Çivisi Çıkmış Dünya: Aldatıcı Zaferler – Amin Maalouf

Şu ya da bu şekilde, dünyadaki halkların tümü bir karışıklık yaşıyor. Zengin ya da yoksul, küstah ya da uysal, işgalciler, işgal altındakiler, kısacası hepimiz aynı dayanıksız sala binmişiz, hep birlikte suya gömülmek üzereyiz. 

Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki gerginliğin sona ermesi, yaklaşık kırk yıldır insanlığı tehdit eden bir nükleer felaket tehlikesini ortadan kaldırmıştı; inanıyorduk ki, bundan böyle demokrasi yavaş yavaş yaygınlaşacak, en sonunda da bütün dünyaya yayılacak; yerkürenin çeşitli ülkeleri arasındaki duvarlar kalkacak ve insanların, malların, imgelerin ve düşüncelerin dolaşımı engellerle karşılaşmaksızın gelişebilecek, böylece bir gelişme ve refah çağı başlayacaktı. Bu cephelerin her birinde, başlangıçta, birtakım dikkate değer ilerlemeler kaydedildi. Ama ne kadar ileriye gidersek, pusulayı da o kadar şaşırıyorduk.

Bu açıdan bakıldığında, Avrupa Birliği simgesel bir örnek oluşturuyor. Birlik için, Sovyet blokunun parçalanması bir zaferdi. Kıta Avrupası’nda yaşayan halklara sunulan iki yol arasında, birinin tıkanmış olduğu ortaya çıkmışken, öteki ufka kadar açılıyordu. Eski Doğu Avrupa ülkelerinin hepsi Birliğin kapısını çaldı; Birliğe alınmayanlar da hâlâ üyeliğin düşünü kuruyorlar.

Öte yandan, tam da Birliğin zafere ulaştığı anda, onca halk, sanki bir yeryüzü cennetiymiş gibi, hayran hayran, gözü kamaşmış biçimde ona doğru ilerlerken, Avrupa ne yapacağını şaşırıverdi. Birliğe daha kimi alacaktı? Ne amaçla? Peki ya kimi dışlayacaktı? Hangi nedenle? AB, bugün, geçmişte olduğundan daha fazla, kimliğini, sınırlarını, gelecekteki kurumlarını, dünya üstündeki yerini sorguluyor; yanıtlarından da hiç emin değil.

Nereden geldiğini, bu halklarda birleşme gereksiniminin doğmasına ne tür trajedilerin yol açtığını bilse de, hangi

yöne gitmesi gerektiğini artık kestiremiyor. Amerika Birleşik Devletleri’ninkine benzer, onu oluşturan ulusların yurtseverliklerini aşan ve kendi içinde eriten bir “Kıta Avrupası yurtseverliğinin hayat verdiği; yalnızca ekonomik ve diplomatik olarak değil, siyasal ve askeri açılardan da dünya çapında önemli bir güç konumunda görülen bir federasyona mı dönüşmeli? Böylesi bir rolü, getireceği sorumluluklarla ve fedakârlıklarla üstlenmeye hazır mı acaba? Yoksa daha çok egemenliklerinin üstüne titreyen uluslar arasındaki esnek bir ortaklıkla yetinmeli ve küresel planda bir destek gücü olmayı mı sürdürmeli?

Kıta Avrupası iki düşman cepheye bölünmüşken, bu ikilemler gündemde değildi. Sonrasında, durmaksızın gündeme taşınmaya başladı. Hayır, ne büyük savaşlar ne de “demir perde” dönemlerine dönecek değiliz elbet. Ama burada söz konusu olanın siyasetçiler arasında ya da siyasetbilimciler arasında patlak veren bir tartışma olduğunu düşünmek yanlış olur. Söz konusu olan Kıta Avrupası’nın yazgısıdır.

Kanımca yalnızca Avrupa halkları için değil, herkes için büyük önem taşıyan bu soruyu ileride uzun uzadıya ele alacağım. Burada, özellikle açıklayıcı olması için bu soruya değindim; çünkü bu, bütün halinde ve her bir bileşeni içinde insanlığı etkisi altına alan o kaybolma, yönünü şaşırma, çığırından çıkma halinin bir göstergesidir.

Doğrusu, yerkürenin çeşitli bölgelerine baktığımda, yine de en az Avrupa için endişeleniyorum. Çünkü, bence, insanlığın yüzleşmek zorunda olduğu meydan okumaların şiddetini ötekilerden daha iyi ölçüyor; çünkü çözümler getirebilmek amacıyla bu meydan okumalarla mücadele edebilecek insanlara ve mercilere sahip; çünkü birleştirici bir tasarının ve güçlü etik kaygıların taşıyıcısı durumunda, her ne kadar kimi zaman bu tasarıyı ve kaygıları gönülsüzce üstlendiği izlenimini yaratsa da.

Başka yerlerde, ne yazık ki, bunun yanından bile geçilmiyor. Arap-İslam âlemi bir daha çıkamamazcasına tarihsel bir “kuyu”ya gömüldükçe gömülüyor; bütün dünyaya karşı, Batıklara, Ruslara, Çinlilere, Hintlere, Yahudilere vb. ayrıca her şeyden önce kendisine karşı öfke duyuyor. Afrika ülkeleri, ender istisnalar dışında, iç savaşlarla, salgın hastalıklarla, iğrenç kaçakçılıklarla, iyice yaygınlaşan rüşvetle, kurumların yozlaşmasıyla, toplumsal dokunun parçalanmasıyla, yüksek işsizlik oranlarıyla, umutsuzlukla boğuşmak durumunda. Rusya yetmiş yıllık komünizmden ve sonrasındaki kargaşa halinden kurtulmakta zorlanıyor; liderler yeniden eski güçlerine kavuşmanın hayalini kurarken, halk hâlâ korkuyor. ABD’ye gelince, en önemli küresel rakibini alt ettikten sonra, kendisini tüketen ve yolunu şaşırtan devasa bir girişime sürüklendi: Tek başına, neredeyse tek başına, boyun eğmez bir dünyaya boyun eğdirmeye çalışıyor.

Göz alıcı bir tırmanış yaşayan Çin’in bile endişelenmek için nedenleri var; çünkü bu yüzyılın başında, izleyeceği yol belli gibi görünse de -toplumsal ve ulusal bütünlüğünü korumaya özen göstererek ekonomik gelişimini aralıksız sürdürmek-, gelecekte kendisine düşecek büyük siyasal ve askeri güç rolü ciddi belirsizliklerle dolu, hem kendisi hem komşuları hem de dünyanın geri kalanı için. Asya devi elinde hâlâ az çok güvenilir bir pusula tutuyor, ama büyük bir hızla, elindeki aletin artık işe yaramayacağı bir bölgeye yaklaşıyor.

Şu ya da bu şekilde, dünyadaki halkların tümü bir karışıklık yaşıyor. Zengin ya da yoksul, küstah ya da uysal, işgalciler, işgal altındakiler, kısacası hepimiz aynı dayanıksız sala binmişiz, hep birlikte suya gömülmek üzereyiz. Gelgelelim, yükselen denizi hiç dert etmeden birbirimize sövüp saymayı, kavga etmeyi sürdürüyoruz.

Bize doğru yükselirken, önce düşmanlarımızı batırsa, bu yıkıcı dalgayı alkışlayabiliriz bile.

Ama ilk örnek olarak Avrupa Birliği’nin adını anmamın başka bir nedeni daha var. Çünkü bu örnek, tarihçilerin yakından tanıdığı ve her insanın yaşamı boyunca gerçekliğine tanık olduğu bir olayı, bir başarısızlığın önünde sonunda beklenmedik bir mutluluğa, başarının da belaya dönüşebileceği olgusunu iyi yansıtıyor; Soğuk Savaş’ın sona ermesi, tam da bu türden yanıltıcı olaylardan biri bana kalırsa.

Avrupa’nın zaferinin ona yolunu şaşırtması, içinde yaşadığımız dönemin tek çelişkisi değil. Aynı şekilde, Batı’nın kendi üstünlüğünü pekiştirmesi beklenen zaferinin aksine gerilemesini hızlandırdığı; kapitalizmin zaferinin onu tarihinin en beter bunalımına sürüklediği; “korku dengesi”nin sonunun “korku”dan bir türlü kurtulamayan bir dünya yarattığı; ayrıca açıkça baskıcı ve anti-demokratik bir Sovyet sisteminin çöküşünün demokrasi tartışmasını bütün dünyada gerilettiği ileri sürülebilir.

Öncelikle bu son nokta üstünde duracağım. İki blok arasındaki gerilimin sona ermesiyle, bölünmelerin temel olarak ideolojik olduğu ve tartışmanın hiç eksik olmadığı bir dünyadan, bölünmelerin temel olarak kimliğe ilişkin olduğu ve tartışmaya pek yer olmayan bir dünyaya geçtiğimizin altını çizmek istiyorum. Herkes ötekilerin karşısında kendi aidiyetlerini haykırıyor, başkalarını kendince dışlıyor, yandaşlarını seferber ediyor, düşmanlarını şeytanlaştırıyor, söyleyecek daha ne var? Bugünün rakiplerinin o kadar az ortak değerleri var ki!

Soğuk Savaş dönemindeki entelektüel havayı özlemle anmıyorum o kadar da; o savaş her yerde soğuk da değildi üstelik, tersine Kore’den Afganistan’a, Macaristan’dan Endonezya’ya, Vietnam’dan Şili ve Arjantin’e dolaylı yoldan sayısız çatışmaya yol açtı, on milyonlarca insanın hayatına mal oldu. Ne var ki dünya bu savaştan çıktığında “daha aşağı bir düzeyde” buldu kendini; yani bununla demek istediğim, daha az evrenselliğe, daha az akılcılığa, daha az laikliğe; kazanılan görüşlere karşı, miras aldığı aidiyetleri güçlendirmeye; dolayısıyla da daha az özgürce tartışmaya yöneldi.

Marksizm yandaşları ile rakipleri arasındaki gerilim sürerken bütün dünya koskocaman bir anfitiyatro gibiydi. Gazetelerde, üniversitelerde, iş yerlerinde, fabrikalarda, kafelerde, evlerde, insanların çoğu bir araya gelip, fısır fısır, şu ya da bu ekonomi modelinin, filanca felsefi düşüncenin, falanca toplumsal düzenin yararları ya da zararları üstüne bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalara giriyorlardı. Komünizm yenilgiye uğrayıp insanlık için inandırıcı bir seçenek olmaktan çıkalı beri, bu tartışmalar amacını yitirdi. Acaba onca insan, bu yüzden mi bozguna uğramış ütopyalarından vazgeçip bir topluluğun güven verici çatısı altına sığınmaya kalktı? Aynı şekilde kesinkes tanrıtanımaz olan Marksizm’in yaşadığı siyasal ve manevi çöküşün, kökünü kazımaya çalıştığı inanç ve dayanışmalara yeniden değer kazandırdığı da varsayılabilir.

Şurası bir gerçek ki Berlin Duvarı’nın yıkılışından bu yana, dinle bağlantılı olanlar başta olmak üzere aidiyetlerin iyice şiddetlendiği; farklı insan topluluklarının birlikte yaşamasının her gün biraz daha güçleştiği ve demokrasinin sürekli kimlik pazarlıklarına bağlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz.

İdeolojiden kimliğe kaymanın bütün dünya üstünde feci etkileri oldu, en çok da uzun zaman boyunca azınlıkta kalan ve baskı altında tutulan köktendinciliğin, çoğu toplumda olduğu gibi diyasporada da entelektüel bir ağırlık kazandığı Arap-Müslüman kültür alanında; bu akım, tırmanışı boyunca, şiddetle Batı karşıtı bir çizgi benimsemeye başladı.

1979’da Ayetullah Humeyni’nin başa geçmesiyle başlayan bu değişim, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte iyiden iyiye yoğunlaştı. İki blok arasındaki gerilim sürerken, İslamcı hareketler, genelde, kapitalizmden daha kesin biçimde komünizme karşı düşmanlık sergiliyorlardı. Kuşkusuz Batı’dan, Batı siyasetinden, yaşam tarzından ve değerlerinden hiç hoşlanmıyorlardı; ama Marksistlerin militan tanrıtanımazlığı bunları daha yüzeysel düşmanlar haline getiriyordu. Buna koşut olarak, İslamcıların yerel rakipleri, özellikle Arap ulusalcıları ile sol partiler bu yönelimi tersinden izliyor ve Sovyetler Birliği’nin müttefiki ya da müşterisi haline geliyorlardı. Kendileri için yıkıcı sonuçlar doğuracak, ama bir şekilde tarihlerinin onlara dayattığı bir taraf tutuştu bu.

Arap-İslam âleminin modernlik yanlısı seçkinleri, kuşaklardan beri, bu çözümsüz sorunu boşuna çözmeye uğraşıyorlardı: Cava’dan Fas’a kadar ülkelerine hükmeden ve kaynaklarını denetim altında tutan Avrupalı güçlerin hegemonyasına boyun eğmeden nasıl Avrupalılaşabilirlerdi? Bağımsızlık savaşlarını İngilizlere, Fransızlara ya da Hollandalılara karşı vermişler ve ne zaman ülkeleri ekonomilerinin kilit sektörlerini denetim altına almaya kalksa, karşılarında Batılı petrol şirketlerini -ya da Mısır’da görüldüğü üzere, Süveyş Kanalı’ndaki Fransız-İngiliz Şirketi’ni- bulmuşlardı. Avrupa kıtasının doğusunda, hızlandırılmış sanayileşmeyi öven, “halkların dostluğu” sloganını haykıran ve sömürge güçlerine karşı sıkı bir direniş sergileyen güçlü bir blokun ortaya çıkışı, birçoklarına bu ikilemin çözümü olarak gözüktü.

Bağımsızlık savaşı sırasında, böylesi bir eğilim akıllıca ve umut verici görünüyordu. Geriye dönüp bakıldığında, sadece bela getirdiğini görmek gerek. Arap-İslam âleminin seçkinleri ne gelişme ne ulusal özgürlük ne demokrasi ne de toplumsal modernlik elde edebileceklerdi; Sovyet rejiminin dünya çapındaki yükselişini sağlamış hiçbir şeyi içermeyen, onun ne enternasyonalist söylemine, ne 1941-1945 arasında Nazizm’in bozguna uğratılmasındaki büyük katkısına ne de birinci derecede bir askeri güç oluşturma becerisine sahip olan, ama ondaki en beter aksaklıklara -yabancı düşmanlıklarına, güvenlik güçlerinin şiddete başvurmasına, herkesin bildiği üzere etkisiz kalmış ekonomi yönetimlerine, bir parti, bir grup ve bir başkan adına iktidarın devrilmesine- sadakatle öykünen yerel bir tür Stalinist ulusalcılık dışında hiçbir şey sağlayamamışlardı. Saddam Hüseyin’in “laik” rejimi, bu açıdan, aydınlatıcı bir örnekti.

Bugün, Arap toplumlarının yüzyıllık körlüğünü ya da Batılı güçlerin yüzyıllık açgözlülüğünü kınamak gerekip gerekmediği konusu artık pek önem taşımıyor. İki taraf da kendi savlarını savunuyor; bu konuya geri döneceğim. Kesin olan ve bugünün dünyasında ağır basan şu ki, on yıllardır Arap-İslam âlemindeki gizil modernlik yanlısı, laik insanlar Batı’ya karşı mücadele ettiler; bu yüzden de, çıkışı olmayan bir yolda, maddi manevi anlamda yollarını şaşırdılar; Batı da çoğunlukla korkunç bir şekilde ve kimi zaman da dinsel hareketlerin desteğiyle onlarla savaştı.

Burada söz konusu olan, gerçek bir ittifak değildi, ortak güçlü bir düşmana karşı taktik bir birliktelikti yalnızca. Ama bunun sonunda, Soğuk Savaş’ın bitiminde, İslamcılar kazananların arasında yer aldı. Gündelik yaşam üstündeki etkileri her alanda gözle görünür bir hal aldı, derinleşti. Ondan sonra, nüfusun büyük bölümü kendini onların arasında görmeye başladı, bağımsızlık savaşı kaynaklı hareketlerin ve solun geleneksel anlamda sözcüsü olduğu bütün toplumsal ve ulusal istemleri benimsedikleri ölçüde bu durum daha da güçlendi. Çoğunlukla muhafazakâr biçimde yorumlanan dinsel kuralların somut uygulamalarına dayanan İslamcı söylem, siyasal açıdan köktenci -daha eşitlikçi, daha Üçüncü Dünyacı, daha devrimci, daha ulusalcı- olacaktı; ve 20. yüzyılın son yıllarından başlayarak, kararlı biçimde Batı’ya ve onun himayesindekilere karşı bir tavır sergiledi.

Şu son noktadan hareketle, akla bir karşılaştırma geliyor: Avrupa’da, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazizm’e karşı ittifak eden sağ demokratlar ile komünistler 1945’ten sonra düşman olmuşlardı; aynı şekilde, Soğuk Savaş’ın sonunda, Batıklar ile İslamcıların acımasızca çatışacağı tahmin edilebilirdi. Fitili tutuşturabilecek bölge açıkça belliydi: Afganistan. İşte orada dünün müttefikleri Sovyetlere karşı son savaşlarını verdiler; işte orada, zafer kazanmalarından sonra, yüzyılın son on yılı içinde aralarında bir kırılma gerçekleşti; ve işte oradan, 11 Eylül 2001’de, ABD’ye ölümcül bir düello çağrısı yapıldı. Bunu da herkesin bildiği zincirleme tepkiler izledi: istilalar, isyanlar, idamlar, kıyımlar, iç savaşlar. Ve sayısız suikastlar.

Batı’nın, yalan yanlış biçimde Müslümanlık adına hareket ettiğini ileri süren bir avuç teröristle karşı karşıya olduğu ve bunların eylemlerinin inananların çoğu tarafından kınandığı düşüncesi gerçeği her zaman yansıtmıyor. Mart 2004’te Madrid’de olduğu gibi, tüyler ürpertici kıyımların İslam âleminde tiksinti, rahatsızlık uyandırdığı, oradan samimi kınamaların geldiği bir gerçek. Ama bugünün insanlığını oluşturan “küresel kabileler”e yakından bakıldığında, onların suikastlara, silahlı çatışmalara ya da siyasal bilek güreşlerine karşı ender olarak buna benzer tepkiler verdikleri görülüyor: Bazılarının öfkelendiği şeyleri, başkaları onaylıyor, mazur görüyor, hatta kimi zaman alkışlıyor.

Açıkça görüldüğü üzere, iki farklı “rakip” algısı çevresinde belirginleşen iki değişik tarih yorumuyla karşı karşıyayız. Müslümanlık, kimilerine göre, Batı’nın salık verdiği evrensel değerleri benimseyemez; kimilerine göre de, Batı her şeyden önce evrensel egemenlik isteğine göre hareket edecek ve Müslümanlar da ellerinde kalan kısıtlı olanaklarla buna direnmeye çalışacak.

Amin Maalouf
Çivisi Çıkmış Dünya

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz