Hayır, gerçekten, yüreğiniz gevşek, tininiz zavallı bir hayvansa, gitmeyin oraya! Ama, evet’in ve hayır’ın, öğlenin ve gece yarılarının, başkaldırının ve aşkın parçalanışlarını bilenlere, denize karşı yakılan ateşleri sevenlere gelince, orada bir alev onları bekler.
Cezayir’in yumuşaklığı daha çok İtalyansıdır. Oran’ın acımasız parıltısında İspanyolsu bir şeyler vardır. Rummel boğazlarının yukarısında bir tepenin üstündeki Konstantin, Toledo’yu düşündürür. Ama İspanya ile İtalya anılarla, sanat yapıtlarıyla, örnek kalıntılarla dolup taşar. Ama Toledo’nun Greco’su ve Barrès’i olmuştur. Sözünü ettiğim yerlerse, tersine, geçmişi olmayan kentlerdir. Öyleyse kendini kapıp koyvermeden, içlenmeden uzak kentlerdir bunlar. Öğle uykusu saati olan sıkıntı saatlerinde, keder burada umarsız ve hüzünsüzdür. Sabahların ışığında ya da gecelerin doğal lüksündeyse, tersine, sevinç yumuşaklıktan yoksundur. Bu kentler düşünceye hiçbir şey sunmaz, tutkuya her şeyi sunar. Ne bilgeliğe göre kurulmuşlardır ne beğeni inceliklerine göre. Barrès ve benzerleri ezilip giderdi burada.
Tutkunun (başkalarının tutkusunun) yolcularının, fazla sinirli kafaların, güzellik tutkunlarının ve yeni evlilerin bu Cezayir yolculuğundan kazanacakları hiçbir şey yoktur. Ve, saltık bir iç çağrı olmadıkça, hiç kimseye bir daha dönmemesiye buraya çekilmesi salık verilemez. Bazı bazı, Paris’te, saygı duyduğum ve bana Cezayir konusunda sorular soran kişilere, “Oraya gitmeyin!” diye bağırmak gelir içimden. Bu şakada gerçek payı da yok değildir. Çünkü ondan bekleyip de elde edemeyeceklerini çok iyi seziyorum. Aynı zamanda, bu ülkenin içinden pazarlıklı gücünü ve çekiciliklerini, orada oyalananları alıkoyma, kıskıvrak bağlama, onları önce soru sormaz duruma getirip sonunda her günün yaşamında uyutma biçimini de bilirim. Bir kez, bu ak ile karaya dönüşecek ölçüde parlak ışıkla karşılaşmada, soluk kesici bir şey vardır. Bu ışığa bırakır insan kendini, içine yerleşir, sonra bu fazla uzun parıltının tine hiçbir şey vermediğini, ölçüsüz bir ergiden başka bir şey olmadığını ayrımsar. O zaman tine doğru gelmek ister insan. Ama, görünüşe bakılırsa, bu ülkenin insanlarında yürek tinden daha ağır basar, güçleri de buradadır. Dostlarınız olabilirler (hem de nasıl!) ama gizdeşiniz olmayacaklardır. Öylesine büyük bir tin harcaması yapılan, giz dökme sularının çeşmeler, heykeller ve bahçeler arasında, bitip tükenmek bilmez bir biçimde, şırıl şırıl aktığı bu Paris’te belki de korkunç bulunacak bir şey.
Bu toprak en çok İspanya’ya benzer. Ama gelenekleri olmasa İspanya güzel bir çölden öte bir şey olmazdı. Burada doğumun rastlantılarıyla bulunmadıkça, ömürlüğüne çöle çekilmeyi ancak belirli bir insan ırkı düşünebilir. Ne olursa olsun, ben bu çölde doğduğumdan, bir yolcu gibi söz edemem ondan. Çok sevilen bir kadının çekicilikleri tek tek sözcüklere dökülebilir mi? Hayır, tümüyle seversiniz onu, denilebilir ki, gözde bir dudak bükmeden ya da bir baş sallama biçiminden gelen kesin bir iki duygulanmayla. Benim de Cezayir’le böyle uzun, kuşkusuz hiçbir zaman da bitmeyecek bir ilişkim var, o söz konusu olunca tümüyle açık görüşlü olmamı önlüyor. Ancak, insan iyice kendini verirse, bir bakıma soyutun içinde, sevende sevilenin ayrıntısını seçmeyi başarabilir. Ben de burada Cezayir konusunda bu okul ödevine girişebilirim.
Bir kez, gençlik güzeldir burada. Kuşkusuz, önce Araplar, sonra ötekiler. Cezayir Fransızları, beklenmedik karışımlardan oluşmuş, kırma bir ırktır. İspanyollar ve Alsace’lılar, İtalyanlar, Maltalılar, Yahudiler, Yunanlılar burada karşılaşmışlardır. Bu sert soy karışması, Amerika’ da olduğu gibi, mutlu sonuçlar vermiştir. Cezayir’de dolaşırken, kadınların ve genç adamların bileklerine bakın, sonra Paris metrosunda rastladıklarınızı düşünün.
Henüz genç yolcu burada kadınların güzel olduğunu da ayrımsayacaktır. Bunu anlamak için en iyi yer, Cezayir kentinde, Michelet Sokağı’nda, Café des Facultés’nin ön bölmesidir, burada nisan ayında, bir pazar sabahı bulunmak koşuluyla. Ayaklarına sandallar, üzerlerine canlı renklerde, hafif kumaşlar giymiş genç kadın toplulukları durmadan inip çıkarlar sokağı. Hiç yüzünüz kızarmadan hayran hayran bakabilirsiniz: Bunun için gelmişlerdir. Galliéni Bulvarı üzerinde Cintra Barı da iyi bir gözlem yeridir. Konstantin’de müzik köşkü çevresinde her zaman dolaşılabilir. Ama deniz yüzlerce kilometre uzakta olduğundan, burada rastlanan insanlarda belki de bir şeyler eksiktir. Genel olarak, bu coğrafyasal durumu nedeniyle, Konstantin daha az tat verir; ama sıkıntı burada daha incedir.
Yolcu yazın gelirse, yapılacak şey, kentleri çevreleyen plajlara gitmektir kuşkusuz. Burada aynı insanları görecektir, daha az giyinmiş oldukları için daha göz kamaştırıcı olacaklardır. Güneş onlara büyük hayvanların uykulu gözlerini verir o zaman. Bu açıdan, en güzeli Oran plajlarıdır, çünkü burada doğa ve kadınlar daha yabanıldır.
Görünüm olarak, Cezayir bir Arap kentidir, Oran bir zenci köyüyle bir İspanyol mahallesi, Konstantin bir Yahudi mahallesi. Cezayir’in deniz üzerinde uzun bir bulvarlar gerdanlığı vardır; buralarda gece dolaşmak gerekir. Oran’ın ağacı azdır; ama dünyanın en güzel taşları buradadır. Konstantin’in bir asma köprüsü vardır, üstünde fotoğraf çektirilir. Yelin sert estiği günlerde, köprü derin Rummel’in derin boğazları üzerinde sallanır ve insan tehlike duygusuna kapılır.
Duyarlı yolcuya, Cezayir’e gidecek olursa, limanın tonozları altında anizet içmesini; sabahları, Pêcherie’de, yeni avlanıp kömür ızgaralarında pişirilmiş balık yemesini; Lyre Sokağı’nda adını unuttuğum bir küçük kahvede Arap müziği dinlemesini; akşam, altıda, Gouvernement Alanı’nda, Orléans Dükü’nün heykeli dibinde yere oturmasını (dük için değil, çok insan geçtiği ve hoş olduğu için); deniz kıyısında, yaşamın her zaman kolay olduğu, kazıklar üstünde bir tür dansing olan Padovani Lokantası’nda akşam yemeği yemesini; önce dinginlik ve güzelliği bulmak, sonra da ölülerimizi yerleştirdiğimiz iğrenç kentleri gerçek değerleriyle değerlendirmek için, Arap mezarlıklarını gezmesini; Kasbah’ta, kasaplar sokağında, her yandan sızan kanlar içinde dalaklar, karaciğerler, akciğerler, bağırsaklar arasında bir sigara içmesini (bu ortaçağ çok ağır koktuğundan, sigara zorunludur) salık veririm.
Gerisine gelince; Oran’da olunca (Oran Limanı’nın tecimsel üstünlüğü üzerinde durarak) Cezayir kentini yermesini, Cezayir’de olunca Oran’ı alaya almasını (Oranlıların “yaşamasını bilmedikleri” görüşünü sonuna dek benimsemesini) ve her fırsatta Cezayir’in kıta Fransası’ndan üstünlüğünü alçakgönüllülükle onaylamasını bilmek gerekir. Bu ödünler verildikten sonra, Cezayirlinin Fransız karşısındaki gerçek üstünlüğü, yani sınırsız cömertliği ve doğal konukseverliği ayrımsanabilir.
Belki de burada her türlü alayı bir yana bırakabilirim. Ne de olsa, sevdiğinden söz etmenin en iyi biçimi ondan hafiflikle söz etmektir. Cezayir’e gelince; bende onun karşılığı olan ve kör ve kalın perdeden şarkısını bildiğim şu iç tele basmaktan hep korkarım. Ama hiç değilse onun benim gerçek yurdum olduğunu ve dünyanın neresinde olursa olsun, onun oğullarını ve kardeşlerimi karşılarında kapıldığım şu dostluk gülüşünden tanıdığımı söyleyebilirim. İşte bunun için burada büroların ve evlerin henüz karanlık sokaklara şakıyan bir kalabalık boşalttığı, kalabalığın sonunda denizin önündeki bulvarlara dek aktığı ve karanlık çöktükçe, göğün ışıkları, körfezin farları ve kentin lambaları yavaş yavaş aynı belirsiz çırpıntıda birleştikçe susmaya başladığı bu akşam saatinde bulunmayı yeğlerim. Böylece bütün bir halk su kıyısında düşünceye dalar, binlerce yalnızlık fışkırır kalabalıktan. O zaman, Afrika’nın büyük geceleri, yüce sürgün, yalnız yolcuyu bekleyen umutsuz coşku başlar…
Hayır, gerçekten, yüreğiniz gevşek, tininiz zavallı bir hayvansa, gitmeyin oraya! Ama, evet’in ve hayır’ın, öğlenin ve gece yarılarının, başkaldırının ve aşkın parçalanışlarını bilenlere, denize karşı yakılan ateşleri sevenlere gelince, orada bir alev onları bekler.
(1947)
Albert Camus
Kaynak: Yaz