Sanat ve edebiyat çevrelerinde “Nahit Hanım” olarak bilinen Nahit Gelenbevi bir öğretmen. Orhan Veli’nin “Hep senin yanında olmak, sonunda da senin yanında ölmek istiyorum…” diye yazdığı 36 yıllık kısa ömrünün en uzun aşkı ve son sevgilisidir. İki evlilik yaşamış ve çocuğu olmayan Gelenbevi, Samet Ağaoğlu tarafından “ Rönesans gibi kadın”, üç kez Atatürk ile dans ettiği için Cemal Süreya tarafından “Cumhuriyet gibi kadın” olarak anılmış, Orhan Veli, Sabahattin Ali, Arif Damar gibi edebiyatçılar tarafından hakkında yazılar ve şiirler yazılmıştır.
UNUTMANI KÖTÜ BİR ŞEKİLDE HATIRLAMANA TERCİH EDİYORUM
Nahit,
İhtimal sen hâlâ, benim İstanbul’a gelmek için evvelden karar vermiş olduğumu zannedersin. Ankara’dan ayrılmamak için ne kadar çalıştığımı da bilmezsin. Esasen birçok şeyleri bilmiyorsun. Son günlerde üzüntülerimden eskisine nazaran daha fazla rahatsız olduğunu hissediyordum. Bunun için seni dertlerime büyük mikyasta iştirak ettirmek istemedim. Yine de uzun boylu anlatmayacağım. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki İstanbul’a gelmek mecburiyetinde kaldığım için müteessirim.1
Bu teessürüm de her şeye rağmen, her şeyden ziyade de senden hiçbir şey beklememeye karar vermiş olmama rağmen senden geliyor. Daha açık söyleyeyim, senden ayrılmış olmamdan geliyor. Ankara’dan ayrılmanın verdiği hüzün bu sefer de Ankara’ya bir an evvel dönebilmek gayretine inkılap etti. Burada daha hiçbir yeri görmedim. Görmek de istemiyorum. Şehir, çamurlu sokaklarıyla, bulutlu tatsız havasıyla, bana dünyadaki şehirlerin en çirkiniymiş gibi geliyor. Hiçbir şey düşünmeden oturup çalışacağım. Elimdeki işi bitirip parasını alınca da doğru oraya geleceğim. Bu gariplik içime bir ay sonra filan düşseydi belki beni muaheze edebilirdin. Ama değil. Ankara’dan biletimi alırken de, trene binerken de, trenden inerken de hep aynı hâlet-i ruhiye içindeydim. Bir de işimi sağlamlaştırmak istiyorum. Oraya döndükten sonra artık kendimden başka hiç kimseye güvenmemeliyim. Senden de bir şey beklemeyeceğim. Yalnız beni anlamanı isteyeceğim.
Boğaziçi’nde değilim. Bana mektup yazarsan en emini olan şu adrese yaz:
Seni hasretle öper, annene arz-ı hürmet ederim.
İstanbul, 9 Ocak 1947
Demek ki artık karşı karşıya gelebilmemiz çok güç bir şey. İnsan karşılaşmanın bile bu kadar güç olduğunu düşünürse günün birinde birlikte yaşayabileceğine nasıl İnanır.
Nahit,
Mektubunu aldıktan sonra da rahat edemedim. Hâlâ beni anlamak istemiyorsun. Oysa ki senden üzüntülerimi yatıştıracak, beni teselli edecek bir mektup bekliyordum. Günün birinde, ne kadar haksız olduğunu herhalde anlayacaksın. Bu kadar bedbin bir ifade ile başlamama sebep belki de canımın eskisinden daha çok sıkıldığı bir günde senden öyle bir mektup almış olmamdır. Hatta mektubunu almadan da sana bir şeyler yazmayı düşünüyordum. Biliyorsun, Ankara’dan ayrılmamın en mühim sebebi otel meselesiydi. Buraya geldikten sonra tekrar Ankara’ya dönebilmem için de ilk olarak o işin halledilmesi icap ediyordu. Bu da ancak elimdeki tercümenin bitmesiyle kabil olacaktı. Halbuki geçen gün kötü bir haber duydum. Gerçi böyle bir şey beklemiyor da değildim. Hatta sana bile söylemiştim. “Bu vekil2 Sabahattin’i Tercüme Bürosu’nda da bırakmaz” demiştim. Duyduğuma göre dediğim çıkmış. Tercüme Bürosu’nu, kabine kurar gibi, Suut Bey yeniden teşkil edecekmiş. Mesele bir insanın gidip yerine bir başkasının gelmesi meselesi olsa bu hadiseyi hiç mühimsemem. Ama değil. Değişiklik, bir zihniyet değişikliğinden ileri geliyor. Göreceksin bu zihniyet Maarif teşkilatını pek kısa bir zamanda bir faşist teşkilatı haline getirecektir. Ne ise, şimdilik politika tarafını bırakalım. Bu zihniyetin şu anda en mühim tarafı -biraz şahsi konuşuyorum ama kusura bakma- benim çok müstacel bir işimi baltalamış olması. Sen belki de hâlâ bu adamın bütün işlerinde tam bir Nazi şuuruyla hareket ettiğine inanmak istememektesindir. Bunu ancak muhterem zevcinizin menfaatleri mevzubahis olmadığı zaman anlayacaksın. Diyelim ki ne vekil, ne de Suut Kemal Bey tercüme işlerinde esas itibariyle hiçbir şeyi değiştirmeyecekler. Ama bu da meseleyi halletmeyecek. Çünkü Suut Bey ben Ankara’da iken mecmuasına3 yazı yazmadım diye bana selam bile vermiyordu. Ölçüleri bu kadar şahsi olan bir insanın eline bir fırsat geçtiği zaman bu fırsattan istifadeye kalkışmayacağını düşünmek biraz safdillik olur. İşte bu yüzden üç gündür elime tercümeyi alamıyorum. Halbuki kitabı hem yarılamış hem de en güç kısımlarını geçmiştim. En çok bir haftalık işim kalmıştı. Bu münasebetle senden bir şey isteyeceğim. Fakat mektubumu yine iş mektubu telakki edeceğini düşünüp cesaret edemiyorum. Şimdi bu işlerle kim alakadarsa onlardan öğrenemez misin? Tercümeye devam edeyim mi? Yoksa bırakayım mı? Ama bunu öğreneceğin insan az çok salahiyetli biri olmalı. Çünkü tercümeyi bitirdikten sonra kitapçılara filan satamam, emeğim de boşa gitmiş olur. Ricamı yerine getirebilmek için zahmete gireceğini düşünüp üzülüyorum. Zor bir işse hiç alakadar olma.
Dünkü Akşam gazetesinde -yani 15 tarihli- şiir hakkında bazı laflarım var.4 Eline geçerse okumanı isterim. Gazeteyi kendim bulursam gönderirim.
KENDİSİYLE SENDEN KONUŞABİLECEĞİM KİMİ GÖRSEM SEVİNİYORUM
Mektubundaki sitemlerin tamamen haksız. Saadetin nerede olduğunu biliyormuşum. Kastettiğin insanlardan hiçbirini görmedim. Görmeye de teşebbüs etmedim. Esasen, ilk mektubumda da yazdığım gibi hiçbir yere çıkmıyorum. Yalnız bir defa Kitkat5 diye bir lokantaya gittim. Sait Faik çağırmıştı. Sanatkarlar toplanıyor dedi. Nihayet üç beş kişi göreceğimi zannediyordum. Halbuki muazzam bir şeymiş. İstanbul’da ne kadar muharrir, şair, gazeteci, ressam, heykeltıraş, sahne artisti ve sanat muhibbi varsa hepsi oradaymış. Kapıdan girer girmez ilk gördüğüm insan Nedret Hanım oldu. Biraz konuştuk, senden bahsettik. Kendisiyle senden konuşabileceğim kimi görsem seviniyorum. Bir gün de Bâbıâli’de İffet Hanım’a rastladım. Senin Avrupa işini filan sordu. Bildiğim kadar izahat verdim. Saçlarının rengi kırmızı olmuş. “Boyamışsınız” dedim. “Hayır, boyamıştım ama kalmadı, bu hakiki rengi” dedi. Başka bir gün de beni mektebine çağırdı. Belki bir gün giderim.
Mektubunu uzun yazmakla beni rahatsız edeceğini söylüyorsun. Bu da bir başka haksızlık. Senden bahsedebileceğim insanları görmekten hoşlanışım, seninle beraber olamadığım, seninle konuşamadığım içindir. İstanbul’da tek zevkim senden mektup almak. Bunu da bana çok görme.
Henüz kendi işlerimle kâfi derecede alakadar olamadım. İlk hızımı tercümeye vermiştim. Vatan gazetesiyle konuşmak istiyorum. Bunun için de Ahmet Emin Bey’in Amerika’dan dönmesi lazım.
Mektubunu bekliyorum. Seni hasretle kucaklar, annenin ellerinden öperim. İkisi bir arada pek olmaz ama ne ise.
Sabahattin buradaymış, onu bile görmedim.
İstanbul, 16 Ocak 1947
Kaynak: Yalnız Seni Arıyorum – Nahit Hanım’a Mektuplar – YKY
Orhan Veli: “Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum”
1. 1945’te girdiği MEB Tercüme Bürosu’ndan iki yıl sonra, “kurumda anti-demokratik bir hava esmeye başladığı” gerekçesiyle, ayrılıp İstanbul’a yerleşmişti (1947).
2. Söz konusu “vekil” Reşat Şemsettin Sirer, göreve gelir gelmez Tercüme Bürosu’nda Sabahattin Eyuboğlu’nun yönetimindeki kadroyu bozmuştu. Bkz. O. Veli, “Okuma Yazma Düşmanı Bir Milli Eğitim Bakanı”, Hür Gazetesi, 15 Şubat 1947; Şairin İşi, YKY 2003, s.140-141.
3. Sanat ve Edebiyat Gazetesi.
4. “Yeni Neslin Tanınmış Şairi Orhan Veli’ye Altı Sual” Röportaj: Yürük Çelebi,
Akşam, 15 Ocak 1947. Bkz. Şairin İşi, s.347-349
5. Kit-Kat Bar ve Restoran: Mütareke sonrası İstanbul’da Beyaz Rusların açtığı mekânlardan biri.