Eğer pezevenkler ve hırsızlar her zaman ve her yerde mahkûm olsalardı, masum insanlar tümüyle ve hep masum sanacaklardı kendilerini. (s.33)
Evet, bu dünyada savaş yapılabilir, aşk taklit edilebilir, hemcinsine işkence yapılabilir, gazetelerde boy gösterilebilir ya da yalnızca örgü örerken komşu çekiştirilebilir. Ama bazı hallerde, devam etmek, yalnızca devam etmek insanüstü bir şeydir. O ise insanüstü değildi, inanın bana. Can çekişmesini çığlığa döktü, ben de bu yüzden onu seviyorum, dostum, bilmeden öldü o.
Felaket şu ki, bizi yalnız bırakıp her ne olursa olsun, yoluna devam etti, hatta, onun bildiği şeyi biz de bilerek, ama yaptığını yapmaktan ve onun gibi ölmekten aciz kalarak boğuntu hücresinde pineklediğimiz zaman bile. Tabii, onun ölümünden biraz yararlanmaya kalkıştılar. Eninde sonunda, şunu söylemek dâhice bir işti: Tek de lekesiz değilsiniz, güzel, bu bir gerçek. Peki öyleyse, ayrıntısına girmeyelim işin! Haç üzerinde bir hamlede temizleyelim bu işi!’ Ama bir sürü insan yalnızca daha uzaktan göze çarpmak için şimdi haça tırmanıyor, hatta bunun için çok uzun zamandan beri orada bulunan kişiyi biraz çiğnemek gerekse bile. Bir sürü insan, hayırseverliği uygulama alanına koymak için cömertlikten vazgeçmeye karar vermiştir. Ey haksızlık, ona yapılmış olan ve benim yüreğimi sıkan haksızlık!
Bakın, yine kendimi kaptırdım, savunma yapmaya başlıyorum neredeyse. Bağışlayın, bunun için nedenlerim var, anlayın. Bakın, buradan birkaç sokak ötede Çatıdaki Tanrımız adını taşıyan bir müze var. Vaktiyle onlar, yeraltı mezarlarını çatı katlarına yerleştirmişlerdi. Ne olsun istersiniz, mahzenler burada sular altında kalmış durumda. Ama bugün, içiniz rahat etsin, onların
Tanrısı ne çatıda, ne mahzende artık. Onlar onu kalplerinin zindanında bir mahkeme üzerine tünetmişlerdir ve onun adına yargılamaktadırlar. O ise günahkâr kadına yumuşak bir sesle ‘Ben de mahkûm etmiyorum seni!’ diyordu; olsun, yine de mahkûm eder onlar, kimseyi bağışlamazlar. Tanrı adına, işte layığın bu senin. Tanrı mı? Bunu o kadar istemiyordu o, dostum. Sevilsin istiyordu yalnızca. Elbet onu seven kimseler vardır, Hıristiyanlar arasında bile. Ama sayılıdır onlar. O, bunu öngörmüştü zaten, mizah duygusu vardı onda. Petrus, bilirsiniz, korkak Petrus, inkâr eder onu: ‘Ben bu adamı tanımıyorum… Ne demek istediğini anlamıyorum senin… v.b.’ Gerçekten ileri gidiyordu! Ve o, bir sözcük oyunu yaptı: ‘Petrus’un üzerine kilisemi kuracağım.’
Alay daha ileri götürülemezdi, öyle değil mi sizce? Ama hayır, onlar hâlâ baskın çıkıyorlar! Görüyorsunuz, sorunu iyi biliyordu o. Sonra da, onları, ağızlarında bağışlama, yüreklerinde hüküm olmak üzere, yargılamaya ve mahkûm etmeye bırakarak ebediyen çekip gitti.
Çünkü artık acıma kalmadı denemez, hayır, vallahi, hiç durmadan bunu konuşuyoruz. Ne var ki, artık kimse aklanmaz oldu. Ölmüş masumluk konusunda yargıçlar bol bol konuşuyor, her türden yargıçlar, İsa’nın ve Deccal’in yargıçları ki, bunlar zaten, boğuntu hücresinde uzlaşmış aynı kişiler. Çünkü yalnız Hıristiyanlara yüklenmemek gerekir. Ötekiler de işin içinde.
Bilir misiniz, bu kentte Descartes’ı barındıran bir evin ne olduğunu? Tımarhane. Evet, genel sapıtma ve işkence bu. Tabii biz de kendimizi o tımarhaneye koymak
zorundayız. Fark etmişsinizdir ki, hiçbir şeyi kayırmıyorum, öte yandan biliyorum ki, siz de aynı şekilde düşünüyorsunuz. Böyle olunca, madem ki hepimiz yargıcız, o halde hepimiz birbirimize karşı suçluyuz, hepimiz kendi berbat tarzımıza göre İsa’yız, bir bir haça gerilmişiz, ama yine bilmeden. Hiç değilse biz öyle olurduk, eğer ben Clamence, çıkar yolu, tek çözümü, doğruyu bulmasaydım…
Yoo, kesiyorum burada, aziz dost, korkmayın! Zaten sizden ayrılıyorum artık, işte kapımın önüne geldik.
İnsan yalnızlıkta, yorgunluk da eklenince buna, kendini seve isteye peygamber yerine koyuyor. Ne de olsa, halim ortada benim, çürümüş taşlar, sisler ve sularla kaplı bir çöle sığınmış biri, basbayağı zamanlara özgü içi boş peygamber, sırtı bu yosun tutmuş kapıya yapışmış, parmağı alçak bir gökyüzüne doğru kalkmış, hiçbir yargıya tahammül edemeyen, yasasız insanlara ilenip duran, kafası alev ve alkolle dolu, Mesih’siz Ilya. Çünkü onlar
ona dayanamazlar azizim, bütün sorun da bu. Bir yasayı benimseyen kimse, kendisini inandığı bir düzene yeniden yerleştiren yargıdan korkmaz. Ama insan acılarının en büyüğü yasasız yargılanmaktır. Biz yine de bu
acı içindeyiz. Doğal dizginlerinden yoksun kalan yargıçlar, rastgele boşanarak lokmalarını çifter çifter yutarlar. O zaman onlardan daha hızlı gitmeye çalışmak gerekmez mi? İşte büyük telaş o zaman başlar. Peygamberler ve şifacılar, çoğalırlar, iyi bir yasayla ya da kusursuz bir örgütle hedefe varmak için acele ederler, yeryüzü ıssızlaşmadan önce. Çok şükür ki, ben hedefe vardım! Son ve başlangıcım ben, yasayı müjdeliyorum. Kısacası, cezaevi yargıcıyım.
Evet, evet, bu mesleğin ne olduğunu yarın söyleyeceğim size. Yarından sonra gidiyorsunuz, demek ki zamanımız dar. Dilerseniz gelin evime, zili üç kez çalarsınız. Paris’e mi döneceksiniz? Paris uzak, Paris güzel, unutmadım onu. Onun akşam üstlerini anımsıyorum, hemen hemen aynı dönemde. Akşam iner, kupkuru ve çatır çatır, dumandan mavileşmiş çatılara; kent için için homurdanır, nehir tersine akıyor gibidir. O zamanlar ben sokaklarda avare dolaşırdım. Şimdi onlar da dolaşıyor, biliyorum! Dolaşıyorlar, bıkkın kadına, asık suratlı eve doğru acele gider gibi görünerek… Ah! Dostum, büyük kentlerde avare dolaşan yalnız kişi nedir bilir misiniz?
Sizi yatakta karşıladığım için mahcubum. Bir şey değil, biraz ateşim var, ardıç rakısıyla gideriyorum onu. Bu nöbetlere alışığım ben. Sanırım, papa olduğum sırada kaptığım bir sıtma. Yoo, yarı şaka ediyorum. Ne düşündüğünüzü biliyorum; anlattığım şeyde doğru ile yanlışı ayırt etmek çok güç. İtiraf ederim ki haklısınız. Bense…
Bakın, çevremden birisi insanları üç kategoriye ayırırdı: Yalan söylemeye mecbur kalmaktansa hiçbir şey gizlememeyi yeğleyenler, hiçbir şey gizlememektense yalan söylemeyi yeğleyenler ve aynı zamanda hem yalanı, hem de gizi sevenler. Bana en uygun gelen kategoriyi siz seçin.
Her ne olursa olsun, ne önemi var bunun? Yalanlar gerçek yolunda buluşmaz mı sonunda? Ve benim hikâyelerimin hepsi, gerçek olsun, yalan olsun, aynı amaca yönelmez mi, aynı anlamı taşımaz mı? O zaman, onların gerçek ya da yalan olmalarının ne önemi var, eğer onlar, her iki halde de, vaktiyle ne idiğimi, şimdi ne olduğumu anlatıyorlarsa? Bazen bir şeyin içyüzü, yalan söyleye de doğru söyleyenden daha iyi belli eder kendini. Doğru, ışık gibi kör eder. Yalansa, tersine, her nesneyi değerlendiren güzel bir alacakaranlıktır. Hasılı, dilediğiniz anlamda alın bunu, ama ben bir esir kampına papa olarak atandım.
Oturun, rica ederim. Odaya bakıyorsunuz. Çıplak, ama temizdir. Mobilyasız, tenceresiz bir Vermeer. Kitap da yok burada; uzun zamandır okumaktan vazgeçtim. Eskiden evim yarı okunmuş kitaplarla doluydu.
Bir karaciğerin yarısını yiyip yarısını atan insanlar kadar iğrenç bir şey bu. Zaten ben artık itirafları seviyorum, itiraf yazarları da özellikle, itiraf etmemek için, bildikleri üzerine hiçbir şey söylememek için yazarlar.
İtiraflara geçme iddiasında bulundukları zamansa güvensizliğe düşme ânıdır, ceset boyanır. İnanın bana, bu işte ustayım ben. O zaman kestirip attım. Kitaplar kalmadı, faydasız nesneler de kalmadı, yalnız bir tabut gibi düz ve cilalı zorunlu şeyler kaldı geriye. Esasen o tertemiz örtülü, kaskatı Hollanda yataklarında insan, mumya içindeymiş gibi saf kokulu, yaşarken ölür kefene sarılıp.
Albert Camus
Kaynak: Düşüş
Çeviri: Hüseyin Demircan (Can Yayınları)