Tomris Uyar: Doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli

“Bendeniz bir sessiz film piyanisti gibi dışarıdan eşlik ettim olaylara. Hayat, büyük hesabıyla akıp giderken ben, karanlık odalarda, ince dökümlerle uğraştım. Ta gençliğimden başlayarak.”

Füsun için
Ferdi, efendim, evet FERDİ.
Önce adımı soracağınızı söylemişlerdi. Yılmaz bey oğlum söylemişti. Sonra, doğum yılımı soracakmışsınız. Yalnız doğum yılına kadar uzaklara gitmeden önce biraz dinlenelim isterseniz. Size önemli bir belge sunmak istiyorum da. 1 No’lu belgeyi. Şu fotoğrafı:

Rica ederim bir göz atın. Lütfen. Bakın, bir otel odasındayım. Nereden belli derseniz Lin bey oğlum, battaniyenin kaplanış biçiminden diyeceğim, bir de demir karyolanın cinsi var tabii. Bakınız, akşam da çökmekte dışarda.

Mintanıma, mintanın kıvrılmış kollarına, pantolon askıma, sol elimi tam bir vazgeçmişlik içinde dizlerime bırakışıma bakın lütfen.

Ama öbür elimdeki rakımı ne güzel yudumluyorum değil mi?

Yalnız yalnız?

Bu fotoğrafı kimin çektiğini soracaksınız, maalesef bilmiyorum. Bugün, sizinle buluşmaya gelmeden önce çok düşündüm ama bir türlü bulamadım. Belki de kat temizleyicisi çekmiştir ya da akşamlan odama uğrayan bir katip. Bolca bahşiş verdiğim, hatırlarını sormakta kusur etmediğim hısım dostlardan biri. Bu deyimi çok severim ama size ne demek olduğunu açıklayamam şu anda, uzun sürer.

Lin bey oğlum, hesap uzmanı sıfatıyla çıktığım ya sonuncu turnedir bu ya sondan bir önceki. Orası kesin. Daha o gün bu gerçeği sezmiş olacağım ki hayatımın özeti sayılabilecek bu anı özel tarihime geçirmek istemişim.

Belki de otelde sürekli kalan başka bir yalnız müşteriye rica etmişimdir. Hep açık duran oda kapımdan onun ayakyoluna geçişini görmüşümdür. Siz bu güneş nedir bilmeyen izbe otelleri bilmezsiniz, efendi oğlum. Loş sofalarda karşılaşan ihtiyarlar birbirleriyle nasıl utanarak selamlaşırlar. Dünyada kimse onları istemiyor gibidir. Sabah kahvaltısında geceden sağ çıkanların dökümünü nasıl telaşla yaparlar, bilemezsiniz. Biri sofraya gelmese, kimse gidip odasına bakmak istemez. Dünyanın her yerinde bir aileyiz biz.

Sakın dünyadan örnek getirip sizi etkilemeye çalıştığımı sanmayın lütfen. Evrensel kimsesizliğimle size baskı yapmayı düşünmem bile. Fotoğraftaki adamın avurtlarının çöküklüğü, sehpanın üstündeki çerçeveli fotoğraf, dışardaki karanlık, çok bakarsanız, yüreğinize işleyebilir gerçi. Yine de ben olaylara batılı bir tarafsızlıkla yaklaşmaktan yanayım. Öyle yetiştirildim. Evet, neresinden bakarsanız bakın, eski, silik, çağdışı bir fotoğraf. Sonra, sizinle alışverişe başladığımızda, takasa yani, bunu gözönünde tutacağım.

Şimdilik şurada önünüzde dursun da bir cigara yakayım.

[1933 yılında, 3 Kanunuevvel Pazar’ı 4 Kanunuevvel Pazartesi’ye bağlayan gece, saat 20.00’de Adliye Sarayı yangını başladı. Saniyede 50 metre hızla esen rüzgarla hızla yayılan yangın, iki gün içinde Hukuk Mektebi’ni, Maliye Nezareti’ni ve İstanbul Adliyesi’ni barındıran 217 odalı ahşap yapıyı kül etti.

Yangında bir odacı yanarak can verdi.

Zarar, yüz milyon Türk lirası olarak saptandı.

Olay sırasında, yarım milyondan fazla dava dosyasının yokolması, yangında kasıt aranmasına yol açtı. Dava açıldı ama olay kısa sürede örtbas edildi.

İki gün boyunca ağlayan, iç geçiren, ara sıra coşup naralar atan kalabalığın yaşamını bunca derinden etki içmesine karşın, zamanla unutuldu yangın. Aralık ayında çıktığı bile unutuldu da İstanbul’un ünlü şakacı “patlıcan mevsimi” yangınları arasına katıldı, karıştı. Özel gerçekliğini yitirdi zamanla, saydamlaştı. Onu Fatih yangınıyla karıştıranlar bile oldu.

Çok sonraları, Boğaziçi kıyılarından Beykoz önlerinde çarpışan iki yabancı tankerin alevlerini aynı coşkuyla izleyen aynı panayır kalabalığı da gördükleri yangını kısa sürede unuttular.

Her dönemin ünlü bir yangını vardı, o dönemi sona erdiriyordu, o kadar.

3 Kanunuevvel Pazar gecesi, İshak Paşa Sokağı’nın bulunduğu mahallede yangına katılmayan tek kişi Ferdi’ydi. Artık delikanlı sayılırdı, gelgelelim büyüklerinin sözünden çıkmazdı, çıkamazdı.

Annesiyle babası, çiftekavrulmuşları mendillerine doldurup gitmişlerdi, simitçilerin, colukçocuğun, kulağı kesiklerin, hammininelerin, ağababaların arasında yerlerini almışlardı.

Ferdi, evde tek başınaydı. Pencereden bakıyordu. O sırada, göğe yükselen yoğun kara dumanlardan içli bir delikanlılık düşü yarattı. Sedirde uyuklayan alacalı kedisi Mestan’a sarıldı. Bu is renkli düş, yaşamı süresince yanında taşıdığı bir özelliğin kaynağıydı: Ferdi, o günden sonra cigarasını hep çift kibritle yakacak, kibritleri söndürmeden tablaya atacak, ateşe bakarken hem o yangının, hem de yoksun bırakıldığı tanıklığın anısını diri tutacaktı. Kedisi Mestan da çeşitli kılıklara girip yönlendirecekti yaşamını.]

Doğum tarihine geçmeden önce size bir bilgiyi aktarmakta yarar görüyorum Lin bey oğlum.

Demin düşünüyordum da, bizim ülkemizde geçmişler ne kadar kısa, ne kadar da kısa süreli. Bizler, tarihimizi hep on ya da on beş yıllarla düşünürüz.

Yanlış anlamayın, dış dünyadan yenilikler çarçabuk erişir bize, ne var ki parıltıları çabuk biter, çabuk aşınırlar. Dün yepyeni olan bir kavram, bir akım, umut veren bir ad, bir yüz, bakarsınız bugün daha süresi dolmadan yıpranmış. Eşelenmemiş, karanlık tarih dilimlerinin arasında bir yere kayıvermiş.

O yüzden diyorum ki, bizim ülkede tarih arayacaksanız Lin bey oğlum, kitaplara bakmayacaksınız. Ama bir insan yüzünde, eski bir yapıda, bir sokakta ya da şu önünüzdeki fotoğraf gibi bir kartpostalda, yüz yılı bir anda kavramanıza yetecek onar yıllık ayrıltılar bulabilirsiniz.

Benim doğduğum İshak Paşa Sokağı’nı ele alalım isterseniz. Efendim bu sokak, bir taksinin ancak geçebildiği bu daracık, taşlan harap sokak, kimbilir kaç onbeş yıldır, aykırı rüzgarlara göğüs germiştir, kendisini enlemesine kesen çamaşır iplerini nasıl atlayıp dolambaçlı yollardan da olsa kıyıya inebilmiştir.

Doğduğum ev, 13 numaradır. Benim çocukluğumda yıkılmak üzereydi, bu gün de yıkılmak üzere. Tahtaların arasından süren yeşil otlara asla boyun eğmedi. Parmaklıklı pencerelerine eklenen son bir fesleğen saksısıyla dengesini yitirmedi, çökmedi.

İşte size alçakgönüllü, sırdaş bir İstanbul sokağı, kapısına asılmış çamaşırlardan içinde yaşayanlarını elevermeyen sırdaş bir eski İstanbul evi.

Bu evde zamanında iki düş yaşadı. Birini demin anıyordum (batılı bir tarafsızlıkla) da takasta bir değeri olmayacağına karar verdim.Siz ne de olsa bizlere yabancısınız Lin bey oğlum.

Bir dakika, basıyorum, başlıyorum:

Doğum tarihim 1916’dır. Size sunacağım ikinci belge, 2 No’lu belge, Yavuz zırhlısının fotoğrafıdır. Eski bir dergiden kestim. Sizin gibi dünyanın dört bucağım gezmiş, ta Çin’den Amerikalara kadar gitmiş bir uzmanı bu fotoğraf da etkilemeyebilir, ilgilendirmeyebilir.

Ama o yıllarda bizlerin gözünde neydi o, biliyor musunuz? Sizin Süpermeniniz gibi bir şeydi. Anlatabiliyor muyum acaba?

Yine o yıllarda, akşam yemeklerinden sonra sofrada hep Yavuz konuşulurdu. Ve sofra bizde çok önemlidir.

Yavuz rahmetli, 1912 yılında Alman tezgahlarında yapılmıştı. Asıl adı Göben’di ama sonra hem Müslüman hem Türk olmuştu.

Beş milyon Osmanlı altını karşılığında satın alınmıştı devletimizce.

23.000 ton ağırlığındaydı.

Yavuz, 30 Ekim 1914’te Odesa’yı topa tutmuştu da Cihan Savaşı’na katılmak zorunda kalmıştık.

Yavuz yara almazdı, şerbetliydi.

Yavuz’u kimse yenemezdi.

Rahmetli, 1950’de görevden alınana kadar milletimizin övünç kaynağıydı. Sonra unutuldu.

Aman yanlış anlamayın Lin bey oğlum. Beni asker ruhlu, yiğit bir adam sanabilirsiniz, söylediklerime bakıp.

Bendeniz, İstanbul Mektebi Mülkiye’sini bitirip şanlı ordumuza katıldığım yıllarda da asker değildim galiba. İaşe subayıydım. Kendi halinde bir iaşe subayı.

Çürük sebzeleri, meyveleri hep geri çevirdim, orası öyle. Rüşvet almadım, yolsuzluk yapmadım. Ama askerlik ne kadar uzun sürdü, anlatamam. Günler, hızla geçiyordu da aylar geçmek bilmiyordu. Benim yazıp çizme, hesaplama serüvenim de daha askerlikte başladı denebilir.

Bakın o döneme ilişkin hiç fotoğrafım yok, inanılır gibi değil! Ne mahfelde bir nişana katılmışım, ne bir geçit törenine sanki. Tüfeğimle poz vermemişim talimde, üç arkadaş • biraraya geldiğimizde aralarına çökmemişim, elimi kimsenin omuzuna atmamışım.

Askerlik denince, aklıma gelen tek kırmızı şey, Yavuz zırhlısıdır, sonraları da Saldıray, Batıray ve Yüdıray denizaltılarının yapımı sırasında Haliç’ten gelen pembe çekiç sesleri.

Bilirsiniz, Almanların Siegfried Hattı, Fransızların Majino hattı gibi Türklerin de Çakmak Hattı vardır. İkinci Harp’ta.

İşte bu çeşit bilgiler: Hattı müdafaa, sathı müdafaa gibi yalnızca kafiyeden ötürü aklıma takılmış tarih parçacıkları, askerlik dediniz mi.

Bendeniz, bir sessiz film piyanisti gibi dışardan eşlik ettim olaylara. Hayat, büyük hesabıyla akıp giderken ben, karanlık odalarda, ince dökümlerle uğraştım. Ta gençliğimden başlayarak. Sizin gibi gençlerin bu gün iki saniyede elde edebildiği ortalamaları bulayım diye günlerce güneşe çıkmadım, çevreme karşı dalgınlaştım, sevdiklerimi görmedim, günah işledim. Tek isteğim, devletimizin ayakta kalmasıydı. Kaldı da. Bizim kuşak bitene kadar da kalacak. Sonrasını bilemem. Ne çalkantılı yıllar atlattık biliyorsunuz, yine atlatır mıyız, bilemem.

Gelelim sadede: size sunduğum yeni belgenin beni sarsan, özendiren erkeksi parıltısı, belki de 1 No’lu belgenin eprimişliğini, az gelişmişliğini örter diyorum. Takdir sizin.

1942 yılında İshak Paşa Sokağı’na hercai bir düş aşılandı.

Bir Haziran sabahıydı. 13 no’lu evin önünde bir taksi durdu. Taksiden Mesrure hanım indi. Dantel gelinliğinin eteğini güçlükle toparladı. Bileklerinden sarkan gelin telleri, bozuk kaldırım taşlarına dolanıyordu.

Mahalleli kapıya üşüştü. Çoluk çocuk herkes, soluğunu tutup geline baktı:

Çok güzeldi. Bütün güzeller gibi azıcık şehlaydı.

Mesrure hanım, iki yıl süreyle o gelin olarak kaldı. Sivri topuklu rugan iskarpinleriyle, ipek coraplarıyla, fırfırlı dantel yakaları, siyah tayyörleriyle. Omuzundan sarkan tilkilerin yaydığı yoğun yağmur kokusuyla herkesi büyüledi. Ferdi bey dışında.

Ferdi bey şimdi onu düşünürken, o günlerdeki Ferdi’nin bu çarpıcı güzellik karşısında nasıl kayıtsız kalabildiğini kavrayamıyor.

Mesrure’yi, annesi bulmuştu oğluna. Peder bey öldükten sonra evde gün boyu yalnız kalmaktan sıkılmıştı.

Oğlunun evlenme çağı neredeyse geçiyordu.

Mesrure, zengin, görgülü bir ailenin kızıydı. Bir hesap mütehassısına eş olabilirdi. Fransızcayı hem biliyor, hem konuşabiliyordu.

Ferdi beyin gözündeyse Mesrure, ipeksi yumuşaklığı, alacalı güzelliği, ıslak dudaklarıyla tıpatıp Mestan’dı. Onun saçlarını okşuyor, o nermin elleri göğsüne bastırıyordu.

Mesrure hanım, İshak Paşa Sokağını çağdaş güzelliğiyle iki yıl besleyebildi.

Sonra bir kış sabahı, saat altıda kötü bir düşten uyanmışçasına fırladı yataktan. Siyah bir pantolon giydi, sırtına bir gocuk geçirdi. Doğru kıyıya.

Sonraları, yaz kış demeden her gün kıyıya yürüdü. Hep aynı kılıkta.

Mahalleli, peşine adam taktı. Nereye gidiyordu bu kadın? Filmlerdeki zengin güzeller gibi yoksul bir akrabasını mı yokluyordu? Yoksa bir aşığı mı vardı? Varsa da, haklıydı. Böyle genç bir gelin, Ferdi bey gibi…

Ama Mesrure hanım, düpedüz denizle buluşmaya gidiyordu. Kıyıda ötelere dalıp dalıp eve dönüyordu.

Eskiden, süslü bir gavur geliniyken, kimselerle konuşmazken şimdi herkesle selamlaşmaya, esnafa “merhaba” demeye başlamıştı.

Bir de kız çocuğu doğurdu o yıl. Kendisinin kısır, kocasının iktidarsız olduğu yolundaki söylentileri yalanladı. Çocuğunu göğsüne bastırırken, yüzünden artık eksilmeyen o anlamsız gülüş azıcık canlanıyordu.

Hiç gereği yokken ona buna borçlanmaya başlamıştı. Kapıya bir kurt köpeği bağlamıştı. Denize inmiyordu artık. Sabah ayazında, saten iç gömleğiyle pencereye çıkıyordu. Soluğu karanfilli konyak kokuyordu acı acı.

Ferdi bey, o güzel gözlerin donuklaştığını, gözaltlarının torbalaştığını görmüyordu bile. O, devleti ayakta tutuyordu.

Sahi, çocuğa kim bakıyordu o günlerde?]

Lin bey oğlum, dikkat ederseniz 1 No’lu belgedeki çerçeveli fotoğrafı görebilirsiniz. Komodinin üstünde duruyor. Pek seçilmiyor, değil mi? Bence de.

Diyorum ki kişinin doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli. Bendeniz dünyaya gözlerimi 1945 yılında açtım. Hesap Mütehassıslığından Hesap Uzmanlığına geçtim. Yeni Kurul’a. Artık defterdarlığa kapalı kalmayacaktım. Turnelere çıkacaktım Anadolu’ya falan. Aynı yıl, halkımızı da tanıdım.

Halk, kitaplarda yazılanlara hiç benzemiyordu, defterlerdeki adlara da.

Çok kollu, çok bacaklı bir kitleydi. Kasketler, fötrler, solmuş yün kumaşlar giyiyordu. Yeter! diye haykırıyordu alanlarda.

O yıl, Demokrat Parti’nin açık hava toplantılarına katıldım. Bir ara, “Bize mi kızıyor bu kitle?” diye düşündüm ama coştum yine de.

Mebus olmayı hiç düşünmedim.

Parti, bu kitleye harcayabileceği parayı verdi, gezebileceği yolları açtı. Kitle de evine çekildi yine.

Bugün, eski bir maliyeci olarak durumu değerlendirdiğimde anlıyorum ki yine demin sözünü ettiğim onyıllar sözkonusu. 1950’de Parti, iktidara geldi. Meslektaşlarımdan yabancı dil bilenler Avrupalara gönderildi. Giderken, yanlarında bavullar dolusu konserve, paketlerle makarna götürdüler, Avrupa’yı ucuza getirdiler, dönerken satacak mal da getirdiler.

1960’da “Yeter!” dedik yine. O Mayıs sabahını hiç unutmam, kapıda önüme ilk çıkan memetçiğe nasıl sarılmıştım!

Buyurun bir on yıl daha: 1971’de bendeniz, müşavir uzman olarak pasif göreve geçtim. Kızım, evinde kaçak arkadaşlarını barındırmaktan tutuklandı. (Kızımı da o yıl tanıdım.)

Diyeceğim, bizim halkımız, sokağa on yılda bir dökülür. İnançları ve parası değer düşümüne uğratıldığında.

Her on yılda bir, kılığı da değişir. Düşüşü kolaylaştıran yabancı unsurlardan birtakım özellikler kaptığından.

Geçen gün, ikindi güneşi alan, alacalı kedilerin girmesini yasaklamayan ev-otellerden birinde yeni yabancı unsurlarımıza rastladım da, “Tamam,” dedim kendi kendime, “yakında halkımızı yine sokaklarda görebileceğiz.”

Bu yeni unsurlar, kot pantolon giyiyorlar. Ağır kokular sürüyorlar. Gömleklerinin yakası göbeklerine kadar açık. Gömleklerinin yakası göbeklerine kadar açık. Boyunlarında Osmanlıişi madalyon, serçe par, inaklarında Anadoluişi yüzükler var. Göğüsleri kıllarla kaplı. Konuşurken çok bağırıyorlar. İnsana dirsek payı bir boşluk hakkı tanımıyorlar.

Bizim oteldeki görmüş geçirmiş hısım dostlarından birinden öğrendim efendim. Bu 25 yaşlarındaki gençler, saygıdeğer firmalarda el ulağı olarak iş hayatına atılıyorlarmış. Sonra paravan şirketler bunların adına kuruluyormuş. Stok mallar, karaborsa mallar, kaçak mallar söylemesi ayıp bunların garson yerlerinde duruyormuş.

Açıktan milyonlar vuruyorlarmış korkusuzlukları karşılığında.

Belki sizin ülkenizde de vardır bu hoyratlar kalabalığı. Bizler gibi takas edilecek düşleri bile olmayanlar.

1940’larda kılıkları başkaydı.

[1947 yılında bir bahar sabahı, Ferdi bey ile Mesrure hanım, A. kentine geldiler. Yemyeşil bir yerdi, rüzgarı.kekik kokuyordu.

Mesrure hanım, kocasının yeni görevine uygun düşecek yepyeni giysilerle kendine çekidüzen vermişti. Kır havası, yıpranmış sinirlerine iyi gelirdi kuşkusuz.

Ferdi bey, yol boyunca bu yeni ortamda aylığını, yolluğunu nasıl idareli kullanacağını düşünmüştü. Dalgındı yine. Önce orta halli, iyice bir lokantayla 20 günlüğüne bir anlaşma yapmalıydı. İki kişi, öğle ve akşam yemekleri. Ama oteli ayarlamadan önce eski dostu banka müdürüne bir uğrayıp kahvesini içmeli, bilgi edinmeliydi oteller konusunda.

Mesrure hanım, tren penceresinden kırlara bakarken, derisinin dirildiğini duyuyordu, gözlerini yummuştu hafifçe. Düşlere kayıyordu durmaksızın.

Ferdi bey, müdürün odasında kahve içiyordu, içeri genç bir adam girdi. Alışılmamış bir kılığı vardı: Külot pantolonla çizme giymişti. Başına da Avrupa malı damalı bir kasket geçirmişti. Müdürün omuzunu dostça sıktı, odadakilere “Günaydın!” dedi.

Gözlerini bu yeni genç adamdan uzun süre ayıramadı Ferdi bey. Özellikle elindeki kırbaçtan, sık sık salladığı kırbaçtan. Bu kırbaç, adamın yakışıklı yüzündeki umulmadık sertliği, uçuk mavi gözlerindeki kıyıcılığı açıklar gibiydi gizliden. Ama sesi yumuşacıktı.

Daha önce buralara yolunuz hiç düşmedi demek, dedi. Küçük ama şirin bir yerdir burası. Issızdır oldukça. Başınızı dinleyebilirsiniz. Avrupa’nın gürültüsünden, çağdaş dünyadan sonra yavan kalıyor biraz. Alışmak güç. Ama kent yakın. Ben hafta sonlarını kentteki evimde geçiriyorum. Nasılsa kahyam idare ediyor çiftliği.

Banka müdürü söze karıştı:

Ragıp bey, yöredeki en ünlü toprak sahiplerindendir, dedi. Avrupa’da hukuk okudular kendileri, yeni döndüler.

Doğrusu hiç ağaya benzemiyor, yani ben benzetememiştim, dedi Ferdi bey. Böyle çağdaş, uygar…

Şartlar değişiyor efendim, dedi Ragıp bey.

Otel konusunu bir de Ragıp beye danışsaydın Ferdi, dedi banka müdürü.

Ferdi bey hanımıyla geldiler de, dedi sonra. Yirmi gün kalacaklar. S.’nin zeytinyağı imalathanesini denetleyecek Ferdi. Bir ihbar varmış. Kayıtları toparlayıp bir odaya kapanması gerek. Gece gündüz çalışacak. Sessiz bir yer bulsak bari…

Daha önce söyleseydiniz ya beyefendi, diye atıldı Ragıp bey. Yani aşkolsun. Ben gelip geçiyorsunuz sanmıştım. Ama burada kalacaksanız, benim konuğumsunuz. Yoksa darılırım. Küçük bir ev var çiftlikte. Şu anda boş. Müştemilat aslında ama bakımlıdır. İstanbullu bir hanımın buradaki otellerde barınacağını nasıl düşündünüz…

Sağolun ama olmaz, dedi Ferdi bey. Yakışık almaz. Kabul edemem. Şimdi izninizle…

Ama ben vergi mükellefi bile değilim ki Ferdi bey, diye diretti genç adam. Değilim ki dedikodu etsinler. İlle de derseniz, sizden yemek ve yatak parası alırım. İki kişi pansiyonda kalır gibi.

Doğru söylüyor beyefendi, dedi banka müdürü. Usul de budur aslında. Böyle küçük yerlerde hele. Karşılığını ödersin.

Bir düşüneyim, Mesrure’ye de bir danışayım, dedi Ferdi bey. Şimdilik izninizle.

Şerefle, dedi Ragıp bey.

Karşısında saygıyla eğildi, onu kapıdan uğurladı.]

Kendi hikayemi kendime anlatmaktan, durmaksızın aklımdan geçirmekten bıktım Lin bey oğlum. Artık içimde eskiyor. Dışarı vuracak sözcükleri bulamıyorum. Sizinle konuşuyorum ya, bir yandan eski anılar kayıyor dilimin altından. Her şeyi içice, karmakarışık, yaşandığı gibi anlatmanın bir yolu bulunmadı mı? Sözgelimi İshak Paşa Sokağı’nı, Adliye Sarayı Yangını’nı, Ragıp beyle şu çerçevedeki fotoğrafı hep birlikte, hiçbirine öncelik tanımadan? Hiç bekletmeden, dil altında eskitmeden? Sıralamalara gitmeden? Kendime tarafsızlık parantezleri koymadan?

Çok az zaman kaldı biliyorum.

Birazdan Yılmaz bey gelip şifreyle verdiğiniz karşılığı açıklayacak bana.

Sonra kızım uğrayacak arabasıyla, öğle tatili bitmeden beni alacak, kedimin beklediği bir güneşli parka bırakacak.

Yine kendimle konuşmaya başlayacağım.

Artık öğle saatlerim hep dolu. Kızım yavrum, bir gün kendi ayağıyla gelip beni otel odamda bulalı beri. Ben ona hiçbir şey veremedim. Kendi başına yükseldi, evlendi, öğretim üyesi oldu. Yine de köhne bilgilerle, işe yaramaz bilgi yığmaklarıyla dolu babasını küçümsemiyor yavrum. Oyalanayım diye beni kitaplıklara, parklara götürüyor.

Ama daha önce hiç böyle bir bilgisayar merkezinde bulunmamıştım. Şu turuncu göbekli Univac’ları hiç görmemiştim. Ne müthiş bir şey uygarlık, değil mi?

Kartlar, kart dolapları, kasetler, bantlar, yanıp sönen ışıklar. İnsanlar nerelere geldi, değil mi Lin bey oğlum?

Yılmaz bey, kızımın arkadaşıdır. Sizin üstünlüğünüzü uzun uzun anlattı bana. Ne büyük özverilerle DÜŞSA Anonim Şirketi’nce yurdumuza getirildiğinizi. Bütün düşleri sınıflandırabilen bir gençmişsiniz.

Ama ilişkiler yıpratıcı oluyor eninde sonunda. Yılmaz bey sizi onca değerlendirirken, anladığım kadarıyla küçümsüyor ara sıra. Kimbilir, belki kesin batılı tarafsızlığım kıskanıyordur, belki de gözü daha genç, daha yeni modellerdedir.

Şimdi: diyeceğim, size bütün düşlerimi veriyorum. Baştan beri anlattıklarımın ve anlatmadıklarımın hepsini. Çerçeveli fotoğraftaki kadın, karım Mesrure’dir. O intihar ettikten sonra, düşlerim aşındı zaten.

Zavallıcık, at üstünde çıktığı sabah gezintilerinin, uzun yürüyüşlerin sonu gelmeyecek sanmıştı.

Çiftlikten ayrılacağımız gün, “Ferdi, ben burada, Ragıp’la kalıyorum,” dedi. O kadar.

O günden sonra insan içine çıkmadım. Çıkamadım. Otellerde kapalı kaldım. Kurul’a uğrayıp meslektaşların hatırını soramadım. Hep kaçtım. Bari bir şeye yarasaydı!

O kırbaçlı it, nasıl hırpalamıştır Mestan’ımı! A yavrum, yazsaydın ya bana! Gelip almaz mıydım seni! Kızımın bana ettiği analığı sana etmez miydim! O herif pavyonlarda sürterken koskoca bir çiftlikte tek başına geçirdiğin hafta sonlarında elinden tutmaz mıydım! Ama o kadar parlaktın ki, ürktüm senden, yanına yaklaşmaya kıyamadım. Kızım benim!

Lin bey oğlum, gerçeği saklamaya gerek yok. Son günlerde ölüme iyice yaklaştığımı duyuyorum. Burnum sivrildi; rengim sarardı. Her şeyin karşılığında ne istiyorum sizden biliyor musunuz?

Bir dakika, şifreye basıyorum. Yeterince oyalandım:

Lütfen, bana bu düşler karşılığında kesintisiz bir uyku veriniz, ayın som kütlesinden gelen ufak çıngırak sesleri dışında bir şey duymayayım. Artık hesap yapmayayım, eski defterleri uykumda karıştırıp bu milletten, içimizden, kanımızdan nelerin kaçırıldığını, nelerin yağmalandığını hesap etmeyeyim, n’olur.

Kırmızı bir belirti verdiniz. Evet?

Not: “PROGRAM BULUNAMADI
BÜTÜN İŞLEMLER DURDURULDU” dedi Yılmaz bey.

Metal Yorgunluğu / Seçme Öyküler

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz