Aforoz edilmiş bir dini düşünür: Tolstoy ve Tinsellik – G. M. Hamburg

Kuşkusuz Tolstoy’un zengin eserlerindeki en tartışmalı ve en zorlayıcı taraf, tinselliktir. Çocukluk’tan Anna Karenina’ya kadar, tüm kurmaca eserlerinin büyüsü ve entelektüel derinliği karakterlerinin ıstırap içinde hayatın anlamını aramalarından ileri gelmektedir. 1879’dan 1910 yılındaki ölümüne dek, Tolstoy tinsel konularla ilgilendiği kadar başka hiçbir konuyla ilgilenmemiştir. Yazarın “tinsel metinleri” olarak adlandırılan metinlerde –1880’ler ve 1890’lar arasında yazdığı “dinî felsefi metinler”, 1903-1910 arası yazdığı düşünce yazıları ve değişik kurmaca metinler, son romanı Diriliş dahil olmak üzere– Hıristiyanlıkta ahlaki mutluluk ve doğruluk, Rusya’daki Ortodoks Kilisesinin eksiklikleri, Rus devletinin şiddet içeren keyfi hareketleri, Rus toplumunun ikiyüzlülüğü ve çürümüşlüğü, modern ideolojilerin tinsel iflası, sıradan bir Rus vatandaşı için yaşam ve ölümün anlamı, dinlerin temel mirası gibi konularda fikirlerini açıklamıştır. Tinsel görüşü o denli kapsamlıydı ki, Rus halkını günlük hayatta tedirgin eden “şaibeli sorular” dikkatinden kaçmamıştı ancak bu sorulara verdiği yanıtlardaki kendisiyle özdeşleşen bilgeliği ve berraklığı yüzünden tatsız anlaşmazlıklara maruz kalmaktan kendini kurtaramadı. Yazar Ivan Sergeyeviç Turgenyev gibi laik okuyucular, Tolstoy’u tinsel yazılarında “yanlış önermelere” bağlı kalmakla ve “insan hayatında elzem olan her şeyi körü körüne reddetmekle” suçlamışlardır.

Diğer yandan, Ortodoks Kilisesinin Kutsal Kilise Meclisi, Tolstoy’u 1901 Şubatı’nda içinde Kutsal Üçleme’nin varlığı, İsa’nın ilahiliği, Meryem’in bakire doğumu, ayinlerin yararı gibi Hıristiyanların on bir dogmasını reddettiği gerekçesiyle aforoz etti.
Bu arada, aynı tinsel metinler, yüzlerce entelektüele ve sıradan insana ilham verdi ve Tolstoycu inanç sistemini hayatlarının merkezi yaparak, Stalin dönemine kadar bu inançlarını taşıdılar. Bu bölümde Tolstoy’un tinselliği, hayatının ikinci evresinde yazdığı tinsel metinlere odaklanarak açıklanacaktır. Açıklama, üç ana eksende ele alınacaktır: Tolstoy’un dinî dönüşümü; “gerçek Hıristiyanları” toplumsal ikiyüzlülükten, devletten ve yanlış inançlardan azat etme çabaları ve kendisinin Hıristiyanlıkta özdisiplin hakkındaki fikirleri. Tolstoy’un, içinden geldiği Hıristiyan geleneğine karşı çıkan bir dinî düşünür olarak ne kadar önemli bir yere sahip olduğunun anlatılması amaçlanmaktadır. Aslında Tolstoy’un 1879’dan 1910’a kadar olan yazıları, bu dönüşüm deneyimine değinmektedir. Inessa Medzhibovskaya bu dönüşümün en az on iki yıllık bir geçmişe uzanan uzun bir düşünce süreci sonucu gerçekleştiğini öne sürmektedir. Tolstoy, kendisi de, bu dönüşümü tetikleyen unsurlardan birinin 1870’lerin sonlarındaki Rus-Türk savaşı olduğunu, bu savaşın kendisini ana dinlerden herhangi birisinin “doğru” kabul edilip edilemeyeceği sorunuyla yüzleştirdiğini söylemektedir. Belki de bu savaş, Tolstoy’a 1850’lerin başında Rusya’nın Imam Şamil Dağı isyanını bastırmak için gözlemci ve asker olarak Kafkaslar’a gittiği zaman duyduğu derin suçluluk duygusunu da hatırlatmıştır.

Tolstoy’un dönüşüm metinlerinin en ünlüsü (1879-1880’de yazılıp 1882’de basılan) İtiraflarım’da on sekiz yaşında dinî inançlarını kaybetmesi, vasi bir dini benimsemesi (sosyal gelişim inancı), karmaşa ve ümitsizliğe düşmesi, yeniden inançla tanışarak hayatına ışık tutan bir yol bulmasını anlatmaktadır. İtiraflarım, William James tarafından Dinî Deneyimlerin Çeşitlemesi adı altında analiz edilen dönüşüm metinleri arasında yer almaktadır. Kişisel bir dramadan bahsetmektedir, –Tolstoy eski ve yeni inançları arasında sıkışıp kalmıştır, eski yaşam biçimi ve yenisi arasında– bu arada da kendisini ciddi bir anhedoni içine batmış hisseder; sonrasında ise ruhsal açıdan katartik bir dönüşüm yaşar, bunun sonucunda da yeni bir inanç ve yaşam biçimi kabullenir; böylece varoluşsal sıkıntılarından duygusal bir çıkış noktası bulmuş olur. Bu dönüşüm deneyimi, birçok farklı dönüşümün son halini içermez – örneğin Augustinus’un İtiraflarım’da yer alan dönüşümü gibi. 1879’da Tolstoy, henüz yeni doktrinsel bakış açısını oturtmamıştır. O sırada, hâlâ Ortodoks Kilisesi’nin ayinlerinin anlaşılmaz olduğunu savunmaktadır, Ortodoks olmayanların yalancı ve sapkın sayılarak kurban edilmesini öngören Ortodoks savına tamamen karşıdır. Aslında o zamana dek Ortodoksların tek gerçek kilise oldukları iddiasını kurmaca ve “insanları itaat ettirmek için bir zorlama yolu” olarak görüyordu. Yine de, Kilise ve Rus halkının inanç sisteminde hâlâ biraz doğruluk payı olduğunu düşündüğü için, Ortodoks öğretisini gerçeklik ve yalanın bir karışımı olarak nitelendirmiştir. Kendi kendine “doğruyu ve yanlışı bulmak ve ikisini birbirinden ayırmak” konusun da söz vermiştir. V chem moia vera? (Neye inanıyorum? 1883-1884’te yazılmış, 1884’te basılmıştır) Tolstoy’un dönüşüm deneyimini anlatmaktadır, Hıristiyan ahlak kurallarını İsa’nın Sermon on the mount’da (Dağdaki Vaaz) açıklandığı şekliyle kabul ettiğini öne sürer.

Buradaki ayinde İsa’nın “Kötülüğe meydan verme” emrini Tolstoy, Hıristiyan öğretinin temeli olarak kabul etmiştir, şöyle ki her Hıristiyan koşulsuzca birbirini sevmelidir; “Kötülüğe meydan verme demek kötülüğe bulaşmamak demektir, yani hiçbir koşulda sevgiyle çelişen şiddete başvurmamak” anlamına gelmektedir. İsa’nın diğer öğretileri de karşı koymama eylemi ışığında değerlendirilebilir. “Başkalarına kızma!” demek, diğer insanları da kendin gibi sev ve bütün insanları eşit kabul et anlamına gelmektedir. “Yemin etme!” ise insanı bazı kurumlara söz verip sonradan onlar tarafından başkalarını sevme eylemine ters düşecek davranışlara sevk edilmelerine meydan vermemek için bir uyarı niteliğinde söylenmiş olmalıdır. “İnsanlar ve milletler arasında ayırım yapma!” ise “herkesi etnik kökeni ne olursa olsun sevmeyi” gerektirmektedir. “Kendini eşine sakla!” ise karşılıklı verilen aşkta sadakat ilkesine bağlılık sözünü pekiştirmektedir. Neye İnanıyorum? Tolstoy’un önceden ima ettiği Hıristiyanlık’taki “doğruluk” ilkesinin direnmeme etiğinde bulunabileceğini öne sürerek, İtiraflarım’da yer alan fikirleri açıklığa kavuşturmuştur.

Hayat Üzerine Düşünceler (1886-1887’de yazılmış, 1888’de basılmıştır) ise dönüşüm üzerine ruhsal körlükten inanç hayatına geçiş konusunda felsefi bir yansıma sunmaktadır. Din değiştirme konusundan kişisel öğeleri soyutlamıştır. Odağını, bir bireyin Tanrı’ya giden özel yolundan genel olarak din değiştirme eyleminin doğasına kaydırmıştır. İsa’nın havarilerine söylediği, “insanoğlu yeniden ruh olarak doğmak zorundadır,” sözlerine yer vermiş ancak Hıristiyanların direnmeme yolunu seçmelerinin gerekliliğini, inananların “mantıklarını” ”hayvani doğalarının” önünde tutmaları konusundaki talepleri kadar vurgulamamıştır. Hayat Üzerine Düşünceler ruhsal yeniden doğuşu, İtiraflarım’da olduğu gibi dramatik bir olay olarak tasvir etmemiş, ancak bunun “her insanoğlunun içinde yer alan gerçek hayat gücünün yavaş yavaş uyanması” olduğunu dile getirmiştir, bir rüyadan “uyanmakla” eşdeğer bir süreç ve hayatın kaynağının rüya gören tarafından “görülemeyecek” bir süreç olduğunu anlatmıştır.

Tolstoy’a göre, mantıklı insanların uyanmaları gereken “rüya”ları bedenin zorbaca arzuları; aydınlanmış kişinin erişmesi gereken “mantıklı bilinç” veya “akıl” Evanjelist John’un “logos” olarak tanımladığı ve Hıristiyan olmayanların otokontrol diye adlandırdıkları kavram olan “dozunda farkındalık”tır. Dozunda farkındalık, insanların “hayvani dürtülerini” kontrol altına almalarını ama aynı zamanda da diğer insanları yalnızca insan oldukları için sevmelerini sağlar. Tolstoy’a göre, eğer bir insan mantıklı bir hayat sürerse –yani, fedakârca– bir düzeye kadar ölümsüz olabilir; ölümünden sonra diğer insanlar tarafından “ruhsal kişiliği” hatırlanabilir (dukhovnyi obraz). Tolstoy’a göre Hıristiyanlar tarafından ruhsal kişiliği veya “ruh gücü” içselleştirilen İsa “ölümsüz”dü ve ilkesel olarak bütün onurlu kadın ve erkeklerin belli ölçüde ölümsüzlüğe ulaşmaları mümkün olabilirdi.

Hayat Üzerine Düşünceler bu yüzden, Neye İnanıyorum?’da tartışılan Hıristiyan ahlaki değerlerindeki felsefi terimleri açıklamakla kalmayıp aynı zamanda kişisel ölümsüzlük gibi Hıristiyan değerlerini özgecilik, güzel anılar ve ruh gücü ile bağdaştırarak felsefi bir bağlamda yeniden sunmuştur. Khristianskoe uchenie (Hıristiyan Öğretileri, 1894’te yazılmış, 1898’de basılmıştır) Hayat Üzerine Düşünceler bahsedilen ruhsal yeniden doğuş tartışmasını alevlendirmiş, ancak Hıristiyan tinsellik anlayışını diğer inanç geleneklerinde yer alan tinsellik fikirleriyle yan yana koymuştur. Tolstoy’a göre Hıristiyan olacakları bekleyen en büyük engel, çoklu-itirafçı bir dünyada karşılaşacakları yüzleşme sonucu başlarına gelecek olan zihin karışıklığıdır. Bu zihin karışıklığı, değişik inanç grupları tarafından ortaya atılan gerçek iddialarının çelişmesinden meydana gelir, ancak inananın belirli bir itirafa körü körüne bağlanmasını garantiye almak isteyen sistematik ve kasti yanıltmaların da birer sonucudur. Bu nedenle, inanç arayışı içindeki bir insan, Hıristiyan “politeizmi” (yani Kutsal Üçleme doktrini), Yahudi “legalizmi” ve ruhsal öğretmenlerinin orijinal görüşlerinden uzaklaşan Budistlerin, Daoistlerin ve Zoroastristlerin “sapkınlıkları” ile karşılaşacaktır. Tolstoy, ayrıca Muhammed’in “göğün yedinci mertebesine uçması” gibi imkânsız bir konuya paye veren bir dinin, İslam dininin kendisine göre “yanlışlarının” da altını çizmiştir.

Sonraki yazılarında Tolstoy bütün dinlerin sevginin önemi üzerinde yoğunlaştığını söylemiştir, böylelikle dünyaya bir değer kattıklarını da eklemiştir. Ancak Hıristiyanlığın sevgiyi metafizik ilkelerle açıkladığını, “her şeyin özü olduğunu ve insan hayatının en üstün kanunu olduğunu, yani hiçbir istisnai durumu kabul etmeyen bir kanun,” olduğunu savunmuştur. Diğer inanç geleneklerinin istisnai durumlara prim vermesi onların faydasını azaltmaktadır, Tolstoy’a göre. “Sevgi kanunu insanların hayatlarındaki en yüce ve değişmez kanun olmaktan çıkarsa, tüm kanunlar geçerliliğini yitirir ve sevgi konusundaki öğretiler, zorunlu retorik talimatlar ve sözcükler olmaktan ileri gidemezler ve milletlerin hayatı sevgi kanunu olmadan önce nasılsa yeniden öyle olur, yani şiddete dayalı.” Yukarıda söz edilen metinlerden Tolstoy’un din değiştirmesi ile ilgili belirli sonuçlara ulaşılabilir. Öncelikle, bu bir olay ve süreçtir; olay (başlı başına düşünce ve varoluşsal endişe süreci) ile devam eden ve büyük olasılıkla Tolstoy’un İtiraflarım’da anlattığı gibi gelişen ama 1878-1879’larda Tolstoy tarafından bile tahmin edilemeyen ahlaki, felsefi ve dünya dinleri gibi etkilerin tam olarak yerli yerine oturması ve bilincinde bir olgunluğa erişmesi yıllar sürmüştür. İkinci olarak, Tolstoy din değiştirme olayının kendisi ve sonrasında meydana gelen değişiklik sürecini kendini anlama süreci açısından vazgeçilmez görüyordu. Din değiştirme sadece hayatında bir sayfa veya dönem değildi, 1879’dan sonra bütün hayatının özü durumuna gelmişti. Üçüncü olarak, Tolstoy din değiştirmesinin başkaları için de bir örnek teşkil edeceğini düşünüyordu. Onlar da, öncelikle acı dolu bir kişilik krizi, Hıristiyanlıktaki sevgi kanunu konusunda bir uyanış, akılcı bilinç ve ölümsüzlük konusuna felsefi bir bakış açısı geliştirecek ve ruhun tekliğine rağmen, Hıristiyanlığın diğer inanç geleneklerine göre daha üstün olduğunu kabul edeceklerdir. Dördüncü olarak, bu üç noktadan da anlaşılacağı üzere Tolstoy’un tinsellik anlayışı, bu din değiştirme öyküsünden bağımsız olarak derinlemesine anlaşılamaz. Ona göre, din değiştirmek, 1879’dan sonraki tinsel düşüncenin tetikçiliğini yapmakla kalmamış, aslında bu düşünüşün oluşumunu sağlamıştır. Bu yüzden de, din değiştirme konusundaki referansları çok sıktır, hatta takıntı derecesindedir; katartik olayın uyanışını yaşamış ve her günün yeni bir bakış açısı sunduğu, süregelen ruhsal uyanışın ortasında yer almıştır. Bu sonuçlar, Tolstoy uzmanlarının; “tek bir Tolstoy mu yoksa iki farklı Tolstoy mu vardır?” konusundaki eski tartışmalarını daha da karmaşık hale getirmiştir. Yani, Tolstoy’un din değiştirmesi bir sanatçı ve düşünür olarak gelişimine ket vurmuş mudur? Tolstoy’un iki farklı kişilik sergilemesi konusundaki görüşü reddetmek için geçerli nedenler bulunmaktadır.
Tolstoy’un eserlerinin Jübile Baskısı’nın baş editörü Nikolai Sergeyeviç Rodionov, coşkuyla “tek Tolstoy” teorisini desteklemektedir. Tolstoy’un dinî düşünceleri konusunda ABD’deki en tanınmış otorite olan Richard Gustafson da ona katılmaktadır. Gustafson “İtiraflarım’da ifade edildiği söylenen teorik anlayış ve davranışlardaki radikal farklılıkların buradan çıktığına dair geçerli bir kanıt olmadığını yazmıştır. Medzhibovskaya’nın Tolstoy’un ruhsal değişiminin “uzun bir din değiştirme süreci”nden kaynaklandığını ortaya koyması Tolstoy’un dönüşümün her şeyden öte bir “yenilik” olduğuna dair görüşü savunurken, bir yandan da Tolstoy’un dinî düşüncelerinin devam ettiğinin de altını çizmektedir.
Benim bu sorun konusundaki yorumum ise, Tolstoy’un hayatı boyunca bir ruhsal arayış içinde olduğu ama 1878-1879 yıllarında James tarafından tanımlanan din değiştirme tipolojisiyle uyumlu olan eski yargılarından uzaklaşarak psikolojik bir “kırılma” yaşadığı yönündedir. Hayatının geri kalan bölümünde, Tolstoy bu kırılmanın etkilerini yaşamıştır. Benim fikrime göre, bu hiçbir şekilde, Tolstoy’un din değiştirmesinin edebi bir hile olmaktan başka bir önemi olmadığı veya İtiraflarım’ın yazarının başına bu eseri yazdıracak “hiçbir şey” gelmediği anlamına gelmez. 1879’dan önce yazdığı önemli eserlerinde, Tolstoy toplumsal ikiyüzlülük ve gösterişten acımasızca söz etmişti. Savaş ve Barış, yaşlı Kont Bezuhov ölüm döşeğindeyken mirası için yapılan yakışıksız mücadele; miyop Pierre’in ilk evliliği için yönlendirilmesi; Pierre’in ilk karısı Hélène ile çekici ama aptal Anatole Kuragin’in yer aldığı aldatma öyküleri, cimri ve kötü kalpli Dolokhov, yaşlı Kont Ilya Rostov’un anlamsız bir gurur gösterisiyle genç Nikolay Rostov’un kumar borcunu kapatmaya çalışmasının anlatıldığı bir eserdir. Anna Karenina ise, Rusya’nın devlet erkanı ile asilzadelerinin odalarında ve ötesinde gezinen, toplumun üst sınıflarının ikiyüzlülüğünün tahlilidir.

Bu erken dönem boyunca, Tolstoy entelektüel kahramanı olan Jean Jacques Rousseau’dan derinlemesine etkilenmiştir, onun gibi üst-sınıf ikiyüzlülüğünün ve sonradan görmeliğinin altını çizmiştir. Bu nedenle, Tolstoy’un 1879’dan sonraki eserlerinde bu toplumsal eleştirinin görülmesi şaşırtıcı değildir.

Yine de, tinsel metinlerinde varlıklı Rusların sosyal bozukluklarının sürmesini sağlayan alaycı ve denetimden uzak hayatlarına çok da fazla değinmemiştir. İtiraflarım’da, Tolstoy çağdaşlarını dine karşı kayıtsız olmakla, bencillikle ve kendi kendilerini kandırmakla suçlamıştır. Ayrıca çalışan sınıfın, ki onlar birçok batıl inanca sahip olsalar da daha dürüst yaşamakta ve sosyal olarak kendilerinden daha üstün olanlara göre daha mutlu ve onlarla mukayese edilmeyecek kadar huzurlu ve neşeli hayatlar sürdürmektedirler, manevi değerlerini görmemekle de suçlamaktadır.
Tolstoy şöyle der: “Biz, bütün zengin ve eğitimli insanlar…. gerçekten de çıldırmış gibiyiz.” Eğitimli elitler, yazara göre, kendilerinin “tamamen insan” olduklarını anlamamaktadırlar. Elitler, dürüst yaşamamaktadırlar çünkü kendilerine yanlış soruyu sorup durmaktadırlar –“Niçin yaşamalıyım?”– Halbuki doğru soru “Nasıl yaşamalıyım?” olmalıdır. Bu yüzden de, hayatlarını inanç üzerine kurmamışlardır.

Tolstoy’a göre, “İnanç bir yaşam gücüdür. Eğer bir insan yaşıyorsa, o zaman bir şeye inanmak zorundadır… İnanç olmadan yaşamak imkânsızdır.” Yani 1879 sonrası Tolstoy için hayat, Tanrı olmaksızın açıklanamazdı; “Tanrı’yı tanımak ve onu yaşamak aynı şeydir. Tanrı, hayatın ta kendisidir.” Neye İnanıyorum? adlı eserinde Tolstoy “dünyadaki yanlış öğretilere” saldırmıştır. Bunların, toplumsal ikiyüzlülüğün nedeni olduğunu savunmaktadır. Maddi kazanç için, insanlar doğayla olan bağlantılarını koparmış ve insanlık dışı yaşam koşulları olan kentlerde yaşamlarını sürdürmeye başlamışlardır. Sağlıklı fiziksel iş gücü yerine sağlıksız bürokratik rutinlere kendilerini kaptırmışlardır, cinsel flörtler uğruna düzgün aile hayatlarını tehlikeye atmışlardır, yüksek sosyetenin ikiyüzlü ilişkilerine dahil olabilmek için çalışan sınıfla kolayca iletişim kurmayı reddetmeye başlamış ve sağlıklı beslenme alışkanlıklarını bırakarak, her türlü sağlıksız bağımlılığa kendilerini kaptırmışlardır. Bu arada da, yeni, mantık dışı modern düzenin gelişimi simgelediğini savunmaya devam etmektedirler. Tolstoy’a göre, gerçekte modern sosyal düzenlemeler, partizanlarının birbiri ardına “aptallık” yapması üzerine kurulmuştur, ancak İsa’nın yolundan gitmek, basitçe “aptallıklar yapmamak” demektir. Çelişkili olarak, eğitimli elitler modern imkânları terk etmenin kendilerini acı çekmeye yönelteceğini düşünürken, onları derinlemesine acı çekmeye iten unsurların bizzat bu imkânlar olduğunu, onların daimi şehitliğe benzer ağır şartlarda bir hayat sürmelerine neden olduğunu göremezler. Hayat Üzerine Düşünceler’de, modern toplumları insanların “mantıklı açıklamaları olmayan hayatlar” sürdükleri, davranışlarının önemi üzerine birbirlerini kandırdıkları ancak bu davranışları “kendilerinin bile tam çözemediği gizemli anlamlara sahip olarak” nitelendirdikleri ölüm kültürleri olarak sınıflandırmıştır. Modern toplumlar, bireysel davranışların sürü psikolojisiyle analiz edilebileceği konformizmin ıslah edildiği alanlardır. Tolstoy’a göre “bu karmaşık, kargaşa yaratan insan davranışları; ticaret, demiryolları, bilim, sanat gibi eylemleriyle yalnızca yaşamın kapısını zorlayan çılgın bir kalabalığın baskısından başka birşey değildir.” Diğer taraftan, konformist halk, bencil bireylerden oluşmakta, bunların her biri “diğerlerinin kendilerini değil, sadece onları sevmesini” çılgınca umut etmektedir. Tolstoy’un öne sürdüğüne göre, modern bireysel mutluluk rüyası bir yanılsamadır, çünkü kaynakların hepsine rekabetçi bir savaş ilan eden bir düşüncedir; maddi tatminler, doğaları gereği geçici ve çoğunlukla yıkıcıdır ve bireysel mutluluk kaçınılmaz olarak ölüm gerçeği ile yok olacaktır. Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir (Tsarstvo bozhie vnutri vas, 1890- 1893 arası yazılmış, 1893’de basılmıştır) adlı eserde, Tolstoy’un çağdaşlarının betimlenmiş ahlaki değerleriyle (herkese insanca davranmak, evrensel kardeşlik gibi) “bunlara tamamen zıt davranış biçimleriyle şekillenen bir yaşam biçimi” arasında “yaygın bir karşıtlık” yaşamaktan mustarip olduklarına değinilmektedir. Böylece, devlet görevlileri kendi kendilerine düşünmektedirler: “Hepimiz kardeşiz, ama benim maaşım fakir işçilerin vergileriyle ödeniyor, ben de bu parayı avare ve lüks bir hayat sürebilmek için harcıyorum.” Böylece, eğitimli insanlar entelektüel sorumluluklarıyla (örneğin mantık yürütme) devlet bütçesinin kaçınılmaz olarak arkaik kurumları (örneğin Rus İmparatorluk Mahkemesi) ve ahlak dışı olanları (Ordu) desteklemesi gibi politikanın çıkarcı gerçekleri arasında bir zıtlık hissi yaşamaktadırlar.

Derinine inersek, Tolstoy’un çağdaşları tanımlanmış insan sevgileri ve kanlı kurumlara duydukları sadakat arasında kalarak acı çekmektedirler. Bu zıtlık sonucunda “günümüz insanları kendilerini şarap, tütün, esrar, kumar, gazete okumak, yurtdışı seyahatleri ve her türlü eğlence ile oyalayarak içlerindeki korkunç baskıdan kurtulma yolları bulmaya çalışmaktadır.”
Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir adlı eserinde Tolstoy, ikiyüzlülüğün öncelikle sistematik bir olgu olduğu, bireysel bir özellik olmasının ikinci sırada geldiğini belirtmektedir. Tolstoy’a göre, devlet modern ölüm kültüründe derinlemesine suçludur. Neye İnanıyorum? adlı eserinde, devletin bizatihi varlığının –sadakat yeminleri, mahkemeler ve ceza sistemi, aşağılayıcı vergilendirme planları, orduları, savaşlar ve emperyal arzuları ile– İsa’nın “komşunu sev”, komutuyla zıt düştüğünü ima etmektedir. Ancak İsa’nın karşı koymama mesajını izleyerek devrime ulaşmak, Rusya’nın devrimci partilerinin savunduğu birçok fikri izleyerek ulaşmaktan daha olasıdır.

Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir adlı eserinde, Tolstoy devletin, bir kurum olarak, bireyden büyük ama insanlıktan küçük toplumsal oluşumlar olan “toplumsal gruplarla” yönetilmesinin dünya tarihinin bu döneminin bir özelliği olduğunu belirtmiştir. Bu dönemde, sosyal dinler “bu grupların liderlerini (aşiret reisleri, aile büyükleri ve politik egemenler) yüceltmiş ve bu grupların tek koruyucusu ilan etmiştir”. Her ne kadar devlet, dünya tarihi sürecinde bir yan-ürün olsa ve bu yüzden de “mantıklı” bir varlığı olsa da aynı zamanda insanlık dışı ve bu yüzden de akla uygun olmayan ve şiddet üzerine kurulu bir kurumdur.

Kaynak: Diriliş – Lev Nikolayeviç Tolstoy (Önsöz’den bir bölüm)  | Çeviren: Elif Uras Akhan

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz