Lucretius, II, 1038)
eğer aynı şeyler bize ilk kez gösterilmiş olsaydı, bunları başka kişiler kadar ya da onlardan daha fazla inanılmaz bulacaktık,
“Onların şimdi ilk kez birdenbire ölümlülerin önüne çıktığını ve aniden gözlerine göründüklerini varsayın, bundan daha hayranlık verici hiçbir şey olamazdı; bunları görmeden önce insanlar benzeri hiçbir şeye uzun uzun bakmamışlardı.”
(Lucretius, II, 1033)
Hiçbir zaman ırmak görmemiş kişi, ırmakla ilk karşılaştığında bu okyanus olsa gerek diye düşündü. Tanıdığımız en büyük şeylerin, doğanın yapabildiklerinden daha büyük olduklarını düşünürüz.
“Bu şekilde bir nehir boşuna uçsuz bucaksız olmaz;
göze daha büyüğü görülmemiş gibi görünür.
Bir ağaç, bir insan için de bunun aynısıdır;
her kişi daha büyük gördüğü her türü muazzam bulur.”
(Lucretius, VI, 674)
“Gözlerin alışkanlığı ruhlarımızı olgulara aşina kılar; hiç durmaksızın gördüklerine hayret etmezler artık ve bunların nedenlerini araştırmazlar.”
(Cicero, De natura Deorum, II, XXXVIII)
Şeylerin büyüklüklerinden çok yeniliği, bizi onların nedenlerini araştırmaya isteklendirir.
Doğanın sonsuz gücüne karşı daha fazla saygı duymalı, bilgisizliğimizi ve zayıflığımızı kabul etmeliyiz. Sözüne güvenilir insanları şahit oldukları bize inanılmaz gelen nice olay vardır; varlıklarına inanmıyorsak da en azından “olmaz böyle şey” diye kestirip atmamak gerekir! Çünkü onları imkânsız diye mahkûm etmek, cesur bir tahminle, bilme olanağının nereye kadar gideceğini kestirme iddiasında olmak demektir. Eğer olanaksız ile alışılmamış arasındaki farkı iyice anlamış olsaydık, doğanın düzenine karşı olanla insanların genel görüşlerine karşı olan arasındaki farkı görseydik, (kolayca inanmadan ve rahatlıkla inançlarımızdan caymadan), Chilon’un salık verdiği “hiçbir şeyin aşırısına kaçmamak” düsturuna uyardık.
Froissard’ın kitabında, Foix Kontu’nun Bearn’da bulunduğu sırada, Kral Jean de Castille’in Juberoth’daki savaşta yenileceğini bildiği anlaşıldığında insan alay edebilir; bizim Yıllıklar da, aynı gün Kral Philippe Auguste’ün Mante’da öldüğünü, Papa Honorius’un onun cenaze törenini yaptığını ve bunu tüm İtalya’ya ilan ettiğini söyler. Bu tanıklıkların geçerliliği belki de bizi ikna etmek için yeterli değildir. Peki ama nasıl? Plutarkhos, eski çağdan bulduğu çok sayıda örneğin dışında, eğer Domitianus zamanında Antonius’un Almanya’da kaybettiği savaşın haberini günlerce önce bildiğini kesinlikle söylerse ve eğer Cesar sıkça bir olay olmadan önce haberinin kendine ulaştığını öne sürüyorsa, onların bizden daha öngörülü kişiler olmadıklarından sıradan kişiler gibi kendilerini aldatan yetersiz insanlar olduğunu mu söyleyeceğiz? Sınamadan geçirmek hoşuna gittiğinde ve düşüncesizlikten çok uzakta durduğunda, Plinius’un düşünme gücünden daha ince, daha açık ve daha canlı olan bir şey var mıdır? Onun üzerinde pek durmadığım bilgi hazinesinin kusursuzluğunu bir kenara bırakıyorum; bu iki niteliğinden hangisinde onu aşıyoruz? Bununla birlikte, çok küçük bir öğrenci bile onu yalanına inandırabilir ve doğanın işleyiş süreci hakkında ona ders vermek isteyebilir.
Bouchet’nin kitabında Saint-Hilaire kutsal yazıtlarının yaratmış olduğu mucizeler hâlâ geçerlidir; bizim aksini söylememizi engelleyecek kadar önemli değildir onun yetkesi. Ama birdenbire aynı türden tüm öyküleri geçersiz saymak oldukça ihtiyatsızlık gibi geliyor bana. Şu Yüce Aziz Augustinus, Milano’daki Ermiş Gervais ve Ermiş Protais’deki yazıtlarda kör bir çocuğun yeniden görme duyusuna kavuştuğunu anlatır; bu arada, Kartaca’da bir kadının yeni vaftiz olmuş birinin kendisine haç çıkartmasıyla kanserden kurtulmasında; yakınlarından biri olan Hesperius’un Efendimiz’in mezarından bir parça toprakla evini saran ruhları kovduğunda ve kiliseye taşınan bu toprak sayesinde bir felçli birden şifa bulduğunda; Ermiş Etienne’in tereke sandığına bir ayin sırasında çiçek buketiyle dokunan bir kadının, sonradan bunu gözlerine sürünce uzun süredir yitirmiş olduğu görme duyusunu yeniden kazandığında ve daha birçok mucizede bizzat hazır bulunduğunu söyler. Onu ve iki ermiş piskopos Aurelius ile Maximinus’u neyle itham edeceğiz öyleyse? Onları cahillik, yetersizlik, sersemlik ya da kötü niyetlilik ve düzmecilikle mi itham edeceğiz? Çağımızda, erdem ve dindarlık olsun, bilgelik, yargı yeteneği ve aydın kişi yetisi olsun, kendini onlarla kıyaslamayı göze alabilecek yeterince iddialı bir kişi var mıdır? “Qui, ut rationem nullam afferrent, ipsa autoritate me frangerent.” [“Bununla birlikte hiçbir gerekçe getirmeden, beni bir tek güçleriyle ikna edecekler.” (Cicero, Tusculanes, I, XXI)].
Birlikte getirdiği saçma düşüncesizliğin ötesinde, idrak edemediğimiz şeyi küçümsemek vahim ve tehlikeli bir atılganlıktır. Aslında yüksek zekânız sayesinde doğruyla yalanın sınırlarını çizdiğiniz ve kabul ettiğinizden çok daha tuhaf şeylere inanmak zorunda kaldığınız zaman, işte siz de bizzat kendi tespit ettiğiniz sınırları şimdiden terk etmeye mecbur oldunuz. Oysa din hususunda içinde bulunduğumuz karışık zamanlarda vicdanlarımızı bulandıran şey, Katolikler’in inançlarını terk ediş biçimidir. Onlar tartışma konusu olan bazı maddeleri hasımlarına bıraktıkları zaman, zekice ve ılımlı bir tutum takındıklarını hayal ediyorlar. Ama Katolikler üstünlük sağlamayı bilmemeleri bir yana, boyun eğmenin ve geri çekilmenin size saldıranlara nasıl bir üstünlük sağladığını; onları nasıl haklı çıkardığını görmüyorlar. Ya her bakımdan bizim kilisemizin otoritesine güvenmek ya da kendini tamamen ondan bağışık tutmak gerekir; ona hangi oranda boyun eğmek zorunda olduğumuzu düzenlemek bize düşmez. Kanıtlamış olmak için bunun ötesinde şunu söyleyebilirim: Kilisemizin kuralının havadan sudan ya da tuhaf gibi görünen bazı noktalarını bir kenara atarak, bir seçim yapma ve ayıklama özgürlüğünü ben de kullandım bir zamanlar; ama bu konularda uzman kişilerle konuştuktan sonra, bu şeylerin özlü ve sağlam bir temele sahip bulunduğunu, bunları bize diğerlerinden daha az saygıya layık gibi kabul ettirenin sadece aptallık ve cahillik olduğunu keşfettim. Kendi yargılamamızda bile ne kadar çelişki hissettiğimizi neden unutuyoruz o halde? Kaç olgu dün bizim için inanç maddesiyken, bugün onların aptalca olduklarını düşünüyoruz? İddia ve merak ruhumuzun kamçılarıdır; bunlardan ikincisi burnumuzu her yere sokmaya sevk ederken, ilki hiçbir şeyi bulanık ve muğlak bırakmamıza izin vermez.
Michel de Montaigne
Kaynak: Denemeler [Say Yayınevi]