Birleşmemiz savaş sayesinde olmuşsa da, onunla barışta yaşamak istiyordum. Geçmişe özlem, benim için sadece bir saygı ifadesiydi, sevdiğim, taptığım ise gelecek idi. Birlikte geçireceğimiz yılların geleceği, özellikle yakın günlerin geleceği! Artık adımı taşıyan insan ile atacağımız o ilk adımlar. İlk kez birlikte yapacağımız bütün o işler!
Sevgililerin birbirlerine verdikleri söz, ve tutulan söz! Daha önce görmüştüm, daha önce yapmıştım, daha önce gerçekleştirmiştim duygusu ile Clara’yı öpmedim hiç, hatta elini bile tutmadım. Daha önce sevmiştim duygusuyla da! Aşk, el değmemiş olarak kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse, yıllar da geçse! Hayat, bıkılacak kadar uzun değil!
Fransa’dan dönüşümüzde babam, Kitapdar malikânesinin o güne kadar görmediği bir davet verdi. Gitmeden önce, delilikler yapmaması için yalvarmıştım. Sadece: “Bu zevki benden esirgeme!” demişti. Ben de ses çıkartamamıştım. Korktuğum bütün delilikleri yaptı. İki orkestra tuttu, biri Doğu diğeri Batı müziği çalacaktı, yüzlerce insan çağırdı, yemek odasının kapısından geçirebilmek için yere kadar indirmek zorunda kalınan muazzam bir pasta ısmarladı.
Işıklandırmadaki zenginliği, yiyeceklerdeki bolluğu anlatmaya utanırım. Ömür boyu, sonradan görmelere söylenip durmuş olan babam, sonradan görme biri gibi davranmıştı. Ama işte, mutluydu, Clara da mutluydu, başka ne isteyebilirdim?
Ya ben? Mutlu değil miydim? Surat asar görünmek istemiyordum ama şatafata ilgisizdim.
Kutlanan olaydan dolayı mutluydum, ara sıra Clara’mn elini tuttuğum için mutluydum, onunla bakıştığım, güldüğünü duyduğum ve gece bitince başını gelip omzuma dayayacağını söylediği için mutluydum. Uzun süredir görmediğim insanları gördüğüm için de mutluydum, bunların da başında, Mısır’dan, o güne kadar görmediğim kocasıyla gelen ablam vardı…
Tabii bir de Stefan dayı vardı. Babam ona yazmış, sonra da bir araba gönderip aldırtmıştı. Hayfa ile Beyrut arası 150 km. idi ve o tarihte, aradaki molalar ile dört saat sürüyordu. Stefan dayı erken gelmişti, öğle üzeri. Kalabalık gelmeden, tanışma olanağı bulmuştuk. Bu karşılaşmadan korkuyor muydum? Tam anlamıyla değil. Asıl sinirli olan Clara idi. Dayısına karşı, anne ve babasından miras edindiği bir çekingenliği vardı. Dayıda buldukları kusur neydi? Zengin, manyak ve işsiz güçsüz takımından olması mı? Ben, babamla iyi anlaşacağından emindim. Her ikisi de, bu yüzyılla barışını kuramamış on dokuzuncu yüzyıl insanıydı ancak birbirlerine anlatabilecekleri ortak nostaljileri olabilirdi.
Küçük bir korku duydumsa, oda ablamın bir süre görünmedikten sonra kocasının kolunda salona girdiği sırada duymuşumdur. Sahneyi bir düşünün: bir yanda, Araplarla Yahudiler arasındaki gerginlik yüzünden Hayfa’yı terk etmek zorunda kalan ve bir daha hiç dönmeyeceğini anlayan, köklü bir Müslüman aileden gelen Mahmut; öte yandan bu kente yerleşmek üzere gelmiş Orta Avrupalı Stefan; her ikisi de yeni evlilerin yakın akrabası…
Tanıştırma faslını kısa kesmeye kararlıydım: “Mahmut Cır malı, eniştem. Stefan Temerles, Clara’nm dayısı.” Tokalaştılar.
O an babam, Fransızca olarak yüksek sesle:
— Ortak bir yanınız var, dedi. Mahmut Hayfalı. Gelinimizin dayısı da Hayfa’da oturuyor.
Clara ile bakıştık. Fırtınayı daha iyi atlatabilmek için el ele tutuşuyorduk. Babam devamla:
— Yan yana oturun. Birbirinize anlatacaklarınız vardır, dedi.
Üstelik bir de ısrar ediyordu, öyle değil mi? Ancak bunu dalgınlığından ya da kabalığından yapmıyordu. Bir anlamda kafa tutmak, meydan okumak için yapıyordu. Babam, Doğu’da bir hayli yaygın olan, insanların kökenleri ile ilgili konularda alınmasınlar diye ölçülü davranılması alışkanlığından nefret ederdi. Örneğin, insanların her zaman kullandıkları sözcükleri, “kendi aralarında” iken sarfettikleri kelimeleri, “Dikkat filanca Yahudidir”, “Falanca Hıristiyandır”,
“Feşmekan Müslümandır” uyarıları üzerine sansür etmelerine, içerlerdi.
Peki ya, yan yana oturttuğu iki adam vuruşmaya kalkışırsa. Ne yapalım, bunu hak etmişler demektir, işte o kadar! Onun görevi, aynı büyük serüvenin içinde yer alan bu adamlara insanca davranmaktır. Buna layık değillerse, kendilerinin bileceği şeydir. Ya bu yüzden düğün berbat olursa? Demek ki böyle bir düğüne layık değilmişiz, işte o kadar!
Clara ile benim ilk tepkimiz, bir rezalet çıkmasından korkmak oldu. Bu pek cesurca değildi ama kendinizi bizim yerimize koyun. Ailelerimiz arasında herhangi bir düşmanlık olsun istemiyorduk, içinde bulunduğumuz günlerde, evliliğimiz zaten kolay bir iş değildi. Özellikle, çevremizdeki düşmanlıklardan korunmaya muhtaçtık.
Ama bu sadece ilk tepkiydi. İçgüdüsel. Clara ile bakışlarımızda, endişe kadar eğlenme de vardı.
Sonra, hiçbir şey demeden, geri geri gidip oradan ayrılıverdik.
Döndüğümüzde, aradan bir saat geçmişti. Her ikisi de bıraktığımız gibi, yalnız, karşılıklı
kahkaha atmaktaydı. Tabii nedenini biliyorduk. Biz de Clara ile rahatlamış ve endişe duymanın utancı içinde, kahkahalarına katılmıştık.
Bir süre sonra, orada olduğumuzu fark eden Mahmut ve Stefan dayı, bizimle birlikte mutluluğumuza kadeh kaldırdılar.
Onları gören, dünyanın en iyi arkadaşları derdi. Öyle olmasını o kadar isterdim ki… ama ne yazık ki hayır! Belki de artık, çok geçti!
Şunu bilin, kavga da etmeyeceklerdi. Yo hiç de değil. Sonuna kadar birbirlerine nazik davranacaklardı. Birbirinin eşi koltuklarda oturmuş centilmenler kulübündeki gibi, birbirlerine İngilizce fıkra anlatacaklardı. Asıl konuşan, karşısındakinin neşesini görüp coşarak fıkralar anlatan, el kol işaretleri, mimikler ile anlattıklarını süsleyen eniştemdi.
Bir ara, görünürde hiçbir neden yokken, tu hava değişti. Başka davetliler onlara yaklaşmış, tanıştırılmış, karşılıklı eğilip bükülmüş ve o sıra Mahmut, bir özür mırıldanarak çekilmişti.
Bir süre sonra hava serinleyince, birinci kata bir hırka almaya çıktım. Eniştem orada, karanlıkta bir divana oturmuştu. Çökmüş bir hali vardı. Nesi olduğunu soracak oldum ama kendimi tuttum, onu rahatsız ederim korkusuyla görmezlikten geldim. Bütün gece bir daha ortaya çıkmadı.
Onu bu hale sokan ne olabilirdi. Aşağıya indiğimde, ablama anlattım. Endişelendi ama şaşırmadı. Son zamanlarda kocası sık sık böyle oluyormuş, önünde ne zaman Hayfa’dan söz edilse önce coşuyor, uzak geçmişe, çocukluğuna ait binlerce hikâye anlatıyor, gözleri parhyormuş. Onu seyretmek bir zevkmiş. Ama ardından en ufak sessizlikte, aniden kaşları çatılıyor ve hüzünleniyormuş.
Kendi ruh hallerinden hiç söz etmiyormuş. Bir gün ablam, bütün bu anlattığı anılarını bir kitap haline getirmesini önermiş, bu düşünceyi iki eliyle birden kovarak: “Anılarım mı? Mezarcının küreği ile yaptığı gibi, güneşe tezek yığınları atıyorum.” demiş.
Stefan dayıya gelince, Mahmut ile yaptığı konuşmalar, onun üzerinde bambaşka bir etki bırakmıştı. Ters etki diyebilirim. Genelde asık suratlı ve homurdanan bir adam olan Stefan dayı gecenin geriye kalan kısmında; neşeli, gençlerle şakalaşan, hanımlara takılan ve birdenbire ortadan kaybolan arkadaşını gözleriyle arayıp duran bir adam olup çıkmıştı.
Gece biterken Clara’yı görmüş, ona doğru koşmuş, bir kenara çekmiş ve bir sır verir gibi:
— Onlarla… barışmanın, sence bir yolu yok mu? diye sormuştu.
— Çevrene bak, Stefan dayı. Barıştık bile.
— Ben buradan söz etmiyorum, beni pekâlâ anladın!
Yıllardan beri ilk kez o akşam ablamla konuşurken, kocasının, babamın dediği gibi namaz seccadesine kapanmış bir softa olup olmadığını sordum. Güldü. Bir gün babam, din hakkında ileri geri konuşurken, Mahmut bozulmuş, işte olan bundan ibaret! Bu, babam ile benim aramızdaki fark. İkimiz de aynı şeyi düşünürüz ama ben, orada bulunanları kırabilir diye, düşündüklerimi söylemem. O ise, burnunun dikine gider; gerçeği kendisinin söylediğine emin olarak…
Hangi davranış daha iyi? Bugün için, onun gibi olmadığıma üzülüyorum. Ama güçlü bir sesin gölgesinde yaşadığım içindir ki, umduğu ve arzuladığı gibi isyancı olmadım.
Bu davetten sonra bir ikincisi de Hayfa’da yapıldı. İlk önceleri bu ikincisi, hem Clara’ya hem bana gereksiz göründü. Çünkü Stefan dayı Beyrut’a gelebilmişti. Ama PAJUW üyeleri ısrar etmişlerdi. Onlar için bunun önemi vardı ve onları kırmak istememiştik.
Yirmi kişi kadardılar. Yahudiler ve Araplar. Belki Yahudiler, Araplardan biraz daha fazla.
Toplantıyı düzenleyenlerden biri olan Nairn, bir konuşma yapmış ve birleşmemizi, örnek alınacak bir olay, aşkımızı kin ve nefretin yalanlaması olarak nitelemişti.
Her an yakıp durduğu Halep vişnesi kokan piposu ve kır saçlarıyla tuhaf bir insandı Nairn! Ne tam bir işçi ne tam bir aydın idi – iflas etmiş bir sanayici idi. Diğerleri, sınıf kökeni konusunda kitapların söylediklerine bakacak olurlarsa, ona güven duymamalıydılar. Ama hiç kimse, onu harekete geçiren nedenlerden, özverisinden kuşkulanmıyor ve hattâ toplantılarda belirli bir ağırlığı olduğuna inanıyordu, İddia edildiğine göre, Naim’in ailesi, bir vakitler kentin yansına sahipmiş. Yani bir vakitler zengin olduklarını söylemenin doğucası! Nairn her şeyi satmış, nesi var nesi yoksa yitirmiş, sadece Osmanlılar döneminden kalma deniz kıyısında bir evi vardı. Geniş ve şahane bir yapı olan bu eve bakacak olanakları kalmamıştı ve evi gördüğüm günlerde, hali perişandı. Duvarların sıvası dökülmüş, yer yer yıkık, bahçesi ot bürümüş, odalarında eşya yerine hasır ve eski şilteler/açık bir çatı her şeye karşın soylu, huzurlu, büyülü bir ev! Onurumuza verilen davet de işte bu evde yapıldı.
O davet gecesi, uzaklardan iki patlama sesi geldi. Heyecanlanan tek insan bendim. Diğerleri duruma alışıktılar, kayıtsız biçimde, gürültünün nereden geleceğini tahmin ediyorlardı. Dans etmeye sadece birkaç saniye ara verilmişti. Sonra, kiralık bir fonografın sesiyle, dansa devam edildi.
O yaz; ne kadar da çok davet verildi! Bir girdaba sürüklenmiş giderken, Clara ile her an kafamızda olan ama ciddi olarak sormadığımız soruyu sormaktan kaçınmaktaydık: nerede yaşayacaktık. Emin olduğumuz tek şey, birlikte olmamız gerektiği idi. Evet, ama nerede?
Bu kararı bugün almam gerekseydi, ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Yaz sonu Montpellier’ye dönerdik, ben tıp tahsilime, Clara da tarih derslerine devam ederdi. Bugün, tek yapacağım şeyin bu olduğuna eminim. Şayet o günkü genç adamın kafasında, bugünkü yaşlı adamın aklı olsaydı; yaşlı adamın sesi “Kaç! Karını al, koş, buralardan kaç!” derdi. Ama o günlerin iki genci olarak, hayallerimiz vardı. Doğu’da bir fırtına esecekti ve biz, çıplak ellerimizle bu fırtınayı durdurmak istiyorduk. Durum, tam anlamıyla buydu. Bütün dünya, Araplar ile Yahudilerin yıllar boyu, hatta yüzyıllar boyu birbirlerini öldürmelerini bekliyordu, herkes bir karara varmıştı bile… İngilizler, Sovyetler, Amerikalılar ve Türkler… Herkes. Biz ikimiz dışında! Biz, bu anlaşmazlığı önlemek istiyorduk, aşkımızın simgesinin “bir başka yol” olmasını istiyorduk.
Cesurca mı dediniz? Hayır, mantıksızca! Bir barış, bir uzlaşma umudu beslemek olasıdır, bu çok övüç verici, güzel, saygın bir davranış… Ancak yaşamımızı buna bağlamak, mutluluğumuzu, aşkımızı, birlikteliğimizi, geleceğimizi ortaya sürmek ve tek bir saniye bile kaybedebileceğimizi düşünmemek… buna bugün takacağım ad: “saçmalık”, “yanılgı”, “mantıksızlık”, “aptallık”, “intihar” olur! Ama o tarihte başka şey söylüyordum. Fransa’da üç-dört yıl geçirebileceğimizi düşünmemiştim bile. Yıl 1946 idi. Fırtınanın geçmesini bekleyebilirdik… beni lütfen durdurun, bu konuda durmadan konuşabilirim!
Kararımızı vermiştik; Doğu’da yerleşecektik! Hayfa ile Beyrut arasında, sınırın açık olduğu, kıyı yolundan mesafenin çok az olduğu dönemde… İki limanımız vardı, eskiden dendiği gibi iki “merdivenimiz” ve bir dizi konut, ama hiçbiri yalnızca bize ait değil! Hayfa’da kâh Stefan dayıda, kâh Naim’de kalıyorduk. Beyrut’ta da, baba evi vardı ve başka yerde kalmamız söz konusu değildi. Babam, malikânede tek başına yaşıyordu. Biz de, çok doğal olarak oraya yerleşmiştik.
Clara’nın evi olmuştu, ev sahibesi o idi. Ben ona tutkundum ve babam onu çok seviyordu.
En sevdiğimiz ev, Lübnan’daki evimiz miydi? Belki… artık bilemiyorum… çünkü ilk zamanlar Hayfa’ya düzenli olarak gidiyorduk. Clara dayısına, iki ayda bir geleceğine söz vermişti. Komite toplantılarını da terk etmek niyetinde değildi. Üstelik Naim’i kendimize iyice yakın hissetmeye başlamıştık. İkimizin en iyi arkadaşı olmuştu. Evi de çok sevimliydi… ot bürümüş bahçesi denize kadar uzanıyordu. Oraya her gittiğimizde büyüleniyorduk. Ne var ki, yine de esas konutumuz Beyrut’taydı. Tahsilimize de orada devam etmeye başladık.
Benim açımdan, devam etmeye çalıştım desem daha doğru olacak. Cizvit papazlarının yönettiği Fransız Tıp Fakültesine kaydımı yaptırmıştım. Eğitimin kalitesi, Montpellier’dekinden daha az iyi değildi. Daha ta başlangıçta orada okuyabilirdim. Ama on sekiz yaşımdayken, babamın gölgesinden kurtulmak istiyordum. Gitmiş olmak için okumaya karar vermiştim yoksa okumak için gitmiş değildim.
Ne var ki artık aynı insan değildim. Babamı yalnız bırakmak istemiyordum, sözüm ona bir Direniş kahramanı olduğumdan bu yana, ilişkilerimiz tamamen değişmişti. Evliliğimden sonra daha da değişmişti. Babam yaşlanmıştı ve evin hanımı, benim kanmdı.
Clara da üniversiteye yazılmıştı ve her zamanki gibi orada da çok faal idi. Çalışkan bir öğrenci ve bir militan! Arapçayı da öğrenmeye başlamıştı.
Bana gelince, eğitimimi tamamlamaya çalışıyordum dedim. Evet, sadece “denedim!” Daha sıralara oturur oturmaz, kendimi okumaya vermekte güçlük çektim. Herhangi bir şeyi bellemek olanaksızdı. İlk başlarda, beş-altı yıllık aradan sonra; bunun normal olduğunu söylüyordum, o süre içinde kafamı eğitimle ilgisi olmayan o kadar çok şey kurcalamıştı -ki… ancak dikkatimi verememe sorunu devam etti ve giderek öfkelenmeye başladım. Eskiden belleğimle ve kavrama yeteneğimle onca övünen ben, aniden güçsüz biri oluverdim. Utanıyordum…
Bunun çaresini bulmam gerekiyordu. Ancak, tedavisi gereken bir anormallik olduğunu kabul etmiyordum. Zamanla her şey yoluna girecek diyordum. Oyalanmaya bakıyordum.
Neyle oyalanmak. Önce konferanslarımla, bazılarını tekrar ettim, yine Direniş anılan hakkında.
Sonra mutluluğum… mutluluktan, bir oyalamaymış gibi söz etmek yersiz kaçsa da yine de bu işi görüyordu. Clara’nın yanında o kadar mutluydum ki, duygusal yaşamım dışında olabileceklerin beni etkilemesine izin vermiyordum. Birbirimizin elini her tutuşta, kalplerimiz çarpıyordu ve ben ne korkularımı, ne de dış dünyanın uğultusunu duyuyordum. Kendimi, her şeyin yolunda gittiğine inandırmaya çalışıyordum.
Bir bakıma, her şey yolundaydı… Hayır, doğru değil. Çevremizde hiçbir şey iyi gitmiyordu. Çok geçmeden olacaklar karşısında, biz hâlâ cennette yaşıyorduk.
Hatırlayacaksınız bu, Filistin’in Yahudilerle Araplara verilmek üzere iki devlet olarak bölünmesinden çok söz edildiği dönemdi. 1947. Daha o tarihte kırgınlıklar o kadar büyüktü ki, uzlaşmacı görüşleri yüksek sesle ileriye sürmek olanaksızdı. Her yerde suikast-ler, gösteriler, çarpışmalar, savaş çığlıkları! Hayfa’ya gidip gelmek için, yollar her seferinde daha tehlikeli oluyordu.
Clara ve ben, kurban edilmeye henüz sırası gelmeyenlerdendik. Sonra, birkaç pençe darbesi, bizi sığındığımız yerden çıkarttı.
Belki de dönüm noktası, genel af ilanı ile kardeşimin hapisten çıktığı gün oldu.
Öğleden sonra erken saatte, henüz sofradan kalkmamış, gevezelik ediyorduk. İkimiz ve babam.
O sabah, haberlerin en güzelini almıştık: Clara hamileydi. Midesi bulanınca doktoruna gitmiş, oradan dönmüştü. Hepimiz çok neşeliydik, özellikle, torununu kollarına aldığını şimdiden görür gibi olan babam. Ona, armağanların en güzelini vermişiz gibi konuşuyordu. Birden bir araba sesi duyduk. Araba durdu, sonra tekrar hareket etti; bir kapı çarptı, merdivende hızlı ayak sesleri…
Kardeşim Salem eve dönmüştü.
Onu hapiste ziyaret etmiş miydim? Hayır. Tek bir kez bile hayır. O serserinin nasıl davrandığını
unutmayın. Ya babam? Gidip görmüşse bile, bana bir şey anlatmamıştı. Kısacası hepimiz bu sayfayı kapatmaya niyetliydik. Aramızda olmasını en az istediğimiz bir sırada, çıkagelmişti!
Hapisten doğru eve! Odasına. Kapısını da kitlemişti. Gidip kendisiyle konuşmayalım diye.
Aniden buz gibi bir hava esti. Ev, aynı ev değildi. Artık bizim evimiz değildi. Konuşurken sesimizi alçaltıyorduk. Babam bir anda, bambaşka bir adam olmuştu. Keyfi kaçmış, yüzü
asılmıştı. Hiçbir şey söylemiyordu. Ne şikâyet ediyor, ne Salem’i lanetliyor, ne kovuyor, ne de affediyordu.
Bize, Clara ile bana gelince, hafta sonu bitmeden Hayfa’ya hareket ettik. Kardeşimle bir olay olmuş değildi, çatışmış da değildik. Birbirimize sadece birkaç söz söylemiştik. Buna rağmen gittik. Şaşkınlığınızı anlıyorum. Belki de size bir itirafta bulunmam gerekecek. Bunu söylemek ağrıma gidiyor, kendi kendime kabul etmem bile vakit aldı, ancak saklamaya kalkışırsam pek çok olayı anlamak olanaksızlasın Kardeşimden her zaman korkmuşumdur.
Yok, korkmak biraz abartılı bir söz. Diyelim ki, onunla birlikte olduğumda huzurum kaçıyordu. Bakışlarımızın karşılaşmasından kaçıyordum.
Hangi nedenden ötürü? Karmaşık açıklamalara girişmek istemiyorum… Biz aynı biçimde yetiştirilmedik. Onda köpek dişleri ve tırnakları oluştu, bende böyle bir şey olmadı. El üstünde tutulan hep ben oldum. Hiç çabalamak zorunda kalmadım. Her şey kolaylıkla sağlandı. Her şey, kahramanlık bile, tutku bile! Bana her şey, rüyadaymışım gibi sunuluyordu, evet demem yeterliydi. Her yerde, Direniş örgütünde bile pohpohlanan çocuk oldum. Yerimi elde etmek için hiç mücadele etmek zorunda kalmadım. Yoluma ne zaman bir engel çıksa, mucize gibi, daha geniş, daha iyi bir başka yol çıkıyordu. Yani hiç savaşmak zorunda kalmadım. Bu, düşüncelerime de yansıdı. Ben hep uzlaşmadan, barıştan yana oldum. İsyan edecek olsam bile, nefrete karşı isyan ederdim.
Kardeşim için bunun tersi geçerliydi. Neredeyse, öldürmek için doğdu diyebilirim. Her zaman dövüşmeyi yeğledi: babama karşı, bana karşı veya daha çok gölgeme karşı. Onun için her şey bir hırçın savaş nedeniydi. Tıkındığı yiyecekler bile. Bazen, kardeşim bir kurt diye düşündüğüm olmuştur. Ama doğru değil. Kurtlar, yalnızca yaşamak ve özgür olmak için savaşır. Tehdit edilmediği sürece yoluna devam eder. Kardeşim ise, yaban köpeklere benzer daha çok… içinde büyüdükleri evi hem özlerler hem nefret ederler. Hayattaki yolları hep bir olumsuzlukla çizilmiştir: bir terk ediş, bir ihanet, bir sadakatsizlik! Bu olumsuzluk onların ikinci doğuşlarıdır, geçerli olan tek doğuş!
Kardeşimle aramızdaki savaş, dengesiz bir savaştı. Ben kaçmayı yeğledim, evet kaçmayı, başka türlü söylenemez.
Clara ile Hayfa’ya gittik. Bir süreden beri zaten niyetimiz vardı ama birkaç kere ertelemiştik çünkü Galile yolu güvenli değildi. Ancak evdeki hava, gitmemizi hızlandırdı. Tehlikelere rağmen! Bu pek ihtiyatlı bir davranış değildi, üstelik karım hamileydi. Ama biz asla ihtiyatlı
olmamıştık; öyle olsaydı her ikimiz de Direniş örgütüne katılır mıydık? Karşılaşmış da olmazdık, öyle değil mi? İhtiyatsızlık ve gözüpeklik, bizde bir huy, bir gelenek olmuştu.
O gün, yollar özellikle ıssızdı. Bu bile bizi alıkoyamamıştı. Dosdoğru araba sürmekteydik. Ara sıra endişe verici tak tak sesleri geliyordu. Patlamaya benziyordu ama uzaktaydı, bir şey duymamış gibi yapıyorduk.
Amin Maalouf
Doğunun Limanları
Çevirmen: Esin Talu-Çelikkan | YKY