AMİN MAALOUF: HER İNSANIN İÇİNDE IŞIK VE BUNUNLA SAVAŞAN BİR KARANLIK VARDIR

Her türlü hoşgörünün, anlayışlı davranışın, sevecenliğin kuşku ile karşılandığı, her soylu hareketin kibir olarak aşağılanmak istendiği bir anlayıştı topluluğun anlayışı.

Bütün o Beyaz-Giysililer’in kendisini kaçırmaya geldikleri gün, Mani hiç kuşkusuz debelenmiştir. Onu üç kere suya daldırıp giysilerini parçaladıklarında da, hiç kuşkusuz çığlıklar atmıştır. Ancak küçük de olsa, kurallara uyması, beyaz giysi giymesi, oradaki yiyecekleri yemesi, onlar gibi davranması, ibadetlerini taklit etmesi gerekiyordu.
Annesini bir daha görmeyecekti. Yıllar boyu, ondan söz edildiğini bile duymayacaktı. Babasının kendisiyle birlikte yaşadığı söylenebilir miydi? Bir aradaydılar, hurma bahçesindeki bütün “biraderlerin” bir arada oluşları gibi, ama Mani hiç kimsenin oğlu değildi, o yalnızca topluluğun oğlu idi. Yalnızca Sittay’a “baba” diyebilirdi, yalnızca Sittay’ın sözünü dinlerdi, Pattig’in ona “baba” dediği ve sözünü dinlediği gibi.

Söz dinlemek, eğilmek, diz çökmek, çocuk başka türlüsünü yapamazdı. Gene de, daha hapsedildiğinin ilk gününden itibaren içinde bir şey isyan etti. Ruhunun bir parçacığının karşı koyması gibi…

Sofuların tekdüze dünyasında, yalnızlıktan başka sığınak var mıdır? Mani pek çabuk, yalnızlığa hükmetmeyi, onu geliştirmeyi, herkese karşı yalnızlığını savunmayı öğrendi. Topluluktan uzak, kendisine bir soluklanma alanı yarattı. Hiçbir büyüğün giremeyeceği bir çocuk cenneti! Fırsat buldukça buraya sığınıyordu. Burası, Dicle’nin kıvrılarak geçtiği, ayakta ya da yan yatmış palmiyelerden bir çitin ardındaydı. Palmiyelerin üzerinden atlamak göze alındığında, gölgelik bir yere varılıyordu.

Ama buradaki gölge, ışığı kovmaz, aksine emer, süzer, imbikten geçirir ve ondan yararlanmasını bilenlere yansıtırdı. İşte Mani, burada oturur, burada uzanır, ağlar, sevinir, ya da düş kurardı. Genellikle kendi başına yüksek sesle konuşurdu. Kendini ele verme korkusu duymadan…

Ne var ki, bunlar ender anlardı. Hurma bahçesinde asla boş vakit bulunmazdı, iki dua ile iki angarya arasında yaşanırdı orada. Mani durmadan, Beyaz-Giysililer’in ruhsuz kalabalığına katılmak için sığınağından ayrılmak zorunda kalırdı.

Birbirlerini “birader” diye çağıran bu adamlardan hiçbiri dostu olmamıştı. Çocuğun korkuyla açılmış gözlerinde, sekiz yıl boyunca bunlar, iç karartıcı giysiler giymiş sert sözlü gardiyanlar olmuşlardı. Mani, Sittay’ın büyüklü küçüklü cezalarını tatmış olduğu gibi onlar için ibadet ediyordu: Zorunlu oruçlar, kamçılanmalar, ağır fıçıların taşınması, bitmez tükenmez pişmanlık duaları.

Bazen ceza, pek görülmedik türden bir ceza olurdu. O zaman, “biraderler”in gülmesine ya da gülümsemesine yol açardı: Tıpkı küfür ettiği için, yaşlı Simeon’u bir palmiye ağacının tepesine çıkartıp, Sittay söyleyene kadar oradan indirmemek gibi! Ama bu mizahi cezanın en büyük kurbanı Tyr’li Malchos oldu. “Birader”lerin en göbeklisi ve Mani’den sonra en genciydi. Topluluğa Mani’den sonra gelmişti. Görünürde zengin bir tacir olan babası, üç yıl önce hurma bahçesine aniden gelmişti ama aslında neden geldiği bilinmekteydi. O zamanki söylentilere göre, parasını batırmış, ailesini ve malını mülkünü yitirmiş ve alacaklıları peşine düştüğünden saklanmak ve kendini unutturmak için buraya sığınmıştı. Birkaç ay sonra da boğularak ölmüştü, yaşama zevkini kaybetmiş olmalıydı. Malchos, tıpkı Mani gibi, artık hiç kimsenin oğlu değildi. Aradaki fark, Mani’nin Mardinu’yu çok küçükken terk etmiş ve Mariam ile Utakim arasındaki mutlu çocukluk günlerini belleğinin bir yanına yerleştirdiğinden bu yana aradan çok zaman geçmiş olmasıydı. En güzel kokuların, en güzel lezzetlerin anısı, en değerli varlık tarafından teslim edilmişliğin, bırakılmışlığın, terk edilmişliğin en azından iyi korunmamışlığın giderilmez acısına gömülmüştü. O günden beri var olan tek şey, bu insanı saran günlük kara alınyazısı, hurma bahçesinden gökyüzüne yükselen ve üstünde hiçbir şeyin yeşermeye cesaret edemediği kalın duvardı.

Oysa Malchos, daha geniş bir dünyada, özlemini çektiği ve alışkanlıklarını sürdürdüğü bir çocukluk yaşamıştı. Bunu anlamak için Malchos’un gülüşünü duymak yeterliydi. Beyaz-Giysililer’de gülme, boğazın temizlenmesiyle başlar, hıçkırığımsı bir sırıtışa dönüşür, onur kırıcı bir sözle son bulur. Malchos’un gülmesi böyle değildi. Işıldar, gürler, kabarırdı. Kimse karşılık vermezse, kendi soluğu ile güçlenir ve tam bastırıldığı sanılan anda, özellikle toplu ibadet anlarında, doruk noktasına çıkardı. Genç Tyr’linin bu farklı davranışları, bu farklı davranışlarından ötürü aldığı cezalar, kaçtığı zaman aldıklarından daha hafif olamazdı. Birkaç saat için kaçsa bile, Sittay onu, yasak yiyecekler yemekle suçlardı. Pek de haksız olmasa gerekti. Malchos’un tüm o avurdu çökmüşler yanında göbekli ve şiş yanaklı hali, ötekilerin yaptığı perhize onun pek uymadığını gösteriyordu.

Tıpkı o ikinci yemek saatinde, alacakaranlıkta, bütün “biraderler”in yemekhanede buluştukları ve üç uzun paralel masanın çevresini doldurdukları, Sittay’ın ortadaki masanın başında, Malchos’un da öteki ucunda durduğu gün olduğu gibi.

Önce dua ile başlamışlardı. Bunun, gelişigüzel bir mırıldanma olduğunu sanmak, hurma bahçesindeki âdetleri bilmemek demektir. Sittay, her zamanki Şükür Duası’nı ettikten sonra, bitmez tükenmez bir vaaza girişti. Biraderlerin hepsi ayaktaydı, başları eğik, yemeğe saldırmak için vaazın bitmesini bekliyorlardı. Ama efendileri hiç acele etmiyordu. Açlık bir düşmandır diyordu, erdemli insan, onu tatmin edecek yerde, tenin isteklerini bastırdığı gibi onu da bastırabilmelidir. İştahların kabardığı saatte en sevdiği konu buydu: Beden bir katırdır, binicisi akıldır derdi; hayvanı doyurmak için ara sıra durmak gerekir ama, durulacak yeri, zamanı seçmek hayvana ait değildir, hayvanın isteklerine uyan biniciye lanet olsun!
Beyaz-Giysililer’in sofraları kıt kanaat, zeytin, salatalık, badem, şalgam, birkaç meyve, ekmek ve sudan ibaret olurdu. Gene de altmış çift göz, bu mütevazı sofraya takılmıştı. Son öğünleri, sabah duasından sonra olmuştu ve ardından, tarlalarda yorucu bir gün geçirmişlerdi. Gene de sabırlı olmak, tefekküre dalmak, nefsini köreltmek gerekliydi, çünkü açlıklarına, açlık duygusunu duymak gibi bir utanç ekleniyor ve her lokma için önceden pişmanlık çekmek gerekiyordu.

Malchos daha fazla dayanamamıştı, en yakındaki sepete elini uzattı, ama öne eğik kafaları ve gözleri kontrol etmeyi de unutmadı. Sarı, taze, sulu bir hurmayı alıp, yeni baştan sofuca bir ifade takınmadan, ağzına atıverdi.

Yavaşça, ses çıkartmadan, çenesi her çiğneyişinde göğsüne değecek kadar boynu içeri çekik olarak birkaç saniye bekledi. Meyvenin suyu, dişlerini usulca geçirdiğinde, diline geldi, ağzına doldu ve zevkle boğazından içeri aktı.

“Baba” söylevini bitirdiğinde ve “biraderler”, engelleyemedikleri bir hızla yiyeceklere atıldıklarında, Malchos hurmanın tadını çıkarmaya devam ediyordu. Çevresi gürültüye boğulunca kendini koyverdi ve gizlenmek gereğini duymadan çiğnemeye devam etti, ancak diğerlerinden bir saniye sonra yerine oturduğunda suçlayıcı gözler ona dikilmişti. Bunlar, Sittay’ın öz yeğeni Gara’nın gözleriydi. Malchos ona sevimli sevimli gülümsedi ama görevinden başka hiçbir şeye bağlı olmayan adam, yanındakinin kulağına eğildi ve suçu haber verdi; çocuğa aynı bakışı fırlatan öteki de olayı kendi yanındakine aktardı ve masanın başından sonuna bir jurnalcilik zinciri oluştu.

Sıra Pattig’e geldi, ihbarı ciddiyetle dinledi, çocuğun affedilmez suçunu, kaşlarını çatarak kınadı, ama yanındakinin kulağına eğileceği sırada duraksar gibi oldu. Pattig, Parth soylularının törelerine göre yetiştirilmişti, nasıl olurdu da jurnalciliğin en bayağısını yapardı? Gene de, Sittay, kökenini çok eleştirdiği, gururlu çıkışlarını, bazı işlere gösterdiği ilgisizliği yüzüne vurduğu için, başkalarından farklı davranmamaya özen gösteriyordu. Her türlü hoşgörünün, anlayışlı davranışın, sevecenliğin kuşku ile karşılandığı, her soylu hareketin kibir olarak aşağılanmak istendiği bir anlayıştı topluluğun anlayışı.

Yeryüzünün en iyi nedenleri uğruna en kötü yollardan giden, hiç düzelmeyecek olan Pattig! Sittay’ın karşısında herkesten çok titrer, diz çöker, dövünür, aşağılanırdı; oysa güzel bir hayat sürmek için, oğlunu elinden tuttuğu gibi bu hurma bahçesinden çıkıp gitmesi yeterliydi. Ama bunu düşünmüyordu bile. Sekiz yıl boyunca Mani’ye aralarındaki kan bağını açıklamaktan korkmuş, uzaktan, oğlanın sinirine dokunan garip işaretlerde bulunmakla yetinmişti. Oysa Pattig alçak biri değildi, ya da öyleyse bu tuhaf bir alçaklıktı: Hayatını vermeye hazır ama ruhunu vermeye değil! Bütün aşağılıklarının özünde işte bu dinsel ödleklik vardı.

Malchos’un aşırdığı hurma olayı Sittay’a ulaştığında, Sittay ciddi, canı sıkkın, resmî bir biçimde ayağa kalktı.
— Aramızdan hangimiz yemeği, pislikle yemek ister?
Yeryüzünün pisliğinden arınmak için bu kutsanmış beldeye gelmedik mi? Ama aramızdan tek bir kişi günaha girerse, yeryüzünün pislikleri bedenine ve ruhuna egemen olursa, hepimiz kirlenmiş olacağımızdan, bütün çabamız, bütün sungularımız bir işe yaramayacaktır.
Ardından sıra cezaya geldi:
— Malchos! Eline bir tas alıp biraderlerin önünden geçeceksin, her biri, yediği hurmanın çekirdeğini tasa atacak. Tek yiyeceğin, bu çekirdekler olacak. Sonra gelip tasın boşaldığını göstereceksin. Seni günaha iten hurma olduğuna göre, tatlı tadının ötesindeki sert, kemiksi, kaskatı yönünü görmüş olacaksın.
Cezanın ardından alaylı bir uğultu yükseldi ama çabuk susturuldu. Ağız tadının yasaklarına kafa yoran bu toplulukta, yemek yerken sıkı bir töreye uyulurdu. Burası, Nabu’nun, Dionysos’un ya da Mithra’nın, yeryüzünün tüm lezzetlerini şamatayla tattıkları yerlerden uzaktı. Yemekhane, her zevkin – günah olduğu için- yasaklanıp yerini yokluğa terk ettiği kasvetli bir yerdi. Biraderlerden biri, bir kutsal kitap okurken, diğerleri, yüksek sıralarda oturdukları için boyunlarını sofraya bir kuğu gibi eğiyor ve baş parmakları ile işaret parmakları arasında tuttukları her lokmayı ağızlarına atmadan önce:
“Mârâme barekh!”, “Tanrım, kutsa!” diyorlardı.
Malchos, mırıltılar arasından geçti ve çanağına, biraderlerden her biri tek bir söz söylemeden, ama kınadıkları yüzlerinden okunacak bir eda ile hurma çekirdeğini “ihsan etti”.

Bu erdemli kişilerden biri, koyduğu çekirdeğin fazla ufak olmasının telaşıyla hemen bir ikincisini ekleyiverdi ve infaz savcılığı görevini yerine getirmenin mutluluğunu duydu.
Farklı davranan sadece Mani oldu. Kendi çekirdeğini koyarken elini çanağa daldırdı, bir avuç çekirdeği alıp usulca cebine soktu ve teselli eder gibi gülümsedi. Malchos duyduğu minneti belirtmemeye çalışarak yerine geçmiş, münasebetsiz yemeğini yemeye koyulmuştu. Ancak, toplulukta bir dostu olduğunu bilmesi yüreğini ferahlatmıştı. Artık çekirdekler gözünde, hurmanın tadına ve kokusuna bürünmüş çıtır çıtır şeylerdi. Biraderlerin bir kısmı, Malchos’un rahat, ders almamış, hatta keyifli halini görünce, içinde şeytan olduğuna iyice hükmetti.

O günden sonra Malchos, genç velinimetine, minnetten öte bir tapınma duygusuyla bağlandı. Onu her yerde izleyeceğine, herkese karşı koruyacağına, onun yerine bin türlü cezayı çekeceğine, bitmez tükenmez oruçları tutacağına kendi kendine söz verdi. Gizlenen birkaç hurma çekirdeği için, belli belirsiz bir suç ortaklığı için, hayatta en değerli şeylerini Mani ile paylaşmaya hazırdı.

Olayın ertesi günü, topluluk Kutsal Ev’de sabah duası için toplanmış, Malchos ise heyecanla yetişmeye çalışmaktaydı. Bir kez daha, bitmez tükenmez duayı, kekeleye kekeleye okuyacağını biliyordu ama varsın okusundu, bugün arkadaşı orada olacaktı ve buz gibi salonda, aynı duayı edecekler, aynı hareketieri yapacaklardı.
Çıkışta yan yana yürüdükleri için Tyr’li diğer biraderlerden uzaklaşır uzaklaşmaz ciddi ciddi sordu:
— Sana sırrımı açacak olursam, bana ihanet etmeyeceğine söz verir misin?
Mani’nin canı sıkıldı. Malchos’un bir arkadaş aradığını kolayca anlamış olsa da, kendisi o havada değildi.
Beyaz-Giysililer arasında geçirdiği bunca yıl boyunca kendisine bir yalnızlık âlemi kurmuştu, kendisini bir tulum gibi saran o her şeyden daha değerli bir yalnızlık!
Onu paylaşmak, onu yitirmek olurdu. Her firsatta sığınağına gitmeye bakıyordu, tek başına, kendinden başka hiç kimse olmaksızın! Kulaklarını ne diye bir insan vızıltısı ile doldursundu? Sittay’ın ve öteki “biraderlerin”, “vur abalıya” yaptıkları çocuğu kırmamak için gülümsedi. Ama cevap vereceği yerde adımlarını sıklaştırdı. Oysa Tyr’li, ona askıntı olmuş peşini bırakmıyordu. Önünden, ardından dolanıp duruyordu:
— Beni ihbar etmeyeceğine söz ver.
Bu kez Mani omuzlarını silkti, umursamaz bir biçimde:
— Seni ihbar etmek mi? Şimdiye kadar kimseyi ihbar ettim mi? diye sordu. Tatmin olmuş görünen Malchos, söze başlamadan derin bir nefes aldı ve hızla, tek bir söz edercesine;
— Bir kadın tanıyorum, dedi.
Sonra ağzı bir karış açık arkadaşından gelecek soru yağmurunu beklemeye başladı. Ama hiç! Mani’de ne bir şaşkınlık sıçrayışı, ne de bir söz! Malchos kızacak, küsecek miydi? Tam tersi. Arkadaşının soğukkanlılığını şaşkınlığın doruk noktası olarak yorumladı. Hayretten, hayranlıktan afallamış olduğunu sandı. Devam etti:
— Bu uğursuz hurmalıkta daha fazla kalacak değilim. On beş yaşıma basar basmaz gideceğim. Kız da benimle gelecek. Gidip Ktesiphon’da yaşayacağız. Tyr’li ya da Parth’lı tüccarların yanında satıcılık yaparım. Mısır’a, Hindistan’a, Ermenistan’a giden kervanlara eşlik ederim. Onun, bir Yunan heykeli kadar güzel, altın ve mücevherlerle işlemeli uzun elbisesi ve yanında beyaz ve zenci on iki kölesi ile Ktesiphon’daki sarayının merdivenlerinden indiğini şimdiden görür gibiyim.
Sessizliğini bozan Mani, bir an için arkadaşının oyununa katıldı, sadece işin içine biraz kuşku katmış olmak için sordu:
— Ktesiphon’daki tüccarlardan birinin yanında satıcılık yaparken, nasıl oldu da bir saray yaptırabildin?
— Uzun süre satıcı olarak kalacak değilim ki… Antakya’da, Palmyra’da, Petra’da, Deb’de, Bengazi’deki acentelerle kendi işimi çabuk kurarım. O zaman kendime hem Ktesiphon’da, hem de Tyr’de bir saray yaptırırım. İstersem bir de üçüncüsünü Med Dağları’na oturtur ve hanımımı, sıcaklardan ya da salgın hastalıklardan her kaçmak istediğinde, oraya gönderirim.
Gün geçmiyordu ki Malchos, “hanım”dan en hoş ve aynı zamanda en abartılı biçimde söz etmesin! Mani onun hakkında, adı ve yaşı hakkında soru sormasa bile, artık aynı ilgisizliği göstermiyor, Malchos’u dikkatle dinliyor, heyecanlarını paylaşıyordu. Tyr’li gevezelikleri sırasında hayal dünyasında gezmeye çıktığında onunla birlikte gezmeye çıkıyordu. Mani’nin de “hanım”ı düşündüğü oluyordu, yalnız kaldığında neye benzediğini ve Malchos’un onu hangi ağacın altında tanıdığını merak ediyordu.
Her ikisi de, topluluktaki öteki biraderler gibi, ürünlerini satmak üzere komşu köye giderlerdi. Çoğu asma-kabağına benzeyen, zembilli, sepedi kadınları görebilecekleri tek yer burasıydı. Onlar da Beyaz-Giysililer’e, bu erkek olmayan erkeklere, her yıl bereketli topraklarından kazandıkları altınlardan, kadınları ve çocukları yararlandırmayan bu avurdu çökmüş cılızlara, en pis ahlaksızlıkları, en açıklanmayacak işleri yaptıkları söylenen bu istenmeyen ve herkesten kaçan güruha, küçümseyen bakışlar fırlatırlardı.
Aslında bazıları, Mani’yi malının önünde çömelmiş, yalnız ve zavallı bir halde gördüklerinde ona acırlar, alnına dokunarak “oğlum” der sonra onun kalan muşmulalarını son bakır pashizleri ile satın alırlardı. “Oğul” dalgın görünmeye çalışır, ama onların sevecenlikleri karşısında içi ısınır, ona gülümseyen çekik gözleri bir süre alıkoymak isterdi. Bazen bu kadınların yanında daha gençleri olurdu. On iki-on üç yaşlarında, yüzleri boyalı, yapmacıklı yürüyüşlü, hem itaatkâr hem isyancı, çocukluktan çıkmakta olan, yazgıları yazılmış, ertesi yıl gebe ve hantal olacak, daha ertesi yıl da annelerinden ayırt edilmeyecek olan kızlardı. Sittay, “biraderler”i özellikle bunlara karşı uyarırdı: “Ellerine dokunarak hiçbir şey almayınız, oturmuş olabilecekleri yerlere oturmayınız ve özellikle onları seyretmeye kalkışmayınız. Sadece bir hasat mevsimi süresince güzeldirler, toplandıklarında solarlar.”
Malchos’un “hanım”ı bunlardan biri miydi?
Bir gün, iki delikanlı, köyün sınırında, bir angaryadan dönerlerken, Mani’nin kulağını bir taş sıyırarak geçti. Mani sıçradı ama bağıran Malchos oldu, yumurta büyüklüğünde bir taş alarak, elini kalkan gibi tutarak tetikte bekledi:
— Erkeksen ortaya çık!
Yanıt yerine bir çocuk ıslığı duyuldu. Bir şeftali ağacının arasından sallanan küçük bir el görüldü, içi rahatlayan Malchos, taşı omuzunun gerisinden fırlattı ve bir küfür savurdu. Mani hayretle sordu:
— Kim olduğunu biliyor musun?
Başka yerde olmayı yeğlediği belli olan Malchos:
— Belki, dedi.
— Kim?
— Bir kız.
Kız karşılarına çıktığında, Mani, dizlerinde çürük izleri olduğunu, örgülü saçlarını bir başlığın altına topladığını ve mücevher olarak da kiraz saplarından bir kolye taktığını gördü. Çakıl taşlarını atmadığı öteki elinde bir şeftali vardı; topluluğun bağından yeni aşırdığı ve bütün dişlerini daldırdığı bir şeftali. Çenesini silmek için, gömleğinin ucunu kaldırdı. Küçücük bir kızdı.
— Umarım yaralanmadın! dedi.
Malchos seslendi:
— Kan akmadı ama gözümü çıkartabilirdin.
— Adın ne? diye sordu kız.
— Mani! diye atıldı Malchos.
— Sözünü ettiğin ayrılmaz arkadaşın mı?
Bunu söylerken Mani’ye yaklaşmış, inceliyordu.
— Çok okuduğunu, yazısının güzel olduğunu, üç kaşlı ve topal olduğunu söylemiştin. Dilsiz olduğunu söylemeyi unutmuşsun.
Mani ciddiyetle yürümeye devam etti. Malchos seslendi, kız arkasından koştu:
— Adım Kloe. Malchos ile sık sık oynarız. Sen de gelebilirsin.
Mani yoluna devam etti, Kloe omuz silkti. Malchos bir süre arkada kaldı sonra arkadaşına yetişmek için koştu.
— Bacağın hakkında ona bir şey söylememeliydim. Özür dilerim. Senden o kadar çok söz ettim ki, seni geçerken görürse, tanımasını istedim.
— Bunun için özür dilemene gerek yok, sakatlığımı gizlemeyi hiç düşünmedim.
Mani, kızgın olmaktan çok eğlenmiş görünüyordu.
Sonunda konuştu:
— Demek onca sözünü ettiğin “hanım” bu! Bana bu denli iyi tanımlamış olman, geçerken benim de onu tanımam için olsa gerek! Demek Yunan heykeline benzeyen bu?
Malchos böbürlendi:
— Bu!
— Gerçi heykel var, heykelcik var…
Bunu söylerken alaylarını hafifletmiş olmak için Mani kolunu arkadaşının omuzuna attı. Tyr’li yüreklendi:
— Senden bazı şeyleri sakladığımı kabul ediyorum ama sana hiç yalan söylemedim. Şu erik ağacının üstünde çiçek açmış bir tomurcuk görüp “işte erik” desem, yalan mı söylemiş olurum? Hiç de değil, sadece gerçeği bir mevsim önce söylemiş olurum.

Amin Maalouf
Işık Bahçeleri
Fransızcadan Çeviren: Esin Talu Çelikkan, Telos Yayıncılık

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz