Devlete Bir Bakış
Söz istemek. Bugün tüm politik partilerin ortak özelliği demagoji ve kütleleri etkileme niyetleridir; bu niyet nedeniyle hepsi de ilkelerini büyük aptallık fresklerine dönüştürmeye ve bu biçimde duvara resmetmeye zorlanırlar. Bunda değiştirilebilecek başka bir şey yoktur -aslında, hatta bunun karşısında parmak oynatmak bile gereksizdir. Voltaire’nin dediği bu konuya uygundur: ‘Quand la populace se mêle de raissoner, tout est perdu.'[1] Şimdi bu oluyor, deprem toprağın eski limitlerini ve çizgilerini yerinden oynatırken, sahip olunan malın değerini değiştirirken yaptığı gibi, kişi yeni koşullara uyum sağlamalıdır. Dahası, eğer tüm politikanın işi yaşamı kitle için çekilir hale getirmekse, bu kitle çekilir bir yaşamdan ne anladığına kendisi karar verebilmelidir. Eğer zekalarıyla bu amaca ulaşılabilecek doğru yolları bulabileceklerini düşünüyorlarsa, bundan kuşkulanmanın ne yararı olabilir? Yalnızca kendi talih ve talihsizliklerinin mimarı olmak isterler.[2] Eğer bu kendi yazgısına karar verme duygusu, kafalarında bulunan ve gün yüzüne çıkartılabilecek beş altı kavramdan duyulan bu gurur, yaşamlarını kabul edilebilir kılıyorsa, o zaman dar görüşlülüklerinin acı sonuçlarına memnuniyetle katlanacaklardır. Dar görüşlülüklerinin, her şeyin onların anladığı biçimde politikleşmesini ve herkesin onların standartlarına göre hareket edip yaşamasını isteyecek kadar ileri gitmemesi koşuluyla itiraz edilecek fazla bir şey olmayacaktır. Çünkü, her şeyden önce, bazı insanlara politika dışında kalmaları ve biraz ilerde durmaları için olanak tanınmalıdır (şimdi her zamandan daha fazla.) Kendi kararlarını verebilmenin zevki de bu insanları yönlendirmektedir ve hatta çok fazla konuşan varken -ya da yalnızca çok fazla- sessiz kalmak biraz gururlu bir davranış olabilir. İkinci olarak, eğer bu azınlık çoğunluğun (insanlar veya toplum sınıfları biçiminde tanımlanmış olabilir) mutluluğuna ciddi biçimde önem vermiyorsa ve zaman zaman iğneleyici yaklaşımlarıyla suçlu gibi davranıyorsa bu göz ardı edilebilir. Onlar için ciddiyet başka yerde yatmaktadır; onların mutluluk kavramları farklıdır; onların amaçları beş parmağa sahip beceriksiz bir elle sarmalanamaz. Son olarak (ve kesinlikle bu onlara verilmesi en zor olandır, ama verilmelidir), bu, sessiz yalıtılmışlıklarından çıkıp ciğerlerinin gücünü yeniden denemek onlar için özel bir an olacaktır; sonra, tanınmak ve birbirlerini cesaretlendirmek için ormanda kaybolan insanlar gibi birbirlerine bağıracaklar; tabii ki, çeşitli şeyleri yaptıklarında, bunları duymaya hazır olmayan kulaklara kötü gelen sesler çıkacaktır.
Az zaman sonra, orman yeniden sessiz olacaktır; öyle sessiz olacaktır ki ormanın altında ve üstünde yaşayan çeşitli böceklerin vızıltısı, uğultusu ve kanat sesleri açıkça duyulabilecektir.
***
Kültür ve kast. Daha yüksek bir kültür ancak toplumda yalnız iki sınıf olduğunda ortaya çıkar: çalışan sınıf ve gerçekten boş zaman geçiren tembel sınıf; ya da daha güçlü bir ifadeyle, zorunlu işgücü sınıfı ve özgür işgücü sınıfı. Konu yüksek bir kültür yaratmak olunca, mutluluğun dağılımı önemli bir unsur olmaz, aslında tembel sınıf acı çekmeye daha uygundur ve daha çok çeker; varlığından aldığı mutluluk daha azdır, görevi daha büyüktür. Şimdi, eğer iki sınıf arasında bir değişim olacaksa, yüksek sınıftaki daha sersem, daha az ruhsal olan sınıflar ve aileler aşağı sınıfa indirilir ve tersine, alt sınıftaki daha özgür olanlar yukarıya çıkar: o zaman ötesinde yalnızca sonsuz arzuların açık denizinin hala görülebileceği bir koşul oluşur.
Böylece, eski çağın solan sesi bizimle konuşur; ama bunu duyabilecek kulaklar nerede?
***
Soylu kan üzerine. Soylu kana sahip olan kadın ve erkeklerin, daha büyük değer biçme hakkını onlara tartışmasız sağlayan, diğerlerine üstünlükleri vardır, çünkü miras yoluyla gittikçe artan iki sanata sahiptirler. Yönetebilme sanatı ve gururlu itaat sanatı.
Şimdi, yönetmek ne zaman günlük rutinin bir parçası olursa (büyük iş ve endüstri dünyasında olduğu gibi), nesillerin ‘soylu kanına’ benzer bir şey ortaya çıkar, ama onlar, diğerlerinin feodal koşullardan miras aldıkları ve bizim kültürel iklimimizde artık yetişmeyen soylu itaat özelliğinden yoksunlardır.
***
Üste bağlılık. Asker ve memur devletlerde çok önemli olan üste bağlılık, Cizvitlerin gizli taktikleri gibi yakında bizim için inanılmaz olacak; ve bu bağlılık bazı en şaşırtıcı sonuçlarına ulaşmayı artık başaramayınca, dünya daha zavallı olacak. Bu bağlılık kalkmalıdır, çünkü temeli ortadan kalkıyor: mutlak yetke, nihai gerçek inancı. Askeri devletlerde bile, fiziksel baskı bağlılığı sağlamaya yetmiyor; gerekli olan daha çok kalıtımsallaşmış, süper insan olarak algılanan prens hayranlığı.
Özgür durumlarda, kişi, karşılıklı anlaşma sonucunda yalnızca koşullara bağlı olur, yani hiçbir kişisel yarar önyargısı olmadan.
***
Halk ordusu. Şimdi çok alkışlanan halk ordusunun en büyük sakıncası, yüksek uygarlık insanlarının israfıdır; onlar ancak tüm koşullar uygunsa var olabilirler -onlarla düzenli ve dikkatli bir biçimde ilgilenilmelidir, çünkü bu tür narin biçimlenmiş beyinlerin üretimi için çok uzun süreler gerekir! Ama Greklerin, Grek kanında çaresiz yüzdükleri gibi Avrupalılar da şimdi Avrupa kanında yüzüyorlar ve aslında bol ve iyi kalitede dölü garanti eden yüksek kültür insanı her zaman göreceli olarak daha çok sayıda fedakarlık yapıyor; çünkü bu insanlar bir savaşın ön cephelerinde komutan olarak yer alıyorlar ve dahası, aşırı tutkuları nedeniyle, daha fazla tehlikelere atılıyorlar.
Bugünlerde, vatan ve şereften oldukça farklı ve yüksek görevler verildiğinde, ham Roma vatanseverliği onursuzluk veya gerilik işareti oluyor.
***
Kibir olarak umut. Yeni fikirlerin güneşleri insanların üzerlerinde yeni bir sıcaklıkla parladığında eski düzenlere olduğu gibi sosyal düzenimiz de yavaş bir biçimde eriyecektir Bu erime, umut ediliyorsa arzulanabilir; ve kişi ancak kendinin, eşitlerinin kalbi ve kafasına var olan sistemin temsilcilerinden daha fazla değer verdiği sürece makul bir umut taşıyabilir. O zaman, genellikle, bu umut bir kibirdir, bir abartmadır.
***
Savaş. Savaş karşıtı olarak, savaşın kazananı aptal, kaybedeni kötü yaptığı söylenebilir. Savaş lehine, savaşın bu iki etki yoluyla barbarlığa neden olduğu ve insanı daha doğal kıldığı söylenebilir; savaş, kültürün kışı veya uyku zamanıdır: hem iyi hem kötü için, insan daha güçlü olarak ortaya çıkar.
***
Prensin hizmetinde. Tamamen düşüncesiz olarak davranabilmek için, bir devlet adamı işini kendisi için değil, prensi için yürütmelidir. İzleyenin gözü bu genel benlik dışı davranış ışığıyla o kadar kamaşacaktır ki, devlet adamının işinin beraberindeki kurnazlık ve sertlikleri görmeyecektir.
***
Bir güç sorusu, adalet değil. Her zaman bir konunun en üst derecedeki yararını düşünenler için, sosyalizm, eğer gerçekten de baskı altına alınanların ve binlerce yıl başı eğik olanların baskıcıları karşısındaki isyanıysa, burada bir adalet (gülünç ve zayıf soruyla: ‘İnsan taleplerinden nereye kadar vazgeçebilir?’) değil güç (‘İnsan taleplerini hangi ölçüye kadar yerine getirebilir?’) sorunu vardır. Bu, ya makinelerin Tanrısı olan insan tarafından kendi yararı için zorlanan doğal bir güç – örneğin, buhar- gibidir veya makinede hatalar olduğunda (yani, yapımında insan hataları olduğunda), kendisini ve beraberinde insanı parçalaması gibidir. Güç problemini çözebilmek için, insan, sosyalizmin ne kadar güçlü olduğunu ve geçerli siyasal güçler oyunu içinde güçlü bir kaldıraç olarak hangi değişimlerinden yararlanılabileceğini bilmelidir. Bazı durumlarda hatta onu güçlendirmek için her şey yapılmalıdır. İnsanlık, bütün büyük güçleri (en tehlikelileriyle bile) nasıl kendi niyetlerinin araçlarına çevirebileceğini düşünmelidir.
İki güç olan eski ve yeninin temsilcileri bir savaş içinde göründüklerinde, sosyalizm hak kazanabilir, ama daha sonra iki taraf da tedbirli bir biçimde kendilerine en iyi yararı nasıl sağlayabileceklerini hesaplarlar. Ve bu da anlaşma arzusuyla sonuçlanır. Anlaşma olmadan adalet olmaz. Ama, şimdiye dek adı geçen bölgede ne savaş, ne de anlaşma ve böylece ne hak ne ‘gereklilik’ oldu.
Friedrich Wilhelm Nietzsche
İnsanca, Pek İnsanca
Çeviri: Orhan Tuncay, Gün Yayıncılık
[1] ‘Halk düşünmeye başladı mı, her şey bitmiş demektir.’ Danilaville’ye mektup, 1766.
[2] ‘Jeder ist seines Glückes Schmied’ (her insan kendi talihinin mimarıdır.) Alman atasözü.