Tayyip Erdoğan’a Bağlılıktan Tapınmaya Geçiş – Murat Belge

Murat Belge“Kemalist Türkiye”de siyasî İslâmcı hareket, ancak komünizme karşı bir “istihkâm” olabildiği ölçüde değer verilen bir şeydi. Altmışlı yıllarda başlayan sosyalizme karşı İlim Yayma Cemiyetleri ile Komünizmle Mücadele Dernekleri devlet desteğiyle hızla kuruldu. Bu derneklere o tarihlerde “milliyetçi-mukaddesatçı” denilen bir zihniyette insanlar üye oluyor, sola karşı sık sık şiddete başvuran bir mücadele yürütüyorlardı. Cemal Gürsel’i genel başkan seçmişlerdi; ama Bursa TİP örgütüne karşı girişilen tamamen yasadışı saldırıdan sonra Cemal Gürsel başkanlığı bıraktı.

Bu derneklerin bu tür faaliyeti o zamanki egemen güçlerin “siyasî İslâm”a bakışını da özetler. Son kertede onların denetiminde olan, yerine göre yasa dışına çıkmaktan da çekinmeyen bir militan güç. O yılların “Kanlı Pazar” diye tanınan olayında da böyle bir taban hareketliydi (6. Filo’yu protesto eden solculara, Dolmabahçe Camii’nde namaz kılan muhafazakâr bir topluluk saldırmış, iki kişi öldürülmüştü). O tarihlerde bu tabanın DP-AP muhafazakâr çizgisinin dışına çıkıp ayrı bir siyasî parti kurması ihtimali sözkonusu değildi. Ama bu siyasî eylemlilik hali kısa sürede böyle bir oluşumun da önünü açtı.

1968’den sonra sağın sola karşı örgütlenmesinde inisiyatif MHP’nin eline geçti, Ülkü Ocakları örgütlenmesine gidildi. “Komünizmle Mücadele Dernekleri” büyük ölçüde sönümlendi. Kısa ömürlü Milli Nizam Partisi de 1970’de kuruldu. 12 Mart üzerinden iki ay kadar geçmişken MNP Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldı. Ama dönemi sona erdiren 1973 seçimine katılan siyasî partilerden biri Millî Selâmet Partisi’ydi. Selâmet Partisi girdiği ilk seçimde başarılı sonuç aldı (%11 oran, 48 milletvekilliği) ve Ecevit’le koalisyon kurarak ilk hükümette yer aldı. Daha ilk günden bir “simgeler” itişmesi de başlattı.

Önemli bir heykelci olan Gürdal Duyar’ın “Ah, Güzel İstanbul” heykeli Karaköy’e konmuştu. MSP bu yarı soyut heykeli soyut bularak kaldırılması için mücadeleye girdi ve heykel kaldırıldı.

Böylece “Millî Görüş”ün kısmî iktidar dönemi açılmış oldu. İlk CHP deneyinden sonra bu ülkede “sol” kabul edilen partilerle böyle bir deney tekrarlanmadı. O ilk deneyde, gene af oylamasında, koalisyon fiilen çatlamıştı. Süleyman Demirel’in “Komünistler’e af mı çıkarıyorsunuz?” kampanyasının ağırlığına dayanamayan üyeler aleyhte oy verdi. Buna rağmen koalisyon devam etti. Sıra, Kıbrıs “zaferi”nin kazandırdıklarından yararlanmaya gelince Ecevit ve CHP koalisyonu bozmakta bir sakınca görmediler ve böylece Demirel’in “Millî Cephe” politikalarının ve koalisyonlarının önü açıldı.

“Millî Görüş”e yeni taban, yeni kadro, yeni fikir kazandıran, 12 Eylül dönemi oldu. 12 Eylül ve izleyen döneme Sosyalistler ve Ülkücüler toplumun kendilerine açtığı krediyi kötü kullanmış olarak girdiler. Askerî rejimin Atatürkçülüğü bu ideolojinin de iler tutar yanını bırakmadı. Bütün muhalefet potansiyeli dinî alana kayarken hayatın her alanında İslâmcılığı benimsemiş genç kadrolar göründü. Özellikle de genç kadınların varlığı ve katkısı belirgindi.

Ve şimdi AKP… İlk yıllar, “yaşatacaklar mı?” kaygısı. Sürekli bir “darbeye çağırı” atmosferi, malûm mitingler. Ama askeriyeden gelmedi beklenen, özlenen hareket. Bu dönemin “crescendo”su Anayasa Mahkemesi’nde açılan kapatma davası oldu. Mahkemenin asker üyesinin verdiği karşı oyla ibre öbür tarafa kaydı, kapatma kararı çıkmadı.

Bu yıllar herhalde AKP’liler, taraftarlar, sempatizanlar için endişeli yaşandı, ama atlatıldı. Partinin yönetim kadrolarında da uzun boylu ters tavır, sendeleme, bocalama görülmedi. AKP teslim olmadı, teslimiyet göstermedi.

İlk “gerçekten ciddi” denecek direniş Gezi’ydi. Burada aynı zamanda AKP’nin tepe kadroları arasında da bir üslûp anlaşmazlığı olduğu ilk kez açıkça ortaya çıktı. Bu zamana kadar Tayyip Erdoğan iktidarı sıkı sıkı eline geçirdiğine inanmaya başlamış olmalıydı. Öyleyse şimdi yumuşak davranmaya gerek yoktu. Gene bu zamanlarda, bu aşamaya kadar AKP iktidarının icraatına destek vermiş sol kesimlere de “Artık size ihtiyacımız yok” denmeye başlandı. O aşamada Gül ve Arınç gene yumuşak politikadan yanaydı.

Gezi ve sertlikten yana politika Tayyip Erdoğan’ın partiye tam egemen oluşunun dönüm noktası oldu. Parti içinde, dışında, itiraz istemiyordu. Başkan olacaktı, onun dediği olacaktı. Cemaatle de ittifakın yürümeyeceği anlaşıldı.

Cemaat buna tepkisini yolsuzluk ipuçlarını ortaya koyarak gösterince, duruma yeni ögeler eklendi: “hem suçlu, hem güçlü” diye bir deyim vardır, demek ki örneği de görülmüştür, ama bu yolsuzluk izleriyle AKP’nin daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın davranışı gerçekten ilginçti. “En iyi savunmanın saldırı olduğu” felsefesi büyük bir başarıyla sahneye kondu. Ayakkabı kutuları ya da “Bilâl”e telefon üstüne hiçbir şey yapılmazken bir “Paralelci avı” başlatıldı.

O zamana kadar “reis”e bağlanan, güvenen AKP kadrolarında, bu dönemin olgularından sonra, bağlılık, bir tür tapınmaya dönüşmüş olmalı. “Başka kimse bu koşullarda iktidarda devam etmeyi başaramazdı.” Bu da doğru tabii, kimse başaramazdı. Tayyip Erdoğan’da bazı fizikötesi güçler keşfetmeye başlayanlar da olduğunu tahmin ediyorum. Keşfedenler arasında kendisinin de bulunması bir sürpriz olmaz.

AKP’ye iktidar gerekli. İktidar neler için gerekliyse hepsi de sözkonusu, ama bunun ötesi de sözkonusu. 17-25 Aralık diye anılan evre, özel bir evre. Orada hukuk alenen çiğnendi. Orada iktidar meşruiyetin dışına düştü. Dolayısıyla iktidar şunun için gerekli, bunun için gerekli, ama iktidar bir koruyucu zırh olarak da gerekli.

İktidar gerekli, ama ancak ve bir tek Tayyip Erdoğan’la bunu elde tutmak mümkün. Tayyip Erdoğan ise artık hukuka, teamüle, hiçbir şeye kulak asmıyor. Fiilen, olmayan bir anayasanın olmayan hükümlerine göre davranıyor. Öyle bir anayasa olabilir mi, o da ayrı mesele.

Bu ortamda geldi Haziran seçimi ve AKP oy tabanının daralmaya başladığını gördü. Bu durumda Tayyip Erdoğan seçim yenilemeye karar verdi. Sözkonusu korunma ihtiyacı bir tek “tek başına iktidar”ı güvenilir kılıyordu. Riskleri göze aldı, yeni seçimi yaptı ve kazandı. Daha önce ona mecazî olarak “sihirbaz” diyenler şimdi bunu inanarak söylemeye başlamış olmalı.

AKP’nin bir “Genel Başkan Yardımcılığı” makamı varmış; bu makamı dolduranlardan biri de Mustafa Ataş adında biriymiş. Onun sözleri Tayyip Erdoğan’ın partisinde nasıl algılandığını gösteriyor: “Erdoğan anlatılmaz yaşanır. O bu ümmete Allah’ın bir lütfudur.”

Bu bir ılımlı tapınma durumu. Daha ılımsızlarının da olması normaldir. Böyle bir militan kalkanı var şimdi Tayyip Erdoğan’ın. Sürekli gerilim, sürekli kavgaya dayalı politikasını böyle kadroların azmi ve enerjisiyle yürütüyor.

Bir yandan Erdoğan bir sınıra dayandı. Ama çevresindeki bu iman gücü, mücadelesini daha bir hayli zaman uzatmasına yetecek bir sermaye oluşturuyor.

29 Mart 2016, Birikim

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz