YAŞAMIN ANLAM VE AMACI: SEVGİ VE EVLİLİK
Anne ve babanın evlilik yaşamında doğru dürüst bir birliktelikten söz açılamaması durumunda sık karşılaşıldığı gibi, bazen oğlanın anneyle, kızın babayla ilişkisi sorunlu bir niteliğe bürünür, bunun sonucu olarak oğlan annesine, kız da babasına karşıt tiplere eğilim gösterir. Örneğin, annenin baskı altında tutup kendisine sürekli kusurlar bulduğu bir oğlan zayıf biriyse ve baskı altına alınmaktan korkuyorsa, belki ileride tahakküm hırsına sahip değilmiş gibi görünen kadınları cinsellik bakımından çekici bulacaktır. Böyle bir oğlan kolaylıkla hatalı seçimler yapabilir. Belki kendisine, tahakküm altına alabileceği bir eş arayacaktır. Oysa ancak eşit haklara sahip eşler arasında mutlu bir evlilikten söz açılabilir. Bazen oğlan, gücünü kanıtlamak isteyerek güçlü bir eş arar kendine, bunu da ya güç denilen şeye aşırı değer verdiği için ya da güçlü bir kadının kendi gücünü provoke edeceğini düşündüğü için yapar. Annesiyle çok kötü bir ilişki içinde yaşayan oğlan, ileride sevgi ve evlilik yaşamına doğru dürüst hazırlanamaz, hatta karşı cinsten olanların bedensel çekiciliği karşısında pek duyarlılık gösteremez. Bu duyarsızlık çeşitli derecelerde açığa vurabilir kendini; en ileri derecede oğlan, karşı cinsten olanları tamamen dışlar ve soluğu eşcinsellikte alır.
Anne ve babanın evlilik yaşamının uyumlu olması, çocukların ileride kendilerini bekleyen sevgi ve evlilik yaşamına her zaman daha iyi hazırlanmasını sağlar. Hayatta dikiş tutturamayanlardan çoğunluğunun kırık dökük ya da mutsuz bir evliliğin yaşandığı ailelerden gelmesine şaşmamak gerekir. Anne ve babanın kendileri kusursuz bir topluluk oluşturmayı beceremiyorsa, çocuklarını ileride eşleriyle el ele verip mutlu bir evlilik yaşamı sürdürecek gibi eğitemezler. Bir insanın evlilik yaşamına ne ölçüde elverişli sayılacağını saptayabilmemizin en iyi yolu, doğru dürüst bir aile yaşamına alışık olup olmadığını öğrenmek, anne ve babasına, erkek ve kız kardeşlerine karşı davranışını gözlemlemektir. Genç insanın sevgi ve evliliğe hazırlığını nasıl ve nereden edindiği alabildiğine önemlidir. Ne var ki bu konuda bir karara varırken ihtiyatı elden bırakmamalıyız. Genç insanın sevgi ve evlilik konusundaki tutumunu çevrenin değil, çevreyi değerlendiriş biçiminin belirlediğini biliyoruz. Bu değerlendiriş biçimi kimi durumlarda yarar sağlayabilir. Oğlan kendi evlerindeki aile hayatına ilişkin çok olumsuz yaşantıları içinde taşıyan biridir belki. Ancak, bu olumsuz yaşantılar da daha düzenli bir aile yaşamına kavuşması için kendisini uyarabilir. Belki olumsuz yaşantıların etkisiyle ilerideki evlilik yaşamına iyi bir şekilde hazırlanmaya çaba harcar. Çocukluğunda mutsuz bir aile yaşamına tanık olduğu için bir insanı asla yargılayamayız ya da dışlayamayız.
Her zaman yalnızca kendi çıkarını gözetmesi, insanın sevgi ve evlilik yaşamına en kötü şekilde hazırlanmasına yol açar. Hep kendi çıkarı peşinde koşacak şekilde eğitilen bir çocuk, ileride sürekli olarak hayattan ne gibi zevkler, ne gibi hazlar sağlayabileceğini düşünecektir. Eşinden her zaman kendisini özgür bırakmasını isteyecek, kendi yaşamını kolaylaştırmasını bekleyecek ama kendisi eşinin yaşamını kolaylaştırmayı ve zenginleştirmeyi asla aklına getirmeyecektir. Bu da hiç olumlu bir tutum değildir, sen öl, ben yaşayayım demeye benzer. Bir suç değil ama düpedüz yanlış bir davranıştır. Dolayısıyla, ilerideki sevgi yaşamına hazırlanabilmek için kolaylıklar peşinde koşmaktan, sorumluluğun karşı tarafın üzerine yıkılmasını sağlayacak fırsatlar aramaktan vazgeçmek gerekir. Birtakım çekinceler ve kuşkular içermesi durumunda, birbirini seven eşler arasındaki hayat arkadaşlığı asla süreklilik taşımaz. Evlilik yaşamındaki işbirliği, verilecek kararın bütün bir gelecek için geçerlilik taşımasını ister. Ancak sağlam ve değişmez kararlar üzerine kurulan evliliklerdir ki bizim için gerçek sevgi ve gerçek evliliğe örnek birleşmeleri oluşturur. Bize göre bu kararlar arasında çocuk sahibi olma, onları eğitip toplumsal işbirliğine hazırlama ve elden geldiğince iyi insanlar, insan toplumunun ötekilerle eşit haklara sahip ve toplumsal bilinçle davranan üyeleri yapma kararlılığı da yer almaktadır. İyi bir evlilik bizden sonraki kuşağı doğru dürüst yetiştirmede en iyi yoldur. Evli çiftlerin bunu asla akıllarından çıkarmaması gerekir. Evlilik gerçekten bir ödevdir, kendine özgü kuralları ve yasaları vardır; bunlardan bir bölümünü seçip alarak ötekileri dışarıda bırakamayız, böyle davrandık mı dünyanın ezeli ve ebedi yasasını, toplumsal işbirliği yasasını çiğnemiş oluruz.
Evlilikteki yükümlülüğümüzü, diyelim beş yılla sınırlandırır ya da evliliğe belli bir süreyi kapsayan bir deneme gözüyle bakarsak, saygının gerektireceği gerçek ve içten özveriyi asla gösteremeyiz. Böyle bir kaçış yoluna düşüncelerinde yer veren erkek ve kadınlar, kendilerini bekleyen ödev için tüm güçlerini toparlayamaz. Ciddi ve önemli yaşamsal ödevlerin hiçbirinde böyle bir “açık kapı”ya yer yoktur. Sevgimiz için bir süre belirleyemeyiz. Bu yoldan evliliği sözde kolaylaştırmak isteyen iyi niyetli ve iyi yürekli bütün insanlar yanlış yoldadır. Bu insanların evlilik yaşamını kolaylaştırmaya yönelik önerileri, evlenen çiftin iyi niyetini felce uğratıp zayıflatır, evli çiftin yükümlülüklerinden kaçınmasına ve evlilik sorumluluğunu üstlendiklerinde göstermeye karar verdikleri çaba ve zahmeti önemsememelerine yol açar. Toplum yaşamımızda iyi niyetlerine karşın sevgi ve evlilik sorunlarını gereği gibi çözmekten pek çok insanı alıkoyan çok sayıda güçlüğün varlığını bilmiyor değilim. Ama gözden çıkarılacak bir şey varsa bence sevgi ve evlilik değil daha çok toplum yaşamımızda karşılaşılan güçlüklerdir. Bir sevgi beraberliğini sürdürecek kişilerin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini biliyoruz: sadakat, dürüstlük ve güvenilirlik, çekincelerden ve bencillikten uzak davranmak. Günlük çalışmalarda ahde vefasızlığın her şey demek olduğuna inanan bir insanın, evlilik yaşamına gereği gibi hazırlanamayacağı doğaldır. Taraflardan her ikisinin de kendi özgürlüklerine eskisi gibi sahip olmak istemeleri durumunda gerçek bir arkadaşlığın bile sürdürülebilmesinden söz açılamaz. Böyle bir arkadaşlığa gerçek arkadaşlık denemez. Bir arkadaşlık ilişkisinde eskisi gibi her bakımdan özgür olmaktan çıkar, özgürlüğümüzü işbirliğiyle sınırlarız.
Evliliğin başarısını ya da insanlığın esenliğini göz önünde tutmayan kişisel bir anlaşmanın her iki taraf için nasıl zararlı sonuçlar doğurduğunu izin verirseniz bir örnekle açıklamak isterim. Anımsadığıma göre dul bir kadınla dul bir erkek evlenmişti. İkisi de yetenekli, ayrıca kültürlü kimselerdi ve yeni evliliklerinin ilk evliliklerinden daha iyi olacağını ummaktaydılar. Ne var ki ilk evliliklerinin neden yürümediğini bilmiyorlardı, toplumsallık duygusu konusundaki yetersizliklerinin farkında değillerdi, öyleyken kendilerine yeni bir yol arıyorlardı. Her ikisi de serbest düşünceli kimselerdi, günün birinde sıkıcı bulmayacakları dertsiz tasasız ve rahat bir evlilik peşindeydiler. Dolayısıyla, her bakımdan tamamen özgür davranabilecekleri konusunda anlaştılar; diledikleri her şeyi yapabilecekler ama birbirlerine bütün olup bitecekleri anlatacak kadar da birbirlerine güven besleyeceklerdi. Bu noktada adam görüldüğü kadarıyla kadından daha cesur davranmıştı. Ne zaman eve gelse, o gün yaşadığı bütün iç açıcı olayları karısına bir bir anlatıyordu. Karısı görünürde bundan pek hoşlanıyor, kocasının başarılarıyla gururlanıyordu. Kadın da sürekli olarak bir flört ya da aşk ilişkisi kurmak istiyordu; ama bu yönde ilk adımı atmaya zaman kalmadan bir meydan korkusuna yakalanmıştı. Tek başına evden dışarı çıkamıyordu; nevroz kendisini eve hapsetmişti; ayağını daha kapıdan dışarı atar atmaz öyle bir paniğe kapılıyordu ki çaresiz dönüp eve girmek zorunda kalıyordu. Meydan korkusu kadının aldığı karara karşı koruyucu bir duvar işlevi görmekte, geri planda daha başka nedenler de bunda rol oynamaktaydı. Tek başına sokağa çıkacak gücü gösteremeyişi, sonunda kocasını onun yanı başından ayrılmamak durumunda bırakmıştı. Evlilik mantığının iki tarafın anlaşmasını nasıl delip geçtiğini görüyorsunuz. Karısının yanında kalması gereken adam serbest düşünmeyi sürdüremiyordu artık. Kadın da tek başına sokağa çıkmaktan korktuğu için kendi özgürlüğünden yararlanamaz durumdaydı. Bu kadının iyileşebilmesi, evlilik konusunda yeni ve daha sağlıklı bir görüş sahibi olmasına, adamın da evliliğe toplumsal bir ödev gözüyle bakmasına bağlıydı.
Evliliğin hemen başında yapılan daha başka hatalar da vardır. Evde el bebek gül bebek yetiştirilmiş bir çocuk, ilerideki evlilik yaşamında sıklıkla kendini ihmal edilmiş hisseder. Toplum içindeki yaşama uyum sağlamasını öğrenmemiştir. Dolayısıyla, şımarık büyütülmüş bir çocuk evlilik yaşamında astığı astık, kestiği kestik bir despot olup çıkabilir; karşı taraf ise kendini bir kurban, bir tutsak gibi hissedip savunmaya geçer. Nazlı yetiştirilmiş iki çocuğun ileride evlendiklerinde nelerle karşılaşacağını izlemek ilginçtir. Taraflardan her biri ötekinden ilgi ve iltifat bekler ama hiçbiri de beklediği şeye kavuşamaz. Bundan sonraki ilk adım da bir kaçış yolu aramak olacaktır; derken taraflardan biri bir başkasıyla flörte koyulur, bu yoldan daha çok ilgi ve iltifat göreceğini umar. Bazı insanlar bir tek kişiye âşık olma yeteneğini gösteremez, iki kişiye birden âşık olmadan duramaz, bu şekilde kendilerini özgür hissederler; sevdiklerinin birini bırakıp ötekine koşar, gerçek sevginin tüm sorumluluğunu asla üstlenemezler. İki sevgili demek bir bakıma hiçbir sevgili demektir.
Bazı insanlar da vardır, kafalarından romantik, mükemmel ve erişilmez bir sevgi yaratıp koyarlar ortaya; kendi duyguları içinde mest olur, gerçek bir sevgiliye uyum sağlayamazlar. Romantik sevgiden bir başkasına bağlanma olanaklarını tümüyle bir kenara itmede de yararlanılabilir, çünkü böyle bir sevgiye karşılık kimse nasıl olsa çıkmayacaktır. Pek çok erkek, özellikle pek çok kadın hatalı gelişimlerinden ötürü oynamaları gereken cinsellik rolünden hoşnutsuzluk duymaya ve bu rolü yadsımaya alışmıştır. Doğal işlevleri engellenmiştir, tedavi görmeden bedensel bakımdan başarılı bir evliliği yürütemezler. Ben, buna uygarlığımızda erkeklere aşırı değer verilmesinin yol açtığı “erkeksi protesto” adını verdim.
Cinsellik rolleri konusunda gereği gibi aydınlatılamayan çocuklar, kendilerini kolaylıkla bir güvensizlik duygusuna kaptırabilir. Erkek rolüne üstün bir rol olarak bakıldığı sürece, ister oğlan ister kız olsun, bu rolü gıpta edilmeye değer görmesi doğaldır. Oğlanlar kendilerinde bu rolün gereğini yerine getirme gücünün varlığından kuşku duyar, erkek olmanın önemini abartır ve bu yolda bir denemeden kendilerini uzak tutmaya bakarlar. Cinsellik rolünden duyulan bu hoşnutsuzluk uygarlığımızda pek yaygındır. Kadınlardaki cinsel soğuklukta (frijit) ve erkeklerdeki ruhsal nedenlere dayanan iktidarsızlıkta (impotens) bu hoşnutsuzluğun etkin olduğunu görürüz. Böylesi durumlarda sevgi ve evliliğe karşı tamamen haklı bir nefret duygusuyla karşılaşılacak, kadın ve erkeklerin birbirine eşdeğer olduğu duygusu gerçekten yüreklerde yaşanmadıkça, söz konusu başarısızlıkların önü alınamayacaktır. İnsanlığın neredeyse yarısının kendisi için toplumda belirlenmiş konumdan hoşnutsuzluk duyması için ortada haklı nedenlerin varlığı, evliliğin başarısını aksatan büyük bir engel oluşturacaktır. Bu engeli ortadan kaldırmada tek çare, kız ve erkek çocukların eşitlik ilkesi dikkate alınarak eğitilmesidir; çocukların ileride oynayacakları rol konusunda belirsizlik içinde bırakılmaları asla doğru değildir.
Öyle inanıyorum ki sevgi ve evlilik konusunda içten bir özveri için en iyi güvence, eşlerin evlilikten önce cinsel ilişkide bulunmamış olmalarıdır. Benim gözlemlediğim kadarıyla, erkeklerin çoğunluğu evlenecekleri kadınların evlilikten önce kendileriyle birlikte olmaya yanaşmalarını içten içe hoş karşılamamakta, bazen bunu bir hafiflik belirtisi sayıp yakışıksız bir davranış olarak görmektedir. Kaldı ki uygarlığımızın bugünkü durumunda evlilikten önce cinsel ilişkide bulunmaları kızlar için ağır bir yük oluşturur. Beri yandan, evliliğin ileriye yönelik bir güven duygusundan değil korkudan gerçekleştirilmesi büyük bir hatadır. Güven duygusunun işbirliğinin bir yönü olduğunu, eşlerini korku yoluyla seçen erkek ve kadınların gerçek bir evliliği amaçlamadıklarını bilmekteyiz. Evlenecekleri eşleri, içkiye düşkün kişiler, kültürel ve sosyal konum bakımından kendilerinden çok aşağı düzeydeki kimseler arasından seçen kadın ve erkekler için de aynı şey söylenebilir. Bu gibileri sevgi ve evlilikten korkan, eşlerine tepeden bakacak bir konum yaratmaya çalışan insanlardır.
Toplumsallık duygusunu geliştirmenin yollarından biri arkadaşlıktır. Arkadaşlık ilişkisinde bir başkasının gözleriyle bakmasını, bir başkasının kulaklarıyla duymasını, her zamankinden değişik bir yürekle hissetmesini öğreniriz. Doğru dürüst eğitilmeyen, her zaman gözetim ve denetim altında büyüyen çocuklar kendilerini bir başkasının yerine koyma, bir başkasıyla paylaşma yeteneğine sahip olamazlar. Kendilerine dünyanın en önemli varlıkları gözüyle bakar, kendi esenliklerini güvence altına almaktan başka bir düşünceye kafalarında yer vermezler. Dostluk ve arkadaşlık evliliğe hazırlayıcı bir rol oynar. İşbirliği duygusunu geliştirmeye elverişli oyunlar da bu bakımdan yarar sağlayabilir; ne var ki çocukların oynadığı oyunlar pek sık olarak rekabet duygusunun gelişmesine ve sivrilme isteğine hizmet eder. İki çocuğun bir arada çalışacağı, bir arada belli bir konu üzerine eğilebileceği, bir arada ders çalışabileceği koşulların yaratılması hayli yarar sağlayacaktır. Kanımca dansın bu bakımdan taşıdığı önemi de küçümsememeliyiz. Dans (çoğunlukla) iki kişinin ortak bir ödevi birlikte çözümleyemeye çalıştığı bir etkinliktir, bu bakımdan çocukların dans etmeyi öğrenmesini olumlu bulmaktayım. Ancak benim kastettiğim dans, ortak bir ödevin üstesinden gelmeye çalışmaktan çok gösterişe yer veren bugünkü dans değildir. Çocuklar için hafif ve özellikle toplu olarak yapılacak danslar kotarmamız, onların gelişimine hayli katkıda bulunacaktır.
Evliliğe hazırlanmada göz önünde tutulacak bir diğer nokta iş güç sorunudur. Bu sorunun çözümü günümüzde sevgi ve evlilik sorunundan önce gelmektedir. Taraflardan birinin ya da her ikisinin, ailenin geçimini sağlayacak bir meslek sahibi olması gerekir; dolayısıyla, evliliğe iyi bir hazırlık, meslek konusundaki doğru dürüst bir hazırlığı da içerir.
Karşı cinsiyet mensuplarına yaklaşım tarzından, söz konusu kişinin ne ölçüde güven ve işbirliği yeteneğine sahip olduğunu görebiliriz. Bir sevgi ilişkisine giren insanın kendine özgü bir yaklaşım biçimi, kendine özgü bir yöntemi, kendi yaşam üslubuna uygun düşen bir tutumu vardır. Sevgisini kanıtlayacak söz ve davranışlardaki canlılığa bakarak, böyle birinin insanlığın geleceği için çalışmaya “evet” diyen, ileriye güvenle bakan ve işbirliğine hazır biri mi yoksa yalnızca kendisini düşünen, toplum önüne çıkmaktan ürküp çekinen ve “Başkaları üzerinde nasıl bir izlenim bırakıyorum? Başkaları hakkımda neler düşünecektir?” sorularıyla kendi kendisini yiyip bitiren biri mi olduğunu anlarız hemen. Bir kadının gönlünü kazanmak isteyen bir erkek, ağır ve ihtiyatlı ya da atak ve aceleci davranabilir; her iki durumda da sevgi belirtilerinin canlılığı amaç ve yaşam üslubuna uygunluk gösterir, bu üslubun dışavurumlarından sadece birini oluşturur. Bir kadına kur yaparken sergilediği davranıştan, bir erkeğin evliliğe hazırlık derecesini kesinlikle saptayamayız çünkü burada izlediği amaç doğrudan doğruya göz önündedir oysa başka zaman tamamen kararsız davranabilir. Öyleyken kur yapışındaki tavrına bakarak yine de kişiliği hakkında belli bir fikir edinebiliriz. Gelenek ve göreneklerimiz (ve yalnızca bunlar) genel olarak önce erkeğin kadına ilgisini belli etmesini, ilk yaklaşımın erkekten gelmesini ister. Uygarlığımızın durumundan kaynaklanan bu beklenti varolduğu sürece, bir oğlanın erkeklerden beklenen bu tutuma hazırlanması, ilk adımı kendisinin atması, bu konuda duraksamaması ve kaçamak yollar aramaya kalkmaması zorunludur. Ne var ki böyle bir tutuma hazırlanmaları oğlanların kendilerini toplumsal yaşamın bir parçası gibi hissetmelerini, bu yaşamın avantaj ve dezavantajlarını benimsemelerini gerektirir. Kadınlar ve kızlar da kur olayında aynı şekilde rol oynar, onlar da tümüyle eli boş durmazlar; ama uygarlığımızda egemen gelenek ve görenekler uyarınca kendilerini erkeklerden daha çekimser davranmaya yükümlü hissederler; kadın ve kızların kur yapması daha çok giyinişlerinde, bakışlarında, konuşma ve dinleyişlerinde açığa vurur kendini. Dolayısıyla, erkeklerin kur yapışını daha dolaysız, daha yalın ve yüzeysel, kadınlarınkini ise daha derin ve daha dolaylı bir davranış biçimi olarak nitelendirebiliriz. Şimdi bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki evlilikte seçilecek eşe karşı cinsel bir eğilimin varlığı zorunludur ancak bu eğilimin tamamen insani bir dostluk ilişkisi kurma isteği kılığında kendini açığa vurması gerekir. Her iki taraf birbiri için bir değer ifade ediyorsa, cinsel çekiciliğin kaybolacağı tehlikesinden asla söz açılamaz. Bunun kaybolması her zaman paylaşma duygusunun yetersizliğinden kaynaklanır; böyle bir durum, bize söz konusu insanın aynı dostluk ve yardımseverlik duygusuyla karşı tarafa kucak açmadığını, karşı tarafın yaşamını zenginleştirmeye önem vermediğini gösterir. Bazen insanlar dostluğun kalıp yalnızca cinsel çekiciliğin kaybolduğunu düşünür. Bu asla doğru değildir; bazen dudaklar yalan söyleyebilir ya da yüz ifadeleri durumu anlatmaya yanaşmaz ama bedensel işlevler her zaman doğruyu dile getirir. İşlevlerde bir aksama varsa bundan çıkacak sonuç her iki taraf arasında artık gerçek bir anlaşmadan söz açılamayacağıdır. Birbirlerine karşı davranışlarında paylaşma duygusu diye bir şeyden eser kalmamıştır çünkü en azından içlerinden biri sevgi ve evliliğin yükünü bundan böyle taşımak istemeyip bir çıkış yolu aramakta, kaçmak için bir fırsat kollamaktadır.
Bir başka nokta da insanlardaki cinsel içgüdünün diğer varlıklardakinden farklılık göstermesidir. İnsandaki cinsel içgüdü sürekliliği içerir. Bu da yine insanlığın esenliğini ve kalıcılığını güvence altına almaya yönelik bir önlemdir; böyle bir önlem sayesinde insan ürer, sayıca artar, sayısal üstünlüğü esenlik ve kalıcılığı için bir garanti oluşturur. Söz konusu kalıcılığı sağlamak için diğer varlıklarda yaşam daha başka önlemlere başvurmuştur; örneğin pek çok yaratıkta dişiler hayli büyük sayıda yumurta yumurtlar ama bunların bazıları olgunlaşmadan kalır ya da yok edilir. İnsanda ise soyun devamı çocuk sahibi olmakla sağlanır. Dolayısıyla, sevgi ve evlilik sorununda insanlığın esenliğini özellikle kendilerine dert edinenler belki de öteki insanlardan daha fazla çocuk sahibi olacak, bilerek ya da bilmeyerek diğer insanların esenliğini pek düşünmeyenler ise çocuk yapma yükümlülüğünden kaçmaya bakacaktır. Hep başkalarından istekte bulunan, hep başkalarından bir şey bekleyen bu insanlar çocuk sahibi olmayı da akıllarından geçirmeyecektir. Yalnızca kendilerini düşünecek, çocuklara isteklerini yerine getirmekten kendilerini alıkoyan bir baş belası, bir eziyet, bir yük gözüyle bakacaklardır. Bu yüzden diyebiliriz ki sevgi ve evlilik sorununun eksiksiz çözümü için çocuk sahibi olmaya karar vermek zorunludur. İyi işleyen bir evlilik insanlığın gelecekteki kuşaklarının yetiştirilebilmesini sağlayacak en iyi yoldur. Evlilik yaşamında bunun asla gözden uzak tutulmaması gerekir.
Bizim pratikteki toplumsal yaşamımızda sevgi ve evlilik sorununun çözümü, monogami yani tek evliliktir. Bir başkasına yürekten bir özveriyle, güçlü bir paylaşma duygusuyla yaklaşımı gerektiren bir ilişkiyi üstlenecek kişinin, bu ilişkinin temellerini sarsmaya ve bir kaçış yolu aramaya hakkı yoktur. Böyle bir ilişkinin parçalanıp dağılabileceğini biliyoruz. Ne yazık ki her zaman bunun önüne geçmek elimizde değildir; ama bunu önlemenin en kolay yolu sevgi ve evliliği, insanlığın önümüze çıkardığı ve bizden çözmemizi beklediği bir ödev olarak görmektir. Bunu böyle bilirsek, ödevi yerine getirmek için her çareye başvururuz. Her iki tarafın bütün güçlerini seferber etmemesi genel olarak evliliğin dağılmasına yol açar; bütün güçleriyle evliliğe sahip çıkmayan eşler hep birbirlerinden bir şey bekleyecektir. Bu şekilde davrandıkları için de çözmeleri gereken ödevin üstesinden gelemeyecekleri açıktır. Öte yandan, evliliğe, yaşanan bir olayın sonucu gözüyle bakmak da yanlıştır. İki insanın birbirleriyle ilişkilerinde saklı yatan olanaklar ancak evlenmeleri durumunda açığa vurur kendini; iki insan ancak evlilik sırasında yaşamın gerçek ödevleriyle yüz yüze gelir, ancak o zaman insanlığın mutluluğuna yaratıcı bir etkinlikle katkıda bulunma fırsatını ele geçirir. Evliliğin bir son, kesin bir amaç, düğünün ise bir “mutlu son” olduğu görüşünün uygarlığımızda gereğinden fazla vurgulandığına tanık olmaktayız. Örneğin bunu bir erkekle kadının evlenmesiyle son bulan binlerce romanda görürüz, oysa söz konusu iki insan gerçekte ortak yaşamlarının başında bulunmaktadır. Durum çoğu zaman öyle anlatılır ki sanki evliliğin kendisi bütün sorunları memnunluk verecek şekilde çözüp çıkarmıştır aradan. Bir diğer önemli nokta da sevginin tek başına her şeyi yerli yerine oturtamayacağıdır. Sevginin binbir türü vardır; evlilik ödevlerinin üstesinden gelebilmenin en iyi yolu bir mesleğe, paylaşma duygusuna ve toplumsal bilince sahip olmaktır.
Sevgi ve evlilik ilişkisi asla doğaüstü nitelik taşımaz. Her insanın evliliğe karşı tutumu, kendi yaşam üslubunun bir dışavurumudur; ancak insanı tümüyle anladığımız zamandır ki bu dışavurumu da anlayabiliriz. İnsanın tüm eğilim ve amaçlarına uygun düşer bu dışavurum. Dolayısıyla, pek çok insanın evlilik yaşamında sürekli olarak birtakım kolaylıklar ve kaçış yolları aramalarının nedenini saptamamız zor değildir. Hangi insanların evlilikte böyle bir tutum sergilediğini kesinlikle söyleyebiliriz; çocukluktaki şımarıklıklarını ileride de sürdürmek isteyen kimselerdir bunlar. Yaşam üslupları ilk dört ya da beş yaşlarında belli bir şekil kazanan bu büyümüş şımarık çocuklar, toplum yaşamımız için pek tehlikeli bir tip oluşturlar. Dünyaya ilişkin görüşlerini, “Dilediğim her şeye sahip olabilir miyim?” şeklinde özetleyebiliriz. Diledikleri her şeye sahip olamadıklarında yaşamı anlamsız bulurlar. Karamsarlığa kapılır, içlerine bir “ölme arzusu” girip yuvalanır. Kendilerini hasta ve nevrozlu bir hale sokar, hatalı yaşam üsluplarından bir felsefe oluşturmaya çalışırlar. Hatalı isteklerinin son derece önemli ve eşsiz bir değer taşıdığı duygusunu içlerinde yaşatırlar. Evrenin kendilerine karşı haince tutumu nedeniyle içgüdü ve duygularını baskılamak zorunda kaldıklarına inanırlar. Böyle bir davranışa daha önceden hazırlanmışlardır. Bir zaman rahat bir yaşam sürmüş, istedikleri her şey buyur edilip kendilerine verilmiştir. Belki içlerinden bazısı, yeterince uzun bir süre bağırdıkları, yeterince seslerini yükselterek istekte bulundukları ve başkalarıyla işbirliğine yanaşmadıkları zaman yine eskisi gibi bütün dileklerinin yerine getirileceğine inanır. Yaşamın tümünü kendilerine asla dert etmez, yalnızca kişisel sorunlarıyla ilgilenirler. Bu yüzden de insanlığın yararına hiçbir şey yapmak istemez, kendi rahatlarını sağlamaya, ellerindeki hiçbir şeyi elden çıkarmamaya çalışırlar. Dolayısıyla bir deneme gözüyle bakarlar evliliğe, bazı çekincelerle evlilik yaşamına adım atarlar; arkadaşlık evliliklerinin ve kolay boşanmaların peşindedirler. Daha evliliğin başında karşı taraftan özgürlük ister, sadakatsizlikte bulunma hakkını ele geçirmeye çalışırlar. Ne var ki bir insan bir diğerinden gerçekten hoşlanıyorsa, bu ilişkinin zorunlu kıldığı özelliklere sahip olması gerekir; eşine sadakatten ayrılmamalı, eşi için iyi bir dost, sorumluluk bilincine sahip ve güvenilecek biri olması gerekir. Kanımca böyle bir sevgi ya da evlilik yaşamı kurmanın üstesinden gelemeyen bir kişi, yaşamının en azından bu noktasında sağlıklı bir seyir izlemediğini itiraf etmelidir.
Çocukların esenliğinin sağlanması da evlilik yaşamında çözümlenmesi gereken ödevlerden biridir. Evlilik benim savunduğum temel ilkelerden bir tanesine bile yan çizilerek kurulmuşsa, çocukların eğitimi büyük güçlükler doğuracaktır. Anne ve baba birbiriyle kavga edip durur, evliliğe bir oyun gözüyle bakar, karşılaştıkları sorunların çözülemeyeceğine, aralarındaki ilişkinin başarılı şekilde sürdürülemeyeceğine inanırlarsa, çocukların toplumsallık yeteneğiyle donatılmış kişiler gibi eğitilmesi için ortadaki koşullar hiç de elverişli sayılamaz.
Belki bazı insanların bir arada yaşamalarını gerektiren kimi nedenler vardır, belki tek başına yaşamalarının kendileri için daha iyi olacağı durumlar bulunmaktadır. Kim ortada böyle bir durumun doğruluğuna karar verecektir? Kendileri de evliliğin bir ödev sayılacağını bilmeyen, yalnız kendilerini düşünen insanlara mı bu iş havale edilecektir? Bu kişiler boşanmaya da evlilik gibi bakacaklardır: “Kendime bu boşanmadan ne çıkar sağlayabilirim? Bunlar besbelli bir karar verme gücüne gerçekten sahip kişiler değillerdir. Sıklıkla tanık olduğumuz gibi, bazı insanlar sürekli boşanmakta, sürekli yeniden evlenmekte ama her seferinde aynı hatayı işlemektedir. Böyle olunca kim verecektir kararı? Evlilik sorunlarında evli bir çiftin boşanmasının gerekip gerekmediğine bir psikoterapistin karar vermesi gerektiğini düşünebiliriz belki. Amerika’da durum nasıldır bilmiyorum; ama benim gördüğüm kadarıyla Avrupa’da psikoterapistler vakaların çoğunluğunda evli çiftin kişisel mutluluklarını verecekleri kararda baz alırlar, danışmanlıkta bulundukları çiftlere, kendilerine bir sevgili ya da bir âşık bulmalarını tavsiye ederler ve söz konusu vakaların çözüme kavuşturulması için bunun en iyi yol olduğu görüşünü savunurlar. Ama zamanla onların söz konusu düşüncelerini değiştirip bu tür tavsiyelere başvurmaktan vazgeçeceklerinden eminim. Söz konusu çözüm önerisinde bulunabilmelerinin nedeni, sorunu tüm yönleriyle açık seçik görememeleri, yeryüzündeki yaşamımızın öbür ödevleriyle evlilik arasındaki ilişkiyi kavrayamamalarıdır. Özellikle bu ilişkiyi göz önünde tutmalarını kendilerine salık vermek isterim.
İnsanların evliliğe kişisel sorunlarının çözümü gözüyle bakmalarında da yine benzeri bir hata söz konusudur. Bu noktada da Amerika’daki duruma ilişkin olarak yine bir şey söyleyemeyeceğim; ama Avrupa’daki psikoterapistlerin nevroz belirtileri gösteren oğlan ve kızlara, kendilerine bir sevgili bulmalarını sıklıkla tavsiye ettiklerini bilmekteyim. Genel olarak erişkinlere de aynı şeyi tavsiye etmekte, karşı cinsten olanlarla cinsel ilişki kurmalarını söylemektedirler. Bu da sevgi ve evliliği her derde deva bir ilaç yapma anlamına gelmekte, söz konusu tavsiyeye uyan hastalar sonunda kesinlikle hüsrana uğramaktadır. Sevgi ve evlilik sorununun sağlıklı şekilde çözümü, bütün kişiliğin ortaya koyacağı en yüce eserdir. Hiçbir sorun yoktur ki mutlulukla, anlamlı ve verimli bir yaşamla evlilik kadar sıkı şekilde iç içe girmiş olmasın. Sorunu çocuk oyuncağıymış gibi ele almamız, sevgi ve evliliğe suçluluğu, alkolizmi ve nevrozu tedavi edecek bir ilaç gözüyle bakmamız olanaksızdır. Bir nevrozlu ancak tedavi gördükten sonra sevgi ve evlilik için elverişli bir konuma gelir; sevgi ve evliliğe gerektiği gibi yaklaşım yeteneğine sahip olmadan bu işe kalkışmakla, yeni tehlikelerin içine sürüklenecek, yeni bir felaketle karşı karşıya kalıp kendini kurtaramayacaktır. Sevgi, fazlasıyla yüce bir ödevdir; ödevin çözümü bizden o kadar büyük bir güçle ve yaratıcılıkla işe sarılmamızı ister ki söz konusu kişilerin üzerine böyle ek bir yük yüklememiz doğru sayılamaz.
Bir evliliğin kurulmasında gözetilebilecek daha başka uygun olmayan amaçlar da vardır. Bazı insanlar ekonomik bakımdan durumlarını güvence altına almak için evlenir. Acıdıkları için ya da kendilerine hizmet edecek birini gereksindikleri için evlenenler vardır. Gerçek evlilikte böylesi soytarılıklara yer yoktur. Hatta ben kendi sorunlarını daha da büyütmek için evlenen kimseler biliyorum. Diyelim ki genç biri gireceği bir sınav ya da ileride çalışacağı meslek konusunda sıkıntı içindedir, çok büyük bir olasılıkla istenen başarıyı elde edemeyeceğini düşünür, başarısızlığa uğradığı zaman bunu bağışlatacak bir neden ele geçirmek ister, bunun için de bir evliliğin ek yükünü sırtlanır.
Kanımca ödevi küçümsememeli ya da hafife almamalı, onu tutup daha yüksek bir düzeye çıkarmalıdır. Evliliği kolaylaştırmaya yönelik olarak yapıldığını işittiğim bütün önerilerin zararını sonunda kadınlar çekmektedir. Uygarlığımızda zaten erkeklerin kadınlardan daha rahat bir yaşam sürdüğüne kuşku yoktur. Bu da bizim düşünce ve yaşam biçimimizdeki bir hatadan başka şey değildir. Bu hata kişisel bir başkaldırıyla giderilemez. Özellikle evlilikte kişisel bir başkaldırı, karşı tarafın toplumsal ilişkisini ve sevecenliğini baltalamaktan başka işe yaramayacaktır. Uygarlığımızın bu konudaki tutumunun tümüyle gözden geçirilmesi ve en ince ayrıntılarına kadar yeniden üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Kadın öğrencilerimden biri olan Detroit’teki Profesör Rasey’in yaptığı bir anketin sonucuna göre, kızlardan %42’si oğlan olarak dünyaya gelmelerinin kendilerini daha çok memnun edeceğini belirtmiş, böylelikle cinsiyetlerinin kendilerini düş kırıklığına uğrattığını açığa vurmuşlardır. İnsanlığın yarısı düş kırıklığı ve yılgınlık içinde yaşar, konumlarından memnunluk duymaz da öbür yarının daha büyük bir özgürlüğe sahip olmasına başkaldırırsa, sevgi ve evlilik sorunları nasıl kolay çözümlenebilir? Kadınlar kendilerine hep küçümsemeyle davranılmasını bekleyerek, erkekler için cinsel objelerden başka bir şey olmadıklarına ya da erkeklerin sadakatsizliğinin ve çok kadınla düşüp kalkmalarının doğal karşılanması gerektiğine inandıkları sürece, söz konusu sorunları çözümlemek kolay olabilir mi?
Şimdiye kadar söylediklerimizden basit, akla yakın ve yararlı bir sonuç çıkarmak istesek diyebiliriz ki insanlar doğuştan ne birden çok kadınla düşüp kalkmaya ne de tek evliliğe eğilim gösterir. Bizim başkalarıyla birlikte bu gezegen üzerinde yaşamamız, kadın ve erkek diye iki cinsiyete ayrılmamız, ayrıca koşulların önümüze çıkardığı üç yaşamsal sorunu memnunluk verecek şekilde çözmek zorunda olmamız, insanın sevgi ve evlilikteki en zengin ve en yüce gelişiminin en çok tek eşlilikle sağlanabileceğini anlamamızı kolaylaştırmaktadır.
Alfred Adler
Yaşamın Anlam ve Amacı
Almancadan Çeviren: Kâmuran Şipal, Say Yayınları