Tolstoy mu Dostoyevski mi? Bir Anlaşmazlığın Hikâyesi – Karen Haddad-Wotling

184

Tolstoy’dan yedi yaş büyük olan Dostoyevski, ondan otuz sene önce ölmüştür, ama ikisi de en önemli eserlerini aynı dönemde –1840 ile 1880 yılları arasında– vermiştir: Rusya’nın geçirdiği değişimde belirleyici olan ve haklı nedenlerle Rus edebiyatının altın çağı olarak telakki edilen dönemde. Hiç karşılaşmamış ve görünüşe göre her açıdan birbirinin zıttı olan, her biri aynı Rusya’nın farklı bir yüzünü temsil etmekle kalmayıp sanatla ve hayatla da hepten farklı ilişki kuran iki adam.

İki yazara da eşit derecede hayran olduğunu düşünen okur, sonunda bir tercih belirtmek zorunda kalacaktır: Bana Dostoyevskici mi, Tolstoycu mu olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.

George Steiner, kendinden önce pek çok kez ele alınmış bu soruyu meşhur Tolstoy mu Dostoyevski mi* (1959) adlı kitabında yeniden ele alarak tartışmanın özünü belki de kesin olarak dile getirmiştir: “Tolstoy ile Dostoyevski arasında seçim yapmak, varoluşçuların angajman diye adlandırdığı durumun habercisidir.” Rus romanının iki büyük devini kıyaslamak gerçekten de klasik bir izlek, hatta bir eleştiri toposudur ve bundan dolayı, Steiner’in de dediği gibi, iki yazara da eşit derecede hayran olduğunu düşünen okur, sonunda bir tercih belirtmek zorunda kalacaktır: Bana Dostoyevskici mi, Tolstoycu mu olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. İki çağdaş: Tolstoy’dan yedi yaş büyük olan Dostoyevski, ondan otuz sene önce ölmüştür, ama ikisi de en önemli eserlerini aynı dönemde –1840 ile 1880 yılları arasında– vermiştir: Rusya’nın geçirdiği değişimde belirleyici olan ve haklı nedenlerle Rus edebiyatının altın çağı olarak telakki edilen dönemde. Hiç karşılaşmamış ve görünüşe göre her açıdan birbirinin zıttı olan, her biri aynı Rusya’nın farklı bir yüzünü temsil etmekle kalmayıp sanatla ve hayatla da hepten farklı ilişki kuran iki adam. Toplumsal eşitsizlik Bir yanda kont, toprak sahibi, önceleri zevkusefa süren, yan gelip yatan bir adamken ömrünün geri kalanında malından mülkünden kurtulmaya uğraşacak, sonunda barışçı ve şiddete başvurmayan, uzlaşmaz ve sofu bir Hıristiyanlık vaaz eden biri olup çıkacak; öbür yanda yoksul öğrenci, gençliğinde sosyalizme angaje olmasının bedelini ömrü boyunca ödeyecek kürek mahkûmu sürgünden döndükten sonra siyasi gericilik ve Ortodoksluk savunucusu, asık suratlı bir milliyetçi olup çıkacak.

5 Yazar Cevaplıyor: Hangisi Daha Büyük Dostoyevski mi, Tolstoy mu?

Birisi aynı kadınla kırk küsur yıl yaşamış, ona on üç çocuk vermiş, sonra bugüne kadar kadınlara karşı yazılmış en şedit yergi olan Kreutzer Sonat’ta evliliği, tensel arzuyu, aileyi inkâr etmiş, ölümün eşiğinde ailesini bırakıp gitmiştir. Öbürü fırtınalı aşklar yaşamış, sonra sevgi dolu bir aile babası olmuş, çocukların yaşadığı ıstırap eserinin mihenk taşı haline gelmiştir. Biri ekinleri, ayı avını, elleriyle çalışmayı, köylüleri över; öbürü modern şehirlerin sislerini, ayyaşları, canileri, fahişeleri. Bununla birlikte yolları uzaktan kesişir, uzaktan boy ölçüşürler. Dostoyevski, Tolstoy’un gitgide radikalleşen bir çizgide ilerleyişini, özellikle mal mülk ve parayı reddedişini göremeyecek kadar erken ölmüşse de, kendinden yaşça küçük olan yazar hakkındaki yargısında öncelikle bu toplumsal eşitsizlik öne çıkar: Dostoyevski, Tolstoy’a kendisinden daha fazla ödendiğinden, kendisi sadece yazarak geçimini sağladığı için hor görüldüğünden durmaksızın şikâyet eder. Gerçekten de Tolstoy, feci şartlar altında eserini üreten Dostoyevski’nin durumuna asla düşmemiştir. Dostoyevski’nin, alacaklıları gırtlağına çökmüşken, henüz yazmadığı romanlarını sattığı olur, kendisini hiç tatmin etmeyen bir sonuç almak pahasına hep sıkışık bir halde, dar vakitlerde çalışır. Tolstoy ise ağır ağır yazar, hatta hayatının bazı dönemlerinde, öğretmenliğe veya topraklarının idaresine öncelik vererek edebi faaliyetini durdursa da, okurların ve yayıncıların peşinde koştuğu bir isim olmayı sürdürür. Bu hınç, Dostoyevski’nin sert eleştirilerinde kendini belli eder şüphesiz; mesela Anna Karenina yayımlandığında (1875), “Derebeylik ailesiyle ilgili hep aynı vakayiname” diye yazar, ona göre Tolstoy, Savaş ve Barış’tan beri yeni bir şey söylememiştir… Tolstoy’un romanının tam da altüst olmuş haldeki Rus toplumunda –evlilikte, aile içinde, köylüler ile beyler arasında– birlikte yaşamanın zorluğunu konu edindiğini düşünecek olursak, en azından haksız bir eleştiridir bu. Fakat aynı esnada Dostoyevski Delikanlı’yı yazmaktadır; bu eseri, ilerde Karamazov Kardeşler’in de ortaya koyacağı gibi, toplumun parçalanmasının habercisi olan yeni ailelerin, “tesadüfi ailelerin” varlığını ortaya koyar. Dostoyevski’ye göre Tolstoy, artık var olmayan bir toplumu tasvir eder; o romancı değil tarihçidir, ancak Anna Karenina’da (hayattayken okuyabildiği son büyük Tolstoy romanında) “yakıcı bir güncellik” olduğunu da teslim eder. Ama bunu yapmasının sebebi, romanda dile getirilen siyasi tercihlere, özellikle Tolstoy’un gitgide artan antimilitarizmine şiddetle karşı çıkmaktır. Tolstoy da az kötü niyetli değildir. 1881’de, Dostoyevski öldüğünde, Tolstoy belki de ilk defa hayranlığını belirtir: “O ölünce, ona ihtiyacım olduğunu, bir dost, bir akraba gibi bana ne kadar yakın, benim için ne kadar kıymetli olduğunu anladım.” Onu asla bir rakip olarak görmez: “Kendimi onunla kıyaslamak aklımın ucundan bile geçmedi – asla.” Fakat bir müddet sonra daha katı bir yargıda bulunur: “İyi ile kötü arasındaki içsel çatışmanın en hararetli safhasında ölen bir adamı peygamber ve aziz mertebesine çıkardılar. Evet, heyecan ve ilgi uyandırıyor, ama hayatı sırf kavgadan ibaret olan bir adamın heykelini dikemez, gelecek nesillere örnek gösteremezsiniz.” Bu tasvip etmeyen tavrı giderek şiddetlenecektir. Astapovo’daki istasyon şefinin küçücük evinde, Tolstoy’un ölmeden önce istediği kitaplar arasında Montaigne’in Denemeler’iyle birlikte Karamazov Kardeşler bulunsa da, Dostoyevski hakkındaki yargısı keskinliğini korur: “Bu anti-edebiyat, bu tutarsızlık, bu yapmacıklık, en ciddi konuların gerçeklerle yakından uzaktan ilgisi olmayan bir şekilde ele alınması karşısında duyduğum tiksintiyi bir türlü bastıramıyorum.” Tolstoy’un Dostoyevski’de takdir ettiği şey onun gençlik eserleridir, Ölüler Evinden Anılar ya da Ezilmiş ve Aşağılanmışlar gibi, toplumsal içeriği son derece çarpıcı olan eserleri. Bununla birlikte, iki yazar arasında entelektüel bir diyalog var mıydı? İkisinin de romanlarından hiçbiri diğerinin eserine doğrudan cevap şeklinde tasarlanmışa benzemese de, yazdıkları ve yaptıkları, bazen araya yıllar girse bile, aynı sorulara karşılık verir gibidir: edebiyat ve hayat, iman ve siyasi eylem. 1859’da Yasnaya Polyana’daki köylüler için bir okul açan ve eğitim üzerine kafa yoran Tolstoy, gitgide edebiyatı ve genel olarak sanatı, halkın işine yaramadığı gerekçesiyle (sosyalist gerçekçiliğin ne yazık ki o meşhur kuramlarını önceleyerek) reddetme noktasına varır. Tolstoy İtiraflarım’ın iyi bilinen bir pasajında, kendi edebi faaliyetini de şu şekilde yargılar: “Şunu anladım ki, yapmış olduklarımın ne asil bir tarafı ne de bir balede birbirine sarılmış şekilde dans eden çıplak bacaklı kızların yaptıklarından bir farkı vardı.” Ömrünün sonuna doğru yalnızca halk masalları yazar, fakat son bir “büyük roman” yayımlamaktan da kendini alamaz; didaktik ama yine de romanesk olan Diriliş, kimilerince Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar’ına bir cevaptır. Dostoyevski ise edebiyatın rolünü hararetle savunur: Ancak kurmaca sayesinde, özellikle de bütün bakış açılarının karşı karşıya gelebildiği romanda, tam da en yakıcı güncellikteki temel meseleler ortaya konabilir; halkın da entelektüeller gibi, olanca karmaşık bütünlüğü içinde edebiyata ihtiyacı vardır. Üniforma olarak el arabası Nihayet en zehir zemberek diyalog ideolojik düzeyde olacaktır (Dostoyevski daha uzun yaşasaydı şüphesiz bu daha da şiddetli olurdu). Resmi dinsel hiyerarşi ve teamülden koparak Hıristiyanlığın kaynağına, İncil’e dönüş ile çilecilik karışımı olarak adlandırılan Tolstoyculuk, son yıllarında Rus milletinin kimliği hatta selameti olarak gördüğü Ortodoks dinini her fırsatta savunan Dostoyevski’nin hiç hoşuna gitmezdi herhalde. Dostoyevski özellikle sürgünden döndüğünden beri özgürlük adına, devrimci ütopyaya, sosyalist ideale yönelik acımasız eleştiriler dile getirmiştir. Nihilistleri yargıladığı Ecinniler dışlanmasına mal olacak, bu dışlanma Sovyet rejimi devrinde de sürecektir. Tolstoy ise 1905 devrimini destekler, sonradan, pek çok yanlış anlaşılma pahasına yeni rejimin ünlü bir yazarı haline gelir. Lenin onun eserini “Rus devriminin aynası” olarak nitelendirmemiş midir? Dostoyevski hayattayken sosyalist Tolstoy’u değil, okurların göklere çıkardığı yazarı, çelişkiler içindeki zengin toprak sahibini tanıyabilirdi ancak. Fakat Anna Karenina üzerine yazdığı makalesinde, ayrıcalıkları yüzünden acı çekenlere, dönemin moda deyişiyle, “halka gitme”ye başlayanlara seslenen Dostoyevski şu tavsiyede bulunur: “‘Yeme, içme, hiçbir şey yapmama ve avlanmanın size acı verdiğini hissediyorsanız, bunu gerçekten hissediyor ve sayıca çok kalabalık olan ‘yoksullar’a gerçekten o kadar acıyıp üzülüyorsanız, o halde dilerseniz malınızı mülkünüzü onlara bırakın, ortak çıkar uğruna kendinizi feda edin ve herkesin iyiliği için gidip çalışın.” Bununla birlikte Karamazov Kardeşler’in yazarı biraz zalimce şunları ekler: “Ama bu konuda da filanca hayalperestleri, ‘Ben derebeyi, kont değilim, mujik gibi çalışmak istiyorum’ dercesine el arabasının kollarına yapışıverenleri taklit etmeyin. El arabası da bir üniformadır.” Mujik olmayı hayal eden adamın, yirmi beş yıl sonra, el arabasının kollarına yapışıvereceğini, ailesini ve topraklarını terk edeceğini, ama yine de “derebeyi” Tolstoy olmayı sürdüreceğini bilmişçesine.

Le Magazin Littéraire | Fransızcadan çeviren: Sosi Dolanoğlu

*George Steiner, Tolstoy mu Dostoyevski mi, Çevirmen: Sevda Çalışkan Yayınevi, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz