Ahmet İnsel: Erdoğan’ın her hali zirveden aşağı doğru kaymaya başlamış olmanın telaşını taşıyor

davos
Tayyip Erdoğan: “Sayın Peres (…) sesin çok yüksek çıkıyor. Bu suçluluk psikolojisi.”
Bu aşırı hareketlilik ve konuşma hali, ne yaparsa yapsın, artık zirveden aşağı doğru kaymaya başlamış olduğunu fark etmenin telaşını gizleyemiyor. Tersine bazı açılardan bu düşüşü hızlandırıyor. Tayyip Erdoğan’ın ve neredeyse sadece onun sesinin giderek daha fazla çıkması bir telaş içinde olduğunu ele veriyor. Belki bu kendisinin Şimon Peres’e karşı söylediği gibi, “suçluların telaşı içinde olmaktan” kaynaklanıyordur.

Tek adam günlerinde otoriter tahakküm

Tayyip Erdoğan’ın Gezi Parkı direnişlerine karşı aldığı tutum, benimsediği dil, yürüttüğü saldırgan karşı politika ve şahsen yönettiği anlaşılan emniyet güçlerinin tavrı, Başbakan’ın taşkın ve son derece kaba bir otoriter yönetim tarzı sergilediği olgusunun hem Türkiye’de hem uluslararası kamuoyunda, yakın tarihe nazaran çok daha yaygın ve yüksek sesle dile getirilmesine yol açtı.

Tayyip Erdoğan’ın kişisel eğilimleriyle, Türkiye’de iktidarda olmanın yarattığı siyasal refleksler ve AKP’nin içinden geldiği siyasal geleneğin özelliklerinin karışımının güçlü bir otoritarizm eğilimi taşıdığı tespitini pekiştirdi. Bunun günümüz Erdoğan yönetiminin asli niteliği olarak çok geniş bir çevre tarafından işaret edilmesiyle sonuçlandı. Bugün sadece Türkiye’de Erdoğan’ın “öteki %50” olarak işaret ettiği son derece heterojen kitlenin üzerinde buluştuğu, yan yana geldiği sınırlı sayıda konudan biri, belki en önde geleni, Erdoğan’ın otoriter yönetim tarzının eleştirisi-dir. Bu durum, Erdoğan’ın kendini içine hapsettiği Türkiye ile filizleri hızla boy veren yeni Türkiye’nin arasındaki giderek artan mesafeyi de gözler önüne 12 sermektedir.
Ne var ki, artık yaygın kabul gören bu otoriter yönetim değerlendirmesi, Tayyip Erdoğan’ın artan dozda sergilediği diktatoryal yönetim tarzını sadece dikkate alırken, bu tarzın taşıyıcısı olduğu siyasetin giderek daha fazla öne çıkan niteliğini tanımlamakta yetersiz kalıyor. Söz konusu olanın bir otoritarizm olduğunu söylemek doğrunun bir kısmını söylemek, vakanın asıl ayırt edici niteliğine işaret etmemek anlamına geliyor.
Türkiye Cumhuriyeti siyasal tarihinde süreklilik arz eden başat nitelikler arasında otoriter yönetim anlayışının en ön sırada yer aldığını, 1999’da Birîkim’dt dile getirmiştik (bkz. “Otoritarizmin Sürekliliği”, sa-yı:125-126, 1999). Otoriter cumhuriyet rejiminin belkemiğini oluşturan askerî-sivil bürokrasinin siyasal alanı denetleme ve yönlendirme yetkisi esas olarak sınırlama, yaptırtmama, yasaklama yönünde çalışan bir yetki oldu. Gücünü ve meşruiyetini serbest seçimlerden almayan bu kâh yasaklayıcı kâh kısıtlayıcı vesayet yetkisi, 1930’larda veya askerî darbelerin sonrasında olduğu gibi, cumhuriyet tarihinin bazı dönemlerinde çok daha güçlü bir yaptırımcı içeriğe doğru genişledi. Sadece siyasal alana değil, toplumsal kimlik, yaşam tarzı, değerler, kültür ve sanat alanlarına müdahale etmekle, bu alanlarda devlet katı açısından kabul edilebilirlik sınırlarını çizmekle yetinmeyip, “olması gerekeni” katı ve emredici biçimde tanımlamaya kadar gitti. Dolayısıyla aralarında geçiş-kenliğin olduğu iki farklı otoriter yönetim tarzı söz konusuydu. Otoriter cumhuriyet rejiminin sürekliliği, bu iki farklı otoriter yönetim tarzının ayırt edilmesinin ihmal edilmesine çoğu zaman yol açtı.
Birinci otoriter yönetim tarzında, esas olarak toplumsal gelişmelere karşı savunmada olmak, yaptırtmamak, engelleme amacı ağır basar. İkincisinde ise, makbul olmayan toplumsal gelişim ve girişimlerin yasaklanması, engellenmesiyle yetinmeyen, kendi kültür, ahlak, kimlik normlarını empoze eden müdahaleci otoriterlik öne çıkar. Otoriter güç ve iradenin belirlediği sınırları toplumun aşmamasının esas amaç olduğu durağan ya da savunmacı otoriterliğe ilaveten, yaptırımcı ya da müdahaleci otoriterlikte topluma yeni bir biçim verme arzusu öne çıkar. Dolayısıyla bu ikinci otoriterlik tarzı, hem otoriter bir yönetimdir hem de ondan fazla bir şey içerir. Topluma yeni bir biçim vermek arzusu, bütün toplumu yeni insan figürü etrafında tek tipleştirmeye, eskiyi bütünüyle yıkıp, onun yerine iktidar gücünün tasarladığı yeniyi toplumun en küçük hücrelerine kadar empoze etmeye kadar varmadığı ölçüde totaliter bir rejimin sınırlarında durur. Ama genelgeçer bir otoritarizmi de aşar. Bu çerçevede klasik döneminde Kemalizmi, müdahaleci otoriterliğin 20. yüzyıl dünyasındaki önde gelen örneklerinden birini oluşturur.
Türkiye’de 1908’den günümüze siyasal tarih, çok sadeleştirilirse, bu iki otoriter yönetim tarzı arasındaki salınınım tarihidir. Otoriter yönetim geleneklerinin, kurumlarının ve tahayyül dünyasının büyük ölçüde biçimlendirdiği Cumhuriyet yöneticileri, ataerkil geleneklere bağlılıkları derecesinde daha gelenekçi veya daha modernleşmeci bir otoritarizm sergilerler. Otoriter yönetim tarzı bir kişinin veya dar bir çevrenin mutlaklaşmış iktidarıyla birleştiğinde, diktatoryal niteliği ağır bastığında, hep daha fazla yaptırımcı ve müdahaleci olur. Tek parti dönemi ve DP, darbe sonrası ara dönem yönetimleriyle AP veya ANAP hükümetleri arasında böyle bir fark da yatar.
11 yıldır kesintisiz devam eden AKP iktidarı, bu iki otoritarizm arasındaki salınınım devam ettiğini gösteriyor. 2002 seçimleri sonrasında merkez sağı hızla bünyesinde toplayan AKP iktidarının toplumda geniş bir seçmen desteğine dayanan, kendilerini devletin sahibi olarak gören zümrelere karşı kendilerini toplumun hakim unsuru, rengi, ruhu olarak görenlerin karşı çıkış hareketi olduğunu, bu anlamda Türkiye toplumunun otantik burjuva-orta sınıf hareketi olduğuna bu derginin sayfalarında on yıl önce işaret edilmişti. O dönemde sadece Tay-yip Erdoğan’la anılmıyordu AKP. Geleneksel vesayet güçlerinin son başarılı otoriter müdahalesi olan 28 Şubat güçleri ve uzantılarına karşı çıkışı temsil ederken, aynı zamanda kolektifbir iradeyi ifade ediyordu. Bir yandan demokratikleşmeyi, diğer yandan sosyal adaleti ve istikrarı vaat ediyor, Türkiye’yi Batı dünyasına entegre etme konusunda kararlı gözüktüğü için de uluslararası güçlerin desteğini almayı başarabiliyordu. Bu kolektifyönetim AKP’ye ve hükümete farklı kanallardan toplumla ilişki kurma, nabzını tutma olanağı veriyordu aynı zamanda. Muhafazakâr-demokrat tanımlamasını benimseyen ama muhafazakârlığı çok ön plana çıkarmayan, iktisadi alanda piyasa toplumu hedefini yüceltecek kadar aşırı liberal, siyasal alanda ise daha ılımlı bir liberal hatta ilerlemeye dikkat ediyordu AKP yönetim kolektifi.
AKP, iktidarının ilk beş yılında, kendisine yönelik çeşitli müdahale teşebbüslerini etkisiz kılmayı başardı ve kısmen bu mücadele sayesinde 2007 seçimlerinden oylarını arttırarak çıktı. Bu ilk beş yıl içinde tek başına iktidarda olmanın verdiği olanakları AKP yönetimi ustaca değerlendirmişti. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını sağlandıktan ve kendisine yönelik son ciddi darbemsi girişim olan kapatma davası 14 da ucu ucuna savuşturulduktan sonra, AKP’de hızla tek adam hakimiyeti kurulmaya başlandı. Buna paralel olarak, AKP yönetimi de artık muhafazakâr değerlerle, otoriter yönetim refleksleri ve ataerkil zihniyetin bileşiminden ortaya çıkan yeni bir tahakküm biçimini artan biçimde sergilemeye başlamıştı. Bunu Birikim dergisinde o zaman şöyle ifade ediyorduk:
“Bugün silueti daha belirginleşmeye başlayan hegemonya, AKP etrafında kümelenmiş olan Türkiye’ye özgü burjuvazinin, içinde büyüdüğü ataerkil değerler etrafında hakimiyetini kurmasıdır. Bu elbette asgari anlamda demokratik bir dönüşümdür. Ama bunun, demokrasiyi çoğunluk tahakkümüne indirgeme eğilimi baskın, toplumsal birliği siyasal ilkeler üzerine değil manevi değerler üzerine kurma eğilimi güçlü bir demokratik dönüşüm ufkuyla sınırlı olması ihtimali yüksektir.”
Bu tespitin üzerinden geçen beş yıl, bu eğilimin zaman ilerledikçe kendisini çok daha güçlü biçimde gösterdiğini ortaya koydu. Gezi Parkı direnişinin çok daha öncesinde, muhafazakâr ahlak normları çerçevesinde yaptırımcı-müdahaleci otoriterliği giderek artan dozda uygulamaya teşebbüs eden, tepki geldiğinde attığı iki adımın birini geri alan, hep öküz altında buzağı arandığı gerekçesiyle yaptığını savunan bir muhafazakâr aşındırma stratejisi uygulanmaya başlanmıştı. Buna Tayyip Erdoğan’ın şahsında oluşan

gerçek bir tek adam yönetiminin özellikleri ve verdiği müdahale olanakları ilave oldu. Üstelik bu kendi ahlak kodları son derece katı ve güçlü, kafasındaki makbul toplum fotoğrafını topluma empoze etmeyi bir tür kendisine verilmiş ilahi bir misyon addeden bir tek adamın otoriterliğiyle katmerlenmiş bir müdahalecilikti. “Topluma hizmet aşkı” gerekçesi altında büyük ölçüde topluma yeni bir nizam ve görünüş verme ihtirasının dışavurumuydu. Kendi çizdiği kabul edilirlik sınırları ve biçimi içinde kaldığı sürece farklılığa ses çıkarmayan, ona tahammül eden ama bu sınır aşıldığında hemen parlayan, azarlayan, şiddete başvuran bir otoriter babaya, giderek her şeye müdahale etme yetkisi olan bir Başbaba’ya dönüştü Tayip Erdoğan. Dikkat edilirse, Kürt sorununun çözümünde de, barış müzakereleri yürütmesine rağmen, özünde benzer bir yöntem izledi Başbakan.
2013 Haziran’ında Gezi Parkı Direnişi çerçevesinde patlayan Haysiyet İsyanı’na neden olan ihtilaf, aslında küçük bir kentsel sorundu. Başbakan’ın yaşadığı iktidar sarhoşluğu, tek adam saplantısı, kendi sarsılmaz otoritesini koruma hırsı ve bunlara direnemeyen, sessiz de kalsa biat eden AKP yönetiminin yakalandığı akıl tutulması barut fıçısını patlatan kıvılcım işlevi gördü. Böyle bir sınırlı olay karşısında bu denli büyük bir toplumsal tepkinin öngörülebileceğini iddia etmek, elbette tarihi geriye dönerek yazmanın tüm indirgemeciliğiyle malul olacaktır. Tek adamın ve etrafında oluşan blokun bu direniş karşısında gösterdiği tavır, benimsediği dil yeni değildi. Bu topraklarda onyıllardır dile getirilen otoriter retoriğin istisnasız bütün temalarını Başbakan ve yakın korumaları kullandı. Bu retoriğin merkezinde tek adamın milletin bütününü, arzu, özlem ve değerlerinin tamamını temsil ettiğini, bu anlamda milletin bu tek adamda tecessüm ettiğini, ete kemiğe büründüğünü ima etmek yer alır. Tayyip Erdoğan’ın Gezi Parkı direnişinin ilk günlerinden bugüne kadar söyleminde, sıradan bir otoriter yönetim tarzını aşan, otoriterlikten fazla olan bir şeyi ele veren bu unsur giderek daha fazla öne çıktı. Milletin çoğunluğunun, dolayısıyla “makbul millet”in iradesinin kendi şahsında toplandığını ima etmeye dayanıyor bu yeni unsur. Hatta bunun ima sınırlarını aşarak, açıkça söylemekten kaçınmıyor Tayyip Erdoğan. Makbul milletin kılığından, kıyafetinden, oturma kalkma biçiminden, kadın-erkek ilişkilerinden, içtiğinden, sokaktaki davranışından, değerlerinden farklı olan hiçbir şeyi içine sindiremeyen, bunlarla aynı toplumsal zeminde karşılaşmayı, aynı toplumu paylaşmayı bir tür saldırıya uğrama olarak algılayan bir zihniyeti dile getiriyor ve körüklüyor. Bu farklılıklarla karşı karşıya kalmak, yan yana veya göz göze gelmenin bir mağduriyet olduğunu ima edebiliyor. Böylece kendisinde
tecessüm eden milleti bu mağduriyetten kurtarmayı millete hizmet olarak tanımlayabiliyor.
Tayyip Erdoğan için, bugünün Türkiye’sinde kendinde tecessüm ettiğine inandığı bir millet var ve bir de haldeki toplum. Kendisinde tecessüm eden milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğunu inancıyla hareket ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak, toplumun geri kalanını bu değerlere yabancı, dolayısıyla bu değerler için bir tehdit unsuru olarak görüyor. Kendi milleti içinde sergilediği paternalist otoriterliğinin müdahalecilik dozu, toplumun geri kalanı söz konusu olduğunda hızla artıyor ve paternalist niteliğini de yitiriyor. Sınır çizme çabası içinde sal-dırganlaşıyor. Bunun toplumu bütünüyle tektipleştirme arzusu olduğunu söylemek abartılı olur. Kendinde tecessüm ettiğine inandığı, ilan ettiği milletin çizdiği sınırlar içinde toplumdaki farklılıkların yaşamasına, onlara müsamaha edilmesine ve bu sınırı aşmadıkları sürece (örneğin evde zıkkımlandıkları sürece) hoşgörülmelerine dayanan bir hakim millet anlayışı sergiliyor.
Bugün Tayyip Erdoğan, partisi içinde, hükümette ve aslında bütün devlet yapısı içinde gerçek bir tek adam konumuna sahip. Milli irade olarak tanımladığı şey, kendinde tecessüm ettiğine inandığı “Erdoğan milleti”nin iradesi, yani toplumun ona biat eden, iradesini ona teslim eden kesiminin iradesi. Bunu Müslüman-Sün-ni kimliği üzerine inşa ediyor. Son konuşmalarında çok daha sık dinî referansları kullanıyor. Konuşmaları yer yer ateşli bir evanjelist televizyon hatibinin içeriğine, tonuna, simgeseline çok benziyor. Kendi iradesine karşı duranların “milli iradeye” karşı büyük bir komplo içinde olduklarını iddia ederken, şer güçleriyle mücadele eden bir dinsel kahraman kılığına bürünüyor. Bu iradenin tasarruflarına karşı çıkanları hain, düşman gibi sıfatlarla fütursuzca tanımlıyor. Tek adam olarak kendisine yönelik eleştirileri de bu vesileyle milletine ve onun milli iradesine yönelik bir saldırı olarak tanımlamakta bir beis görmüyor. Sonuçta cumhuriyetin yurttaşların sadece sandıkta değil, siyasal alanda, kamusal alanda eşit oldukları ilkesini çiğneyerek, demokrasiyi sandıkla sınırlayarak, otoriter cumhuriyet rejiminin de ötesine geçiyor. Ontolojik bir Ben/biz ve onlar ayrımını körükleyerek ve bu ayrımın sınırlarını kendisi çizerek, iktidarını yeni bir olağanüstü hal rejimi altında sürdürmeyi tasarlıyor. Bu olağanüstü hal yönetiminin vurucu gücü ordu değil, “destanlaryazan” polis olacak. Ellerinde herhangi bir silah olmayan, tek suçları polis şiddetinden ürküp kaçmamış olmak olan dört yurttaşın canını, onbirinin gözünü kaybetmesiyle yazılan bir utanç destanı bu. Beyefendinin otoritesini korumak veya yeniden tesis etmek için sunulmuş kurbanlar. Erdoğan’ın bu destansı polis güçlerinin biber gazı fişekleri ve tabanca kurşunlarıyla canlarını, gözlerini kaybeden yurttaşlar hakkında bir özür kelimesini bile artık çok gördüğü, hükmetme kibrinin vicdanını da körelttiği bir fasit daireye girdiğinin işaretleri, Gezi Parkı’nm bir gecede boşaltılması emrini verdiği günden beri yaptığı bütün konuşmalarında kendini gösteriyor. Bu yeni olağanüstü hal rejiminin gerekçesi, devleti korumak ve kollamak değil, hakim milletin iradesinin kendinde tecessüm ettiği ilan edilen tek adamın iktidarını korumak ve kollamak olacak. Bu bağlam içinde bugün Başbakan Erdoğan’ın sergilediği tavır, otoriter yönetim anlayışında bir kopuşa, bunun bir kat üstüne, tek adamın yaşam süresiyle sınırlı ve seçimli bir diktatörlük rejimine evrilme eğilimini ele veriyor. Unutmayalım ki, kelimenin kökeni itibarıyla diktatör, bütün yetkilerin geçici bir süre için seçimle kendisine teslim edildiği ve bu çerçevede toplumsal kararların hepsini tek başına dikte eden kişi demektir. Erdoğan’ın onlarca televizyon kanalından her gün, saatlerce, canlı ve eksiksiz yayımlanan miting, parti, Meclis konuşmaları, tam da bu “dikte etmek” fonksiyonunu yerine getirdiği anlardır. Erdoğan bu konuşmalarında ne yapılacağını değil, ondan çok daha önemlisi, onu destekleyen, onun avukatlığını ve korumalığını yapan geniş bir çevrenin neyi, nasıl düşünmesi ve ifade etmesi gerektiğini bu konuşmalarında dikte etmektedir. Kendisini seçtiği için kutlu olduğuna inandığı milletine, “bu toplumun çoğunluğuna” toplumun geri kalanına, azınlığına nasıl bakılması, nasıl davranılması gerektiğini aynı zamanda dikte etmektedir. Bunun göreli başarılı bir dikte etme eylemi olduğunu, Erdoğan’ın söylediklerinin pırıltısız kopyalarının muhafazakâr medyanın sayfalarında, televizyonlarında bol miktarda karşımıza çıkmasından anlıyoruz. Bu dikte eylemi, boş bir faaliyet değil, belki de Erdoğan’ın tek adamlığını pekiştiren en önemli birkaç etmenden biridir.
Bütün devlet aygıtlarına artık bütünüyle hakim olan Tayyip Erdoğan’ın, güçlendirilmiş otoriter rejim ya da yeni bir milli şef yönetimini tesis etmesi için önünde iki engel var. Birincisi, böyle bir stratejinin yaratacağı büyük gerilim ve çalkantılardan asli özlemleri iktisadi ve siyasal istikrar olan AKP seçmenlerinin önemli bir kısmının ürkmesi ve Erdoğan’ı umduğundan çok daha küçük bir milletle başbaşa bırakmasıdır. İkinci engel ise, AKP ve Tayyip Erdoğan’ın büyük şansı olarak

2008’de işaret ettiğimiz, oto-riter-muhafazakâr ittifak karşısında etkili ve sahici bir de-mokratik-özgürlükçü ittifakın ortaya çıkamamasıyla ilgili. Gezi Parkı direnişi bu açıdan Türkiye toplumunda da farklı bir toplumsal dinamiğin olgunlaşmaya başladığını ve bu nedenle önümüzdeki dönemde Tayyip Erdoğan’ın işinin 2008’den daha zor olacağının ön işaretini verdi. En önemlisi otoriter gücün otoritesi sallandı. Geçmişte sahip olduğu moral üstünlüğü hızla yitirdi. Dünya liginde liderlik iddialarında bulunurken birden ikinci lige düştü. Bütün bunların yaratacağı öfke önümüzdeki kısa dönemde tek adamın daha fazla Ben/biz ve onlar ayrımını körüklemeye, bu yolla kaybettiklerini yeniden elde etmeye yönlendireceğinin işaretleri son günlerde artarak geldi. Bu aynı zamanda bir çırpınıştır. Ayağının altından zeminin kaydığını hisseden muktedirin tutunacak bildik bir dal arama çırpınışıdır. Bugün Erdoğan ülke içindeki hainlerin uluslararası işbirlikçileriyle kendisine karşı düzenledikleri komplo efsanelerinden, afaki darbe senaryolarından, faiz lobilerinden sosyal medya gizli güçlerine kadar uzanan, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan korku reflekslerini tetikleyerek, olağanüstü rejim gerekçelerini olgunlaştırmaya ve kendi etrafında topyekûn mobilizasyon çağrısını güçlendirmeye çalışıyor. Ama bu aşırı hareketlilik ve konuşma hali, ne yaparsa yapsın, artık zirveden aşağı doğru kaymaya başlamış olduğunu fark etmenin telaşını gizleyemiyor. Tersine bazı açılardan bu düşüşü hızlandırıyor. Tayyip Erdoğan’ın ve neredeyse sadece onun sesinin giderek daha fazla çıkması bir telaş içinde olduğunu ele veriyor. Belki bu kendisinin Şimon Peres’e karşı söylediği gibi, “suçluların telaşı içinde olmaktan” kaynaklanıyordur.
Önümüzdeki aylar, Türkiye toplumunun, Tayyip Erdoğan’ın elinde yeni bir soluk ve güç bulan otoriter liderlik geleneği ve otoriter yönetim tarzını alternatif bir otoriter güce sırtını yaslamadan son vermeyi başarıp başaramayacağının, başka bir deyişle Türkiye toplumunun demokratik olgunluğa ulaşıp ulaşmadığının denendiği bir dönem olacak. Toplumsal beraberliği siyasi ilkeler üzerine değil, manevi değerler üzerine inşa etmeye yeltenen; ataerkil bir otoriter duruşu katı ahlakçı bir müdahaleci tavırla pekiştiren; tek adam rejimini milli irade kılıfı altında yeniden tesis eden güçlü bir siyasal figüre, toplumun kendi başına “yeter artık, dur” diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceğini göreceğiz. Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olması doğaldır. Çatışmalı olup olmayacağını ise tek adamın tavrı ve siyaseti esas olarak belirleyecek.

Ahmet İnsel
Birikim Dergisi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz