YILMAZ GÜNEY: HACCA GİTSEM, ORADA BİLE TANRI’DAN ÇOK SENİ DÜŞÜNÜRÜM…

KÖTÜSÜNÜ DE SEVİYORUM ŞU İNSANLARIN

Yağmur altında bilmediğim sokaklarda, bir ıslıkla delicesine dolaşmak yahut şapkasını rüzgâra kaptırmış bir adamın hâline gülmek ihtiyacını duyduğum şu anda, sıcak salebimi yavaş yavaş yudumluyorum. Yağmur, bütün hızıyla sokakları delmeye çalışıyor. Dışarıda olmadığıma seviniyorum, hem de üzülüyorum. Soğuk değil, yine de üşüyorum. Ara sıra geçen otobüs ve otomobiller, paltosunun yakasını kaldırmış insanlar, ıslak herifler, yaşama sevinci ile soğuktan korunmaya çalışan kimsesizler… Camdan bunları, karşı vitrinin mavi ışıklarını görebiliyorum. Mavi ışık altında bir eşarp var. Miray bunu başına bağlasa ne kadar yakışır kim bilir! Saçları alnına dökülür; “Ne iyi ettin de aldın,” der, gülerim.

Yağmur yavaşlar gibi oldu. Bulutlar uçuştu, masmavi gök ışıdı. Yağmur bütün bunları yere indirmişti. Elleri cebinde, burnu kıpkırmızı bir çocuk vitrindeki pastalara bakıyor. San kirli saçlarından alnına süzülen damlalar dudaklarını parlatıyor. Gözleriyle delmeye çalıştığı cam, kalınlaştıkça kalınlaşıyor.

Yalnız kalmanın verdiği acı düşünceler rahatımı kaçırıyor. Her şeyde bir güzellik bulan ben, kötü, karamsar bir adam oluveriyorum. Gözüme çarpan şeyler hep iğrendirici. Kendimden utanıyorum. Ama çocuğun kirli, çiçekbozuğu yüzünden çok, ışıl ışıl, mavi güney gecelerini andıran gözlerine bakmaktan kendimi alamıyorum. Allah, geceyi bütün ışıklarıyla bu çocuğun gözlerinde unutmuş. Çocuğa el edip çağırdım. Çekingen bir hâli var. Oturmasını söyledim, kirletmekten korktuğu sandalyeye oturdu. Etrafına bakındı, çekingenliğini gömecek göz bulamadı. Sıcak bir salep ısmarladım. Bu çocuğa bir yakınlık duyuyorum. Sarı kirli saçlarını mı yoksa bu kıpkırmızı burnu ilenu mu sevdim?

Yalnızlığımı bu çocukla paylaşmak istiyorum. Acaba paylaşır mı? Gittikçe kanım kaynıyor çocuğa. Kim bilir, belki biz ilk dünyaya gelişimizde kardeştik? Belki abimdi? Şimdi küçük olduğuna ne bakıyorsunuz. Olur ya, belki yüzündeki kirler de o zamandan kalmadır. Bir daha etrafına bakındı. Gözlerime çakılan korkak bakışlarında bir iyilik borcu saklı; “Bunu er geç ödeyeceğim,” diyor sanki. Ayaklarıma sürünen kediyi alıp seviyorum. E. Ailen Poe’nun siyah kedisini düşünüyorum. Belki bu kedi o’dur. Niye olmasın? Çocuğa baktım, sıcacık salep ağzını yaktı, yutkundu, gözleri yaşardı. Kedinin ayakları çamur, gözleri de başka başka. Biri sarı, biri mor… Unutmak için savaştığım ama bir türlü unutamadığım insanların gözleri… Hepsinin gözü burada, hepsi beni arıyor. Hepsinde ben varım. Onlardan ne kadar uzaklaşmaya çalışsam, yine de yanlarından ayrılamıyordum. Kalbim onlarla. Beni onlardan birinin gözünde, birinin ıslak saçları arasında üşürken bulabilirsiniz. Kim bilir belki, küçük esmer bir kalbin sol kulakçığı benim olur. Onun sıcaklığını duyuyorum. Yanımdaki çocuğu unuttum. Pastasını yiyordu, her ısırışta bitmemesine dua ederek. Yediği pastasının bitmemesi beni de onun kadar sevindirecek. Çocuk konuşmuyordu, ağzı dolu. Konuşmasını da istemiyorum ya… Neden böyle bir hissin etkisi altındayım? Salt sussun, gözlerine baksın, gülsün. Konuşurken belki sesini, belki şivesini beğenmem. Onun gördüğüm gibi kalması en iyisi.

Girdiğimde sessiz olan bu yer, şimdi insan kokusu ile dolu. Onların çılgın çocuksu neşesi, sevinci sevincim oluyor, iyisini de kötüsünü de seviyorum şu insanların. Bu mutluluk içinde gülüyorum. Böyle deli gibi gülmeme çocuk da gülüyor. Dişleri bembeyaz, sevincimiz yerinde. Yine gülüyoruz, gülüşümüze pastane gülüyor. Resimdeki asık suratlı adamlar gülüyor, dünya gülüyor.

Yılmaz Güney
Gençlik Öyküleri
Salkım, Haziran 1956, Adana

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz