Dünya bugün dahi eziyet çeken ya da eski çilelerin anısını içinde saklayan ve intikam anını düşleyen yaralı toplumlarla doludur. Onların çektiklerine duyarsız kalamayız, ama onların kendi dillerini özgürce konuşma, dini vecibelerini korkusuzca yerine getirme ya da geleneklerini koruma arzularını paylaşabiliriz.
Ama zaman zaman acıyı paylaşma noktasından aşırı hoşgörüye kaydığımız da olur. Sömürgeciliğin hoyratlığından, ırkçılıktan, yabancı düşmanlığından çekmiş olanların kendi milliyetçi hoyratlıklarının, kendi ırkçılıklarının ve kendi yabancı düşmanlıklarının aşırılıklarını bağışlıyoruz, hatta bu yüzden en azından oluk oluk kan akmadıkça, kurbanlarının kaderleriyle hiç ilgilenmiyoruz.
Çünkü meşru kimlik dışavurumunun nerede duracağı ve ötekilerin hakkını çiğnemenin nerede başlayacağı asla bilinemez! Az önce “kimlik” sözcüğünün bir “sahte dost” olduğunu söylememiş miydim? Meşru bir eğilimi yansıtmakla başlar ve bir savaş aleti haline gelir. Bir anlamdan diğerine kayış hiç fark edilmez, doğal gibidir ve bizler, hepimiz zaman zaman kendimizi buna kaptırırız. Bir haksızlığı kınarız, zulüm gören bir halkın haklarını savunuruz ve ertesi gün kendimizi bir katliamın suç ortakları olarak buluruz.
Son yıllarda meydana gelen bütün katliamlarla kanlı çatışmaların çoğu, karmaşık ve çok eski kimlik “dosyaları”yla bağlantılıdır; bazen kurbanlar umutsuzca her zaman hep aynı taraftır; bazen de ilişkiler tersine döner, dünün cellatları kurban haline gelir ve kurbanlar cellada dönüşür. Şunu söylemek gerek, bu sözcükler bile ancak dış gözlemciler için bir anlam taşımaktadır; bu kimlik çatışmalarına doğrudan taraf olanlar için, acı çekenler için, korkuyu yaşayanlar için sadece “bizler” ve “onlar”, hakaret ve ödeşme vardır, başka bir şey değil! “Bizler” zorunlu olarak ve kesinlikle masum kurbanlarızdır, “onlarsa” zorunlu olarak suçludurlar, şimdi ne çekerlerse çeksinler, eskiden beri hep onlar suçludurlar.
Bakışlarımız, demek istediğim dış gözlemcilerin bakışları, bu ahlaksız oyuna karıştığında, falanca toplumu kuzu, filancayı da kurt rolüne oturttuğumuzda bilmeden yaptığımız şey, bir tarafın cinayetlerinin cezasız kalmasına peşinen onay vermektir. Son yıllardaki çatışmalarda bazı grupların, uluslararası kamuoyunun anında düşmanlarını suçlayacağını bildiklerinden, kendi halklarına karşı şiddete giriştikleri bile görülmüştür.
Bu acıyı paylaşma biçimine aynı derecede talihsiz bir başkası eklenir. Her yeni kimlik katliamında, tarihin başından beri hep böyle olduğunu ve bu işlerin değişeceğini umut etmenin hayalcilik ve saflık olacağını ilan etmekten geri kalmayan ezeli kuşkucularınki. Etnik kıyımlar bazen bilinçli ya da bilinçsiz, elbette üzüntü verici ama anlaşılabilir ve “insan doğasının özünde var olduğundan” ne olursa olsun kaçınılamaz olan toplu tutku suçları gibi ele alınır…
Bu bırakmız-öldürsünler tavrı daha önce de çok zararlı sonuçlara yol açmıştır ve savladığı gerçekçilik bana haksız geliyor. Günümüzde “kabilesel” kimlik kavramının bütün dünyada, üstelik sadece bağnazlar arasında da değil, hâlâ ağır basması ne yazık ki gerçeğin ta kendisidir. Ama, erkeğin “doğal açıdan” kadına üstünlüğü, ırklar arasındaki hiyerarşi, hatta günümüze daha yakın olarak Apartheid ve çeşitli ayrımcılıklar gibi bugün artık kabul edilmez olan pek çok kavram yüzyıllardır ağır basmaktaydı. İşkence de uzun zaman hukukun uygulama alanı içinde “normal” kabul edilmiş ve kölelik geçmişteki büyük zekaların sorgulamaktan özenle kaçındıkları, hayatın bir gerçeği olarak görülmüşü.
Daha sonra yeni düşünceler yavaş yavaş kendini dayatmayı başardı: her insanın tanımlanması ve saygı gösterilmesi gereken hakları olduğu düşüncesi, kadınların da erkeklerle aynı haklara sahip olması gerektiği düşüncesi, doğanın da korunmaya hakkı olduğu düşüncesi, bütün insanlar için, gitgide daha fazla alanda -çevre, barış, uluslararası ilişkiler, büyük afetlere karşı ortak savaş- ortak çıkarlara sahip olunduğu düşüncesi; temel insan haklarına saygı gösterilmediği durumlarda ülkelerin içişlerine karışılabileceği, hatta karışılması gerektiği düşüncesi…
Bu demektir ki, tarih boyunca ağır basan düşünceler ille de gelecek onyıllarda da ağır basacak düşünceler olmayacaktır. Yeni gerçeklikler ortaya çıkmaya başladığında tavırlarımızı, alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız var; kimi zaman, bu gerçeklikler çok hızlı ortaya çıktığında, aklımız karışır ve biz kendimizi yangına körükle giderken buluruz.
Küreselleşme çağında, hepimizin etrafını kuşatan bu süratli, baş döndürücü kaynaşmayla birlikte yeni bir kimlik kavramı kendini dayatıyor – acilen! Ne yapacağını bilemez haldeki milyarlarca insana kimliklerinin aşırı vurgulanması ile her türlü kimliğin kaybı, bütünleşme ile ayrışma arasında bir seçimi dayatmakla yetinemeyiz. Oysa bu alanda hâlâ geçerli olan kavramın içerdiği budur. Eğer çağdaşlarımız çoğul kimliklerini benimsemeye yüreklendirilmezse, kimlik ihtiyaçlarını farklı kültürlere samimi ve komplekslerden arınmış bir açılmayla uzlaştıramazlarsa, kendilerini kendini yadsımayla ötekini yadsıma arasında seçim yapmak zorunda hissederlerse, bizler kan dökücü çılgınlardan oluşan ordular, yolunu kaybetmişlerden oluşan ordular kurmak durumunda olacağız.
Ama kitabın en başında verdiğim bazı örneklere biraz dönmek istiyorum: Sırp bir anneyle Hırvat bir babadan olan bir adam, çifte aidiyetini içine sindirmeyi başarabilirse, bundan böyle hiçbir etnik katliama, hiçbir “temizlik” harekatına katılmayacaktır; Hutu bir anneyle Tutsi babadan olma bir adam, onu dünyaya getiren bu iki “kolu” özümseyebilirse, asla bir katliamcı ya da soykırımcı olmayacaktır; daha yukarda sözünü ettiğim Cezayirli Fransız genç de, Türk-Alman genç de karma kimliklerini huzur içinde yaşamayı başarabilseler asla fanatiklerden yana olmayacaklardır.
Burada da, söz konusu örneklerde sadece uç durumlar görmek haksızlık olurdu. Bugün birbirlerinden din, renk, dil, budun ya da milliyetleri bakımından farklı olan insan topluluklarının yan yana yaşadığı her yerde, -göçmenlerle yerli halk, beyazlarla siyahlar, Katoliklerle Protestanlar, Yahudilerle Araplar, Hindularla Sihler, Litvanyalılaıla Ruslar, Sırplarla Arnavutlar, Yunanlılarla Türkler, İngilizce konuşanlarla Quebecliler, Flamanlarla YVallonlar, Çinlilerle Malaylar arasında…-, eski ya da yeni, az ya da çok şiddetli gerilimlerin yaşandığı her yerde, evet her yerde, bölünmüş her toplumda, içlerinde birbirleriyle çelişen aidiyetler taşıyan, birbirine karşı iki toplum arasındaki sınırda yaşayan belli sayıda kadın ve erkekler, bir bakıma içlerinden etnik, dinsel ya da başka bir kırılma çizgisinin geçtiği insanlar bulunuyor.
Karşımızdakiler bir avuç marjinal değil, sayılan binleri, milyonları buluyor ve hiç durmadan da artmakta. Doğuştan ya da yaşam çizgilerindeki rastlantıların sürüklemesiyle, hatta özgür iradeleriyle “sınırda yaşayan” bu insanlar, olaylara ağırlıklarını koyabilir ve terazinin kefesini şu ya da bu yana çevirebilirler. Aralarında çeşitliliklerini doyasıya yaşayanlar, farklı toplumlar, farklı kültürler arasında köprü görevini üstlenecekler ve içinde yaşadıkları toplumda bir çeşit “çimento” rolü oynayacaklardır. Buna karşılık, kendi çeşitliliklerini özümseyemeyenler, unutturmak istedikleri kendi benlik parçalarını temsil edenlere saldırarak, kimi zaman en azılı kimlik katilleri durumuna düşeceklerdir. Tarih boyunca pek çok örneğini gördüğümüz bir “öznefret”…
Amin Maalouf
Ölümcül Kimlikler